Çatışmaların Temelinde Yatan Nedir? Bilim-Bilgi-Tanrı




Merhaba.


Aklımda sizlerle paylaşmak istediğim öncelikli bir takım konular var ancak bunları belli bir sıraya göre anlatmanın sağlam temelli bir düşünce yapısına kavuşturmak adına daha faydalı olacağını düşünüyorum. Bu nedenle direkt evrim konusuna giriş yapmadan önce bilim adamlarının sadece ne dediklerini düşünmek ve buna göre bir dünya görüşü benimsemek yerine fikirlerinin temelinin neye dayandığını, bu bilgiye nasıl ulaşıldığını ve hangi verinin bir diğerine göre daha sağlam temeller sunduğunu, var olan bilgiyi kullanmayı öğrenmenin daha öncelikli olduğunu düşünüyorum.
 
Bu yazımda farklı bölümlerinden parça parça ve karışık olarak alıntılar yapacağım kitap John C. Lennox’un “Aramızda Kalsın Tanrı Var” adlı kitabı. Kendisi Oxford Üniversitesinde Matematik Profesörü, ayrıca üniversitede bilim felsefesi dersleri de vermektedir. Lennox’un belki sizin de bildiğiniz gibi Richard Dawkins ile tartışmaları meşhurdur. Özellikle Dawkins ile 2007 yılında Alabama Üniversitesi’nde  ve 2008 yılında Oxford Üniversitesi’nde yaptığı canlı tartışma milyonlarca kişi tarafından izlenmiştir.  Bu yazımda farklı bölümlerinden parça parça ve karışık olarak alıntılar yapacağım kitap John C. Lennox’un “Aramızda Kalsın Tanrı Var” adlı kitabı. Kendisi Oxford Üniversitesinde Matematik Profesörü, ayrıca üniversitede bilim felsefesi dersleri de vermektedir. Lennox’un belki sizin de bildiğiniz gibi Richard Dawkins ile tartışmaları meşhurdur. Özellikle Dawkins ile 2007 yılında Alabama Üniversitesi’nde  ve 2008 yılında Oxford Üniversitesi’nde yaptığı canlı tartışma milyonlarca kişi tarafından izlenmiştir.


Ekran Alıntısı.JPG

“Tüm bunların anlamı ne?”
Richard Feyman


Evren ardında hiçbir şey olmayan nihai gerçekliğin ta kendisi mi, yoksa ötesinde bir hakikat mi saklı? Bizde Richard Feyman gibi “Tüm bunların anlamı ne?” diye sormalı mıyız? Ya da Bertrand Russell “evren işte burada ve hepsi bu” derken haklı mıydı?


Bu sorular hala önemlerinden bir şey kaybetmiş değiller. Bilginin en yüksek zirvelerine tırmanma azminin teşvik ettiği bilim adamları, daha şimdiden bizlere yaşadığımız evrenin doğası hakkında son derece çarpıcı bilgiler kazandırmış bulunuyorlar.


Richard Dawkins’in önderliğini yaptığı “Yeni Ateistlerin” iddia ettiği gibi, muhakemesiz bir takım kuvvetlerin etkisiyle başıboş bir şekilde hareket eden akılsız madde ve enerjinin ürünlerinden başka bir şey değil miyiz? En nihayetinde insan hayatı, atomların bir araya gelişlerinden (şans eseri) bir tanesi midir?  


Bazıları der ki, tıpkı doğanın temel kuvvetlerinin şiddeti ve gözlemlenebilir uzay zaman boyutlarının sayısı gibi evrenin sahip olduğu bu belirli temel özellikler, kainatın başlangıcında işleyen tesadüfi etkilerin bir sonucu olduğundan; çok farklı yapılarda başka kainatlarda elbette ki var olabilirler. Neden evrenimiz ebediyen birbirinden ayrılmış çok sayıda paralel evrenler dizisinden biri olmasın ki? Bu durumda insanın nihai bir anlamı olmasını iddia etmek saçma değil mi? Böyle bir çoklu evrende insanın değeri tamamen hiçe inmiş olmaz mı?


Yeni ateistlerin bizi iknaya çalıştığı anlayışa göre, bilim her şeyi ve herkesi kuşatıcı açıklamalarıyla Tanrı’yı köşeye sıkıştırmış onu öldürmüş ve sonrada onu gömerek bu tür ilkel anlayışlardan kurtulup yoluna devam etmiştir. Buna göre Tanrı’nın anlamı kozmik bir “Cheshire kedisi’nin gülümsemesinden öte bir şey değildir” artık. Ayrıca Tanrı ölüm döşeğindeyken anlaşılmıştır ki Tanrı’yı yeniden diriltmek yönündeki her çaba muhtemelen bilimin gelişimini sekteye uğratacaktır ve artık doğanın sadece ortada var olan olduğu, ötesinin olmadığı görüşüne sahip natüralizm bir başına hüküm sürmektedir.


Peter Atkins şöyle der: “Herkese açık ve yeniden üretilebilen bilginin üzerine inşa edilen bir inanç sistemi olarak bilim, dinden doğmuştur. Fiziksel evrenin veya tecrübe evreninin bilim tarafından asla aydınlatılamayacak bir karanlık köşesi olduğu ümidine ancak dindarlar kendilerini kaptırırlar. Oysaki bilim şimdiye dek herhangi bir engelle karşılaşmadı ve indirgemeciliğin başarısız olacağı zannının ardındaki tek gerekçe, dindarların zihnindeki korku ile bilim adamlarının kararsızlığıdır.


Nobel ödüllü Steven Weinberg bilim dini ortadan kaldırmalı mı sorusuna gönderme yaparak: “Dünyanın uzun süren din kabusundan uyanmaya ihtiyacı var. Biz bilim adamları dinin elini zayıflatmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız ki bu aslında medeniyetimize yapabileceğimiz en büyük katkı olacaktır.” Richard Dawkins ise şaşılmayacak şekilde bunu ileri götürdü ve “ Beynimizin dine saygı göstermemiz yönünde yıkanmasından bana artık gına geldi” diyecekti.


Yaratıcıya olan inançları sayesinde daha ileri düzeyde bilim yapma gayreti taşımış pek çok bilim adamının varlığı bu iddiaların adilce olmadığının delilidir. Bilimin öncülerine göre de, evrenin bilim tarafından aydınlatılan karanlık köşeleri, Tanrı’nın daha iyi bilinmesini sağlamıştır.


Peki ya canlılar dünyası (biyosfer) Onun o girift karmaşıklığının ardındaki düzenlilik, sadece görünüşte midir? Akıl dediğimiz şey gerçekten de evrenin temel maddelerine dair tabiat kanunlarının sınırları içinde tesadüfen ve bilinçsizce vuku bulan doğa olayları neticesinde ortaya çıkmış olabilir mi?


Ateizmin entellektüel açıdan savunulabilir tek fikir olduğundan nasıl bu kadar eminler? Bilim gerçekten onu bu derece onaylayacak kadar ateizmin yakın dostu mudur?


Hiç de değil diyor, iman etmeden önce yıllardır entellektüel ateizmin bayraktarlığını yapmış seçkin İngiliz filozofu Anthony Flew. Flew BBCye verdiği röportajında “üstün bir aklın” varlığının, hayatın menşei ve tabiatın karmaşıklığı ile alakalı getirilebilecek eldeki tek iyi açıklama olduğunu söylemekten de geri durmuyor artık.


Richard Dawkins, “Birileri sana bir şeyin doğru olduğunu söylediğinde, neden ona şunu sormuyorsun:” Bu konuda ne tür bir kanıtın var?” Eğer sana iyi bir yanıt veremezse, umarım bundan sonra söyleyecekleri sözlere inanmadan önce daha dikkatli düşünürsün.” der.


Profesör Thomas Negel de “Çok uzun zamandır, hayatın menşei ve gelişimin sadece geleneksel evrim teorisinin anlattığından ibaret olduğu iddiasına kuşkuyla yaklaşıyorum.” diyor ve sonrasında bu iddialara “literatürde delil bulmak çok zor” diye ekliyor. Ona göre standart evrimsel mekanizmaların sağladığı mevcut deliller bugün hala, tüm yaşamın evrimini açıklmak bir yana, böyle bir açıklamanın “yanına dahi yaklaşamıyor”.


Halbuki biz biliyoruz ki şimdilerde, Peter Atkins, Richard Dawkins ve Daniel Dennett gibi yazarlar, ateizm için güçlü bilimsel deliller olduğunu iddia edip duruyorlar.


Peki ya ön yargı? Kimse ondan kaçamaz; ne yazar ne de okuyucu. Kainatın ve yaşamın bize sorgulattığı, soru cevap ve kısmi cevaplardan oluşan bir dünya görüşümüz var ki, bu noktada hepimiz ön yargılıyız. Dünya görüşümüz çok kesin formüle edilmemiş olabilir, hatta onun farkında bile olamayabiliriz, ama o her şeye rağmen yine de oradadır. Dünya görüşümüz elbette ki tecrübe ve derin düşünceyle şekillenir. Hatta kesin bir delil karşısında değişebilir veya en azından değişmelidir.


Ana mesele temelde bir dünya görüşü sorgulamasıdır: İki dünya görüşünden (teizm-ateizm) hangisi bilimle daha uyumludur? Cevabını aradığımız soru bu.


Tanrı’nın tabutundaki son çivi mi?


Richard Dawkins’ e göre Tanrı’ya iman, yok edilmesi gereken bir kötülüktür. Dawkins “AIDS, deli dana hastalığı ve benzeri bir çok hastalık ile alakalı felaket tellallığı yapmak moda halini aldı. Oysa bence dünyanın en büyük şerlerinden biri imandır. Çiçek hastalığıyla kıyaslanabilecek bir bela; fakat yok edilmesi çok daha zor. Tüm dinlerin en temel kusuru, imandır, yani herhangi bir kanıta dayanmayan inançlarıdır.” Kısa süre önce Dawkins’in iman hakkındaki görüşleri kısmi bir değişikliğe uğradı. Artık onu bir bela olarak değil, bir yanılgı olarak tarif ediyor. “Tanrı Yanılgısı”. Dawkins’e göre din sadece bir yanılgı değil aynı zamanda zararlı bir yanılgı.


Dawkins ”Bilimsel inanç insanlar tarafından test edilebilen bir delil içerir, oysaki dinsel inançlar bir delile dayanmaz, üstelik onlar bunu bir övünç vesilesi olarak kabul ederler.” der.


Oysaki biz de Dawkins’e şu soruyu sorabiliriz: “Dini inancın delile dayanmadığı fikrinin delili nedir?” Elbette maalesef hiç bir delile dayanmadan inanan, bilim karşıtı ve gerici insanlar yok değil. Belki Richard Dawkins, bir talihsizlik sonucu bunlardan çok fazla karşılaşmış da olabilir. Fakat bu durum, hakim çizginin, inanç ve delilin bir arada olması gerekliliğini savunduğu gerçeğini değiştirmez.


Tıpkı bilimde olduğu gibi imanda da akıl ve delil bir bütün oluşturur. Yani aslında Dawkins’in ‘kör inanç’ olarak tarif ettiği şeyin tam aksi bir durum söz konusu. Onun bu çelişkinin farkına varmıyor olması şaşılacak bir şey doğrusu. Bu durum acaba onun kendi kör inancının bir sonucu olabilir mi?


Onun inancın zevki diye nitelendirdiği, kanıttan bağımsız olma durumu, bizzat kendisinin iddialarında bulunan bir özelliktir. Doğrusu bu olağanüstü bir tutarsızlık örneği değil de nedir?


Francis Colins, “Dawkins’in tanımladığı inanca sahip olan biri, ne tarihte geçen samimi müminlerin arasında, ne de tanıdığım kişisel dostlarım arasında yer almaktadır.” der.


John Haught’un da dediği gibi: “Bir beyaz karga bütün kargaların siyah olmadığını göstermek için yeterlidir.”


Kesinlikle, en seçkin bilim adamlarının bile Tanrı’ya inandıklarını itiraf etmeleri, bilim adına Tanrı’ya savaş açan Atkins, Dawkins ve diğerlerinden oluşan orkestranın rahatsız edici sesini hafifletemez. Hatta denilebilir ki,aslında onlar, ortada bir savaş olduğunu bile düşünmüyorlar. Onlara göre savaş çoktan kazanıldı, dünyanın sadece Nietzsche’den beri yankılanan: “Tanrı öldü ve bilim onu defnetti” ilanını işitmeye ihtiyacı var. Mesela Atkins şöyle yazar: “bilim ve din asla barıştırılamaz. İnsanlık kendi çocuğunun gücünü takdir etmeye başlamalı ve bütün ara buluculuk teşebbüslerini savuşturmalıdır. Din savaşı kaybetti ve artık bu yenilgi açıkça ifşa edilmeli. Aklın en yüce hazzı olan bilim, en ufak şeyleri bile teşhis etmek yoluyla, başarıyla sürdürdüğü mevcut evrensel salahiyeti sonucunda, artık kral olarak kabul edilmelidir.


Bilim adamlarının beyanları, bilimin beyanatı olmak zorunda değildir. Atkins ve Dawkşns tarafından ileri sürülen başta belirtmiş olduğumuz iddialar bu kabildendir. Onlar bilimin beyanları değil aksine kendi şahsi inançlarının ifadesidir. Araştırılması gereken ve hepsinden önemli şey, iddialarının doğru olup olmadığıdır. Daha fazla ilerlemeden adil olmak adına Tanrı’ya inanan bazı seçkin bilim adamlarından da alıntı yapacağım. Sir John Houghton şöyle yazıyor: “Bizim bilimimiz Tanrı’nın bilimidir. Bütün bilimsel serüvenin sorumlusu da O’dur… Evrenin bilimsel tanımında var olan dikkat çekici düzen, tutarlılık, güvenilirlik ve harikulade karmaşıklık hepsi Tanrı’nın fiillerindeki düzenin, tutarlılığın, güvenilirliğin ve karmaşıklığın bir yansımasıdır.”


Bilimle ateizm arasında ve bilimle teizm arasında gerçekte ne tür bir ilişkinin bulunduğu mevzusu araştırmaya değer bir şeydir.


Bilimin Unutulan Kökeni


Bütün bilimlerin kalbinde, kainatın düzenli olduğu kanaati yatar. Bu kanaat nereden geliyor? Nobel ödüllü Melvin Calvin bunun kaynağı hakkında der ki: “Bu kanaatin kökenini anlamaya çalışırken, bu temel kavramın 2000 veya 3000 yıl kadar önce keşfedildiğinin farkına vardım. Batı dünyasına ilk kez İbranice olarak ilan edilen bu kavram şudur: Kainat tek bir Tanrı tarafından yönetilmektedir. Kainat kendi kurallarına göre kendi alanlarında hüküm süren tanrıların heveslerinin ürünü değildir. Anlaşılan o ki modern bilimin tarihsel temelini oluşturan şey, bu tek tanrıcı görüştür.


Her ne kadar Yunanlılar gerçekten şimdi anladığımız tarzda bilim yapma konusunda pek çok şeyde ilk olsalar da, evrenin yaratılmış olup Tanrı tarafından idame edildiği görüşü, Yunan dünya görüşünden çok daha eskidir. Bir kolu “kainatın uzak köşelerine ulaşan” bu bilimin dayandığı temelin kendisi güçlü bir teistik boyuta sahip bulunuyor.


Galileo’nun sorgulayan zihninin ardındaki motivasyon kaynağı, onun şu kanaatiydi: “Tanrı insana duygu, akıl, idrak ve zekayı bahşetmiştir. öyleyse onları atıl bırakmamalı kullanarak bilgi edinmeliyiz.”


Johannes Kepler: “Dış dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı’nın bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu akli düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın bize yüklediği bir sorumluluktur.




Gerçek Çatışma: Naturalizme karşı Teizm


Evet bir çatışma var; üstelik gerçek bir çatışma… Fakat bu çatışma asla bilim ile din arasında değil. Eğer böyle bir çatışma olsaydı, temel mantık gereği, bütün bilim adamlarının ateist ve sadece bilim adamı olmayanların imanlı olması lazım gelirdi ki, önceden de gördüğümüz gibi, durum hiç de böyle değildir.


Ayrıca neden iki cephede incelediğimizi de açmak istiyorum. Natüralizmin materyalizmle ilişkili ama ondan bir ölçüde farklı bir kavramdır. Carl Sagan’ın televizyon serisi Cosmos’un açılışındaki zarif ifadesi ile şöyle tarif edilebilir: “Oradaki her şey Kozmos, daha önce de öyleydi ve daha sonra da öyle olacak.” İşte natüralizmin özü budur. Yani kısaca tabiattan başka birşey olmadığı inancıdır. Bu inanca göre tabiat, kapalı bir sebep ve sonuç sistemidir. Aşkın ve olağanüstü bir alem yoktur. Kısacası “dışarısı” yoktur. The Oxford Companion to Philosophy kitabında bu konu şöyle geçer:” Çeşitli materyalist filozoflar materyalizmi natüralizme dönüştürmek için “madde” yerine “fen bilimi metodlarıyla irdelenebilen her şey” gibi ifadeleri kullanmak eğiliminde olsalar bile bu iki bakış açısının aynı olduğunu söylemek abartı olacaktır. Evet materyalistler natüralisttirler. Fakat akıl ve bilincin maddeden ayırt edilmesi gerektiğini söyleyen natüralistler de vardır. Onlara göre akıl ve bilinç zamanla ortaya çıkan fenomenlerdir.; yani maddeye bağlıdırlar, fakat maddeden daha yüksek bir seviyededirler. Bu yüzden akıl ve bilinç kendisinden daha düşük seviyede özelliklere sahip olan maddeye indirgenemez.Bazı natüralistler ise evrenin tamamıyla “aklın hammaddesinden” oluştuğunu iddia ederler. Bununla birlikte natüralizm materyalizmle ortak bir biçimde doğaüstücülüğe (supernaturalizm) karşı çıkar. Ona göre “doğanın dünyası bir bütündür. Bu dünya ruhların ve hayaletlerin (insani ya da ilahi) müdahalelerinden azadedir. Aralarında farklar olmakla birlikte her iki görüş de özünde ateisttir. Buna ek olarak bir de, materyalizm ve natüralizmin farklı biçimleri de mevcuttur. Bunlara politik davranışçılık ve bilimsel hümanizm şeklinde belirtebiliriz.


Peki bilim tam anlamıyla nedir?


Bilimin Kapsamı- Tanımı


Bilim nedir? Her ne kadar “bilimsel” aktivitelerin neleri içerdiğini tarif etmek amacıyla: hipotez, deney, veri, ispat, modifiye edilmiş hipotez, teori, öngörü, açıklama ve bunlar gibi bazı ana unsurlar ileri sürülmüş olsa da, popüler algının aksine üzerinde ittifak edilmiş tek bir bilimsel metot yoktur.


Michael Ruse, “bilim tarifi gereği, sadece doğal olan tekrarlanabilir ve dolayısıyla kanunlar tarafından yönetilebilir olanla ilgilenir.”der. Bu tarif bize mesela, astronomi ile astrolojinin arasının kesinlikle ayrılması gerektiğini söyler. Fakat eğer bu tarif bir ölçü olarak kullanılırsa çağdaş kozmolojinin büyük bir kısmının da bilim harici kabul edilmesi gerekir. (ki bu tanımda zaafı budur)


Tekrar eden olaylar için yaptığımız izahların en doğrun izahlar olduğundan emin olabiliyoruz çünkü bu izahların geleceği tahmin edebilme özelliği bulunuyor; fakat tekrarlanmayan olaylar  söz konusu olduğunda da “ bu doğa olayının en iyi izahı nedir? sorusunu sormak pekala mümkündür. Mantık şu; Eğer A ise, B muhtemeldir. B’yi gözlemlersek bu durumda A, B için yapılacak muhtemel açıklamalardan biri olmaya adaydır. Ama Ruse’un tanımında bu durum hesaba katılmamış gibi gözüküyor.


Bu alandaki herkes bilim adamlarının etkisinde etkisinde kaldıkları ön kabullerinin yani belirli dünya görüşlerinin olduğunu bilir. Hatta gözlemlerin bizzat kendileri bile, kaçınılmaz bir şekilde teoriye dayanma eğilimindedirler.


Birçok bilim adamı araştırılabilen objektif bir dünyaya inanırlar. Teorileri ile mutlak ve nihai anlamda gerçeği ifade etmeseler de, gerçeğe dair giderek sağlamlaşan bir anlayış oluştururlar.


Ruse, bilim sadece doğal olanla ilgilenir derken neyi kastediyor? Bununla en azından bilimin doğada bulunan şeyleri incelediğini kastettiği kesindir. Fakat bu tarif aynı zamanda bu tarz şeylerin sadece doğal süreçler, kimya ve fizik terimleriyle ifade edilmesi durumunda bilimsel sayılabileceklerini de ima etmektedir. Ekoloji ve evrim Profesörü Massimo Pigliucci: “Bilimin en temel varsayımı evrenin hiçbir tanrısal varlığa başvurmaksınızın fiziksel terimlerle açıklanabilir olmasıdır. Duve ise şöyle yazar: “Bilimsel araştırma evrende görülen şeyin doğaüstü bir müdehaleye ihtiyaç duyulmadan doğal terimlerle açıklanabileceği nosyonuna dayanır. Bu sebepten de, eğer rasyonel hiçbir izah ile açıklanamayan bir durum ortaya çıkarsa bu nosyondan vazgeçebileceğimizi kabul etmeliyiz.


Metodolojik natüralizm, bugün bilim adamlarından gözlemleyebildiğimiz, test edebildiğimiz, tekrar edebildiğimiz ve kanıtlayabildiğimiz şeylere dayalı olarak etrafımızdaki dünyayı izah etmelerini bekleyen bilimin temel kuralıdır.


Bu tarz bir yaklaşımın cazibesi ortadadır. İlk olarak bu yaklaşım doğru bilimle, batıl inanç arasında mesela astronomi ile astroloji ya da kimya ile simya arasında net bir ayrım yapar. Bu aynı zamanda tembelliğe kaçan “boşlukların tanrısı” düşüncesinden, yani bazı tabii olaylar karşısında,” bunu anlayamıyorum bu yüzden Tanrı ya da tanrılar yaptı demekten başka çarem yok” gibi söylemlerden kaçınmamızı da sağlar.  


Deliller Nereye Götürürse Hep Oraya mı?


Gerçek bilimin özünde olan ne ise ona önem verdiğimizi yani bizi nereye götürürse götürsün ampirik delili takip etmeye niyetli olduğumuzu düşünelim. İşte asıl soru o zaman ortaya çıkıyor: Bizim bazı alanlardaki araştırmalarımız, dünya görüşümüzle çelişen deliller ortaya koyuyorsa ne olacak?


Bilim tarihinde nadirende olsa, ani paradigmatik çöküşlere de şahit olunabilir. Mesela Rutherford atomun çekirdeğini keşfedince derhal klasik fiziğin bir dogmasını çökertti ve böylece ani bir paradigma değişimi gerçekleşti. DNA’nın genetik materyal olarak proteinin yerini alması ise neredeyse bir gecede vuku buldu. Fakat dikkat edilirse bu örneklerde, rahatsız edici ve ciddi dünya görüşü çatışmaları devrede değildi.


Özellikle dünya görüşlerinin deliller karşısında sarsıldığı ya da sarsılmış göründüğü durumlarda, alternatif açıklamalar rahatlıkla kabul görmezler. O zaman delilin gösterdiği yöne gitmek isteyen bir kişiye karşı inanılmaz bir direnç gösterilir; hatta ona kin beslenir. Ancak güçlü bir karakter, akıntıya karşı yüzme ve çevresi tarafından aşağılanma riskini göze alabilir.Anthony Flew ateizmden teizme dönüşüyle ilgili olarak “Benim bütün hayatım Platon ve Sokrat’ın prensiplerini takip etmekle geçti” diye yazar ve “deliller seni nereye götürürse oraya git” diye ekler.


İki aşırı tavırdan da kaçınmamız gerektiği anlaşılıyor. Bunlardan ilki bilimle din arasındaki ilişkiyi sadece çatışmadan ibaret görmek; ikincisi ise, bilimin tamamını felsefi ve teolojik açıdan tarafsız zannetmek.


Bilimsel açıklamanın sınırları


Bilim daha önce anlayamadığımız şeyleri ve doğayı anlamamızı ve bu sayede ona hakim olmamızı sağlar. Gerçeğe giden tek yol bilimdir ve her şeyi, en azından prensipte, ancak o izah edebilir. Bu görüşün adı “bilimcilik”tir. Peter Atkins’in kaleminden bu görüşün klasik ifadesi şudur: “Bilimin varlığı her yönüyle ele alamayacağını düşünmek için hiç bir sebep yoktur.”


Richard Dawkins, Douglas Adams’a ithaf ettiği The God Delusion adlı kitabında onun şu sözlerine yer verir: “İçinde perilerin yaşadığına inanmadan da, bir bahçenin güzel olduğunu görmek yeterli değil mi?”


Onlar için din, bilimin sınırlarını ihlal etmediği müddetçe din ve bilim birlikte huzur içinde yaşayabilirler. Çünkü onlara göre sadece bilim bize objektif olarak neyin doğru olduğunu söyleyebilir ve sadece bilim bize bilgi sağlayabilir. Uzun lafın kısası, onlar için: Bilim realiteyle ilgilenir, din ilgilenemez.


Ahlaki değerlerin öğrenilmesi de bilimin alanı dışında kalır. Bilim size, birinin içeceğine sitrikinin koyduğunuzda onun öleceğini söyleyebilir. Fakat bilim mirasına konmak için büyük annenizin içeceğine sitrikinin koymanın etik olarak doğru olup olmayacağını söylemez. “Her halükarda bilgiyi sadece bilim üretebilir.” ifadesi Bertrand Russell gibi mantıkçıların vurgulamaktan hoşlandıkları gibi “kendisiyle çelişen” bir ifadedir. Buna rağmen şaşırtıcı bir biçimde russel’ın kendisi de bir yazısında bu görüşü savunmuştur:”Ulaşılabilir her bilgi bilimsel metotla elde edilen bilgidir ve bilimin keşfedemeyeceği bir şeyi insanlık bilemez. bu ifadenin kendisiyle çelişen bir yapıda olduğunu anlamak için şu soruyu sormak yeterli: “Russell bunu nasıl bilebilir? Çünkü bu ifadenin kendisi, kendi başına bilimin bir ifadesi değildir ve dolayısıyla, Russell’in mantığına göre bu ifade doğru olsa bile doğruluğu bilinemez.”(buna rağmen Russell onun doğruluğuna inanabilmektedir.)




MATİLDA TEYZE’NİN KEKİ


Belki bu basit temsil bizi bilimin bir sınırı olduğuna iknaya yardımcı olabilir. Farz edelim ki Matilda Teyzem güzel bir kek pişirmiş olsun ve dünyanın en seçkin bilim adamlarından oluşan bir topluluğa bu keki analiz etmeleri için vermiş olalım. Onlar da üzerinde çalışsınlar.


Gıda bilimciler bize bu kekteki kalori miktarını ve onun besleyici etkisini anlatacaklar; biyokimyacılar kekteki proteinlerin, yağların ve benzerlerinin yapısı hakkında bilgi verecekler; kimyacılar içerdiği elementlerden ve aralarındaki bağlardan bahsedecekler; fizikçiler kekteki temel patikülleri analiz edecekler; matematikçiler de şüphesiz bu partiküllerin davranışını açıklayan zarif formüller önereceklerdir.


Şimdi bu uzmanlardan her birinin kendi disiplinine göre kek hakkında yapmış olduğu eksiksiz açıklamalar neticesinde kekin tamamıyla izah edilmiş olduğunu söyleyebilir miyiz? Bize kekin nasıl yapıldığı ve değişik bileşenleri arasındaki ilişkilerin nasıl olduğu konusunda kesin açıklamalar yapıldı fakat ben bu uzman heyete son bir soru daha sorsam ve desem ki: “ Kek niçin yapıldı?” Ne diyebilirler? Oysaki Matilda Teyze’nin yüzündeki tebessüm, cevabı bildiğini göstermektedir; çünkü keki o pişirdi ve bunu bir amaca binayen yaptı.  Gerçek şu ki dünyadaki bütün gıda mühendisleri, biyokimyacılar kimyacılar, fizikçiler ve matematikçiler bu soruya cevap vermekten acizdirler. Onların disiplinleri kekin yapısı ve doğası hakkındaki sorulara cevap verebilir ki bu “nasıl” sorusunu cevaplamaktadır. Aslında bu soruya cevap vermenin tek yolu, Matilda Teyze’nin bize kekin yapılış sebebini bildirmesidir.


Bertrand Russell mantığını takip edersek bilim Matilda Teyze’nin keki niçin yaptığını asla söylemeyeceğinden keki niçin yaptığını bilmemiz mümkün değildir. Doğruya giden tek yolun bilim olduğu iddiası, nihayetinde bilimin kendisine göre bile anlamsızdır.


Medewar: “Her şey nasıl başladı?”, “Niçin buradayız?”,” Hayatın anlamı ne?” gibi başlangıç ve sona dair bazı temel sorulara cevap verme yetisine sahip olmaması bilimin de bir sınırının olduğunu açıkça gösterir.”der ve bu tür soruların cevaplarını bulabilmek için din ve düşünce literatürüne başvurmak gerektiğini de ekler.


“Evren niçin var oldu?”, “insanın varlığının anlamı nedir?”, “Öldükten sonra ne olacak?” gibi sorulara cevap vermekten acizdir. Kısacası bir insanın kendini tutkuyla adamış bir bilim adamı olmasıyla, bilimin her soruya cevap veremeyeceğini kabul etmesi birbiriyle çelişmezler.


Austin Farrar der ki; “Her bilim dalı dünyadaki olayların bir yönünü ele alır ve onun nasıl işlediğini gösterir. Böyle bir alanın dışında kalan her şey bilim kapsamının da dışında kalır. Tanrı evrenin bir parçası ve ya bir yönü olmadığından, Tanrı hakkında söylenenler gerçek manada bilime ait ifadeler olmazlar.


Peter Atkins’in şu iki ifadesi çok garip kalıyor: “Bilimin, varlığı her yönüyle ele alamayacağını düşünmek için bir sebep yoktur.” ve “ anlaşılamaz olan hiçbir şey mevcut değildir.” Bilimciliği dışsal bir argümanla çürütmeye gerek yok, o zaten kendi kendini yıkıyor. Çünkü gerçeğe ancak bilim götürebilir ifadesi bilimden çıkarılmış bir ifade değildir. Bilimsel değildir, sadece bilim hakkında bir ifadedir.


Medawar’ın bilimin sınırlı olduğunu savunması bilimi küçümsemek değildir. Tam aksine asıl bilim adına abartılı iddialarda bulunan bilim adamları bilimi komik bir duruma düşürürler.


Şunu gördük ki sadece bilimsel akıl yürütmeyle Matilda Teyze’nin keki niçin yaptığını bilmemiz mümkün değil; onu bize ancak Matilda Teyze’nin kendisi söyleyebilir. Matilda Teyze keki niçin yaptığını bize söylerken onun ne söylediğini anlamak için aklımızı kullanmalıyız. Sonra yine onun yaptığı açıklamanın güvenilirliğini test edebilmek için de akla ihtiyacımız var. Eğer o keki yeğeni Jimmy için yaptığını söylerse ve biz de onun o adla anılan bir yeğeni olmadığını biliyorsak, o açıklamaya şüpheyle bakarız; şayet gerçekten o isimde bir yeğeni varsa, o zaman Matilda Teyze’nin izahı bizim için bir anlam ifade edecektir. Yani akıl açıklama (vahiy) karşıtı değildir. Matilda Teyze’nin keki neden yaptığını bildirmesi, yardımsız bir aklın edinemeyeceği bilgiyi ana sağlamış olur. Fakat bu bilgiyi kullanma süresinde akıl kesinlikle aktiftir. Burada anlatmak istediğim husus bilim bilgi kaynağı olarak kullanmadığımız durumlarda, otomatik olarak aklın işlevini yitirdiğini ve delilin işe yaramaz hale geldiğini zannetmememiz gerektiğidir.


Bu nedenle tesitler, kainatla, Matilda Teyze’nin kekiyle kurduğu ilişkiye benzer bir ilişki kurmuş Biri’nin var olduğunu ve bu Biri’nin evrenin neden yaratıldığını açıkladığını ileri sürdüklerinde akıl, mantık ve delilleri bir kenara itmiş olmuyorlar. Onlar sadece aklın tek başına cevaplandıramayacağı belli sorular olduğunu ve bunlara cevap verebilmek için başka bir bilgi kaynağına ihtiyaç olduğunu söylüyorlar. Elbette bu durumda da, Tanrı’dan gelen açıklamayı (vahyi) anlamak ve değerlendirebilmek için akıl gerekecektir.  


Bazı bilim çevrelerinde bilimin başarısı şöyle bir anlayışa da yol açabilir: “Madem Tanrı inancını tamamen devreye sokmadan evrenin mekanizmasını anlayabiliyoruz o halde kolayca, başlangıçta evreni tasarlayan ve yaratan bir Tanrı olmadığı sonucuna ulaşabiliriz.” Halbuki bu tarz akıl yürütmede düşülen yaygın bir mantık hatası vardır. Bu yanılgıyı şöyle örneklemek mümkün:


Ford marka bir otomobili ele alalım. Dünyanın ilkel kalmış yerlerinden birinde yaşayan, onu ilk kez gören ve modern mühendislik hakkında hiçbir şey bilmeyen birinin, aracın motorunun içinde aracı hareket ettiren bir tanrının (Bay Ford’un) olduğuna inanması mümkündür. Hatta aynı adam motorun içinde bulunan Bay Ford kendisinden hoşnut olursa aracın güzelce gideceğini, Bay Ford onu sevmez ise aracın gitmeyeceğini düşünebilir. Elbette daha sonra mühendislik çalışarak ve aracı parçalarına ayırarak, içinde Bay Ford olmadığını da keşfedebilir. Hatta arabanın nasıl çalıştığını da açıklamak için, Bay Ford’a ihtiyacı olmadığını anlamak için çok da zeki olmasına bile gerek yoktur. İçten yanmalı motorların genel prensiplerini anlamak aracın nasıl çalıştığının açıklaması için ona yeter. Buraya kadar tamam… Fakat sonradan o kişi, motorun çalışma prensiplerini anlamanın başlangıçta onu tasarlayan Bay Ford’un varlığına inanmayı gereksiz hale getirdiğine karar verirse bu çok büyük bir hata olur- felsefi terminolojiyle bir kategori hatası yapmış olur. Mekanizmayı tasarlayan bir Bay Ford olmasaydı, onun anlamaya çalışacağı bir şey de olmayacaktı.


Isaac Newton evrensel kütle çekim kanununu keşfettiğinde:” Gezegenlerin hareketlerine dair mekanizmayı keşfettim, bu yüzden o mekanizmayı tasarlayan fail bir Tanrı yoktur.” demedi. Tam aksine o mekanizmanın nasıl işlediğini anladığı için onu tasarlayan Tanrı’ya olan hayranlığı daha da artmıştı.


Boşlukların Tanrısı


Boşlukların tanrısı fikri bir ilah ya da Tanrı’nın olduğunu ileri sürmenin entelektüel tembellikten kaynaklandığı düşüncesidir: Yani bir olayı bilimsel yoldan izah edemediğimizde cehaletimizi örtmek için Tanrı fikrini ortaya atarız demektir. Ford örneğine geri dönersek; içten yanmalı motorların nasıl çalıştığıyla ilgili bilgimizin boşluklarında değildir. Daha doğrusu, Bay Ford, mekanizmaların sadece işleyişini bildiren izahların içinde yer almaz. Çünkü Henry Ford bir mekanizma değildir: O, ilk kez bu mekanizmanın var olmasından sorumlu öznenin kendisidir. Dolayısıyla, tüm mekanizma, onun elinden çıktığını gösteren işaretler taşır.


Richard Swinburne “ Bilimin, tabiat aleminin mükemmel derecede düzenli olduğunu göstermedeki başarısı, o düzenin meydana gelmesi için çok daha mükemmel bir sebebin olması gerektiğini gösteriyor.” der. Burada anlaşılması gereken en önemli nokta, Tanrı’nın bilime alternatif bir izah olmadığı hususudur. Bu yüzden de o, sadece boşlukların tanrısı olarak görülmemelidir. Aksine, O tüm izahların dayandığı temel dayanaktır: Bilimsel olsun ya da olmasın herhangi bir açıklamanın yapılabilmesini sağlayan şey onun varlığıdır. bunu vurgulamak önemli çünkü Richard Dawkins gibi bazı etkili yazarlar, Tanrı’yı bilime alternatif bir izah aracı olarak algılama konusunda ısrar ediyorlar. Dolayısıyla Dawkins burada Donkişot gibi yel değirmenlerine saldırmış oluyor. (Yani hiçbir ciddi düşünürün zaten inanmadığı garip bir Tanrı anlayışını reddediyor.)


İndirgemecilik


Bir şeyleri açıklamanın amacı o şeyin tabiatına ve fonksiyonuna ilişkin erişilebilir ve anlaşılabilir bir tanımlama yapmaktır. Bunu yapmanın açık bir yolu, problemi ayrı parçalara veya yönlere ayırmaktır. Böylece problemi tek tek incelemesi daha kolay olan bileşenlerine “indirgersiniz”. Metodolojik indirgeme olarak bilinen bu yöntem, bilimin normal seyrinin önemli bir parçasıdır ve bu yöntemin inanılmaz derecede etkili olduğu ispat edilmiştir.


Bunun dışında bir başka metot da çok kompleks olguların tanımlarını kısa ve zarif denklemlere indirgeyen veya sıkıştıran matematik dilidir. Mesela Kepler’in gezegenlerin hareketleriyle ilgili Tycho Brahe’nin  bir çok gözlemini ele alıp bu gözlemleri tek bir ifadeye sıkıştırarak, bütün gezegenler odaklarında Güneş’in bulunduğu elips biçimli yörüngelerde hareket ederler demek suretiyle başardığı şeyi düşünün. Veya Newton’un  Kepler’in çalışmasını, kütle çekim kanunu şeklinde daha da sadeleştirip sıkıştırmasını düşünün.


Bilimin içinde indirgemeciliğin sınırları olduğu gerçeğini bilim tarihi açık bir biçimde göstermiştir. Bilim tarihi, basitçe parçalardan öğrendiklerimizi üst üste koyarak elde ettiğimizden daha fazlasının bütünün kendisinde olabileceğini aklımızın bir köşesinde tutmak suretiyle indirgemecilik hevesimizi dengelememizin ne kadar önemli olduğunu öğretmiştir.


Metodolojik indirgemeciliğe ek olarak, indirgemeciliğin iki önemli türü daha vardır: Epistemolojik ve ontolojik indirgemecilik. Epistemolojik indirgemecilik daha yüksek seviyedeki bir olayın alt seviyelerdeki süreçlerle izah edilebileceğini söyler.


Karl Popper’in belirttiği gibi: “İndirgemeciliğin en başarılı olanlarında bile neredeyse her zaman çözümlenmemiş bir fazlalık kalır.


Bilim adamı ve felsefeci Michael Polanyi epistemolojik indirgemeciliğin her durumda işe yarayacağını beklemenin özünde niye mantıksız olduğunu görmemize yardımcı oluyor. Polanyi, tuğlayla bir ofis binası inşa ederken farklı seviyedeki süreçleri düşünmemizi ister. Her şeyden önce tuğlaların yapıldığı hammaddeleri toplamak gerekir. Sonrasında tuğlaları yapmak için birbirini takip eden daha üst seviye işlemler bulunur. Tuğlaların örülmesi (tuğlalar kendi kendilerini yapamaz); bina tasarımı ve binanın yapıldığı şehrin planının yapılması gibi. Her bir seviyenin kendi kuralları vardır. Tuğlaların hammaddesinde fizik ve kimyanın kuralları geçerlidir.; tuğla yapma sanatını teknoloji mümkün kılar; duvarcılar tuğlaları müteahhidin istediği gibi dizer; mimar; müteahhide gösterir ve mimar da belediye planlayıcıları tarafından kontrol edilir. Her bir seviye bir üstteki seviye tarafından kontrol edilir. Ama tersi doğru olmaz. Üst bir seviyenin kanunları, alt seviyedeki kanunlardan çıkartılamaz. Örneğin; eğer tuğlalar yeterince sağlam değilse, güvenli bir şekilde inşa edilebilecek binanın yüksekliğinde bir sınır olacaktır.


Şimdi, epistemolojik indirgemecilikle çok yakından ilişkili olan üçüncü tip indirgemeciliği, yani ontolojik indirgemeciliği ele alalım. Bunun klasik bir örneğini Richard Dawkins verir; oan göre:”Evren hareket eden atomların bütününden başka bir şey değildir, insanoğlu ise DNA üreten basit bir makine, DNA’nın üremesi de kendi kendine devam eden bir süreçtir. Bu her canlı varlığın yegane yaşam sebebidir.”
“Başka bir şey değil”, “yegane”, ”basit” kelimeleri ontolojik indirgemeci düşünce sistemini ele veren anahtar kelimelerdir. Bu kelimeleri çıkartırsak genellikle itiraz edemeyeceğimiz şeylerle karşı karşıya kalırız. Evren kesinlikle atomların bütünüdür ve insanoğlu elbette DNA üretir. Her iki ifade de bilimin ifadesidir. Ama başlarına “başka türlü bir şey değil” sözcüklerini ekleyince bu cümleler bilimin dışına çıkıp materyalist veya natüralist inancın bir ifadesi haline gelirler. Burada sorulması gereken soru şudur: Niyeti ele veren bu kelimeler eklenince cümleler hala doğru olmaya devam ediyor mu? Gerçekten evren ve hayat sadece bundan mı ibaret?


O zaman aşk ve korku için ne düşüneceğiz? Onlar da anlamsız birer sinirsel davranış biçimi mi? Rembrandt’ın bir resmi, tuval üzerine serpilmiş boya moleküllerinden başka bir şey değil mi yani?


Tıpkı bilimciliğe yöneltildiği gibi, ontolojik indirgemeciliğe de yöneltilen en yıkıcı eleştiri onun kendi kendini çürütmesidir. Ne kadar karmaşık gözükürse gözüksünler, mantıksızlıktan mantık çıkarma teşebbüslerinin hepsinde bariz bir iç çelişki vardır.


Bilgi Nedir?


Günlük dilde bilgi kelimesini genellikle daha önce bilmediğimiz ama şimdi bildiğimiz bir şeyi ifade etmek için kullanırız. (Bilgi sahibi olduk ya da bilgiye ulaştık deriz.) Pek çok bilgi aktarma yolu vardır: Sözcüklerle, düz yazıyla, işaret diliyle, şifreli yazılarla v.b. Bilgiyi ölçmeye çalıştığımızda ise problem ortaya çıkar. Yine de bilgi teorisi, önemli ilerlemeler kaydetmiştir. ve bu ilerlemeler, genetik bilgi dediğimiz bilgi türünde yaptığımız çalışmalar açısından büyük değer taşırlar.


Sentaktik (Sözdizimsel) ve Semantik (Anlamsal) Bilgi


Şimdi çok önemli bir şeyi anlatacağım fakat ilk başta size biraz karmaşık gelebilir. Cep telefonunuza şöyle bir mesajın geldiğini düşünün: ZXXTRQ NJOPW TRP. Bu mesaj 16 sembol uzunluğundadır. Daha önceki gibi bir hesaplama yaparak bu mesajın 16 log227 bit kadar bir bilgi içerdiğini görürüz. Fakat siz:”Hayda! Ne mesajı! Ben burada bir mesaj falan göremiyorum. Bilgi, bu saçma sapan şeyin neresinde?” diyeceksinizdir. Şimdi şu gerçeği anlamaya başlıyoruz: Az önce tartıştığımız türden bilginin aslında “anlamla” hiçbir ilgisi yoktur. İşte anlamla ilişkisi olmayan bu tarz bilgiye biz sentaktik bilgi diyoruz. (Kuran da bazı ayetlerin başlarında bulunan harflerin/rakamların anlamsız birer bilgi olduğunu düşünenler, bunun bir mesaj içermediğini veya değerlendirilmesi gereken bir bilgi niteliği taşımadığını söyleyerek bilinmezcilik tavrı takınanlara en iyi örneklerden biri bu bilgi türüdür. Objektif olabilmek adına bu konu Kuran'dan ve söylediklerinden bir haber olan insanlar tarafından ortaya çıkarılmasına da dikkat çekmek isterim. (Ör: Ya Sin - Y10S60 ya da 15:01 ayetindeki A1L30R200 gibi.[Kuran eskiden ebced yazı sistemini kullanırmış ve o dönemde bu harfler rakam olarak telafuz edilirmiş.]Daha detaylı bilgi için Arayış başlıklı yazıyı okuyabilirsiniz. Ayrıca Kuran ayetlerinden "mesaj" olarak bahseder. Bilginin kaynağı olduğunu söyleyen bir yaratıcı neden bilgiyi verdiği insanlara bilginin her çeşidiyle seslenmesin diye sormaktan geri duramıyorum!? Veya bilgi çağında olduğumuzu düşünürsek bu mesajların tarafımızdan anlamlandırılmaya bu dönemde başlaması sadece boş bir tesadüf olabilir mi?)


Günlük deneyimlerimiz açısından bakarsak bu ilk başta sezgiye aykırı gibi görünebilir; bu yüzden sentaktik bilgiyi daha detaylı olarak anlatmamız gerekiyor. Diyelim ki cep telefonunuza bir mesaj gönderileceği söylendi.Ayrıca gönderilebilecek dört sembol olduğu (^&*$) ve mesajın beş sembol uzunluğunda da olacağı söylendi. Ardından siz telefonun ekranına baktınız ve şöyle bir şey gördünüz: %=\*& . Şimdi ne kadar bilgi almış oldunuz? Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorsanız hala hiçbir bilgi almadınız demektir. Fakat sentaktik anlamda bilgi aldınız. Dört tane olası sembol var. bu sembollerden birini alma olasılığınız 1/4 ve alınan her bir sembol tarafından sağlanan bilgi miktarı 2 bittir. Bu durumda beş sembolden oluşan toplam mesaj 10 bittir. Başka türlü ifade edersek: Eğer kaç olası 'mesaj'alabileceğinizi sayarsanız bunun 2 üzeri 10 olduğunu görürsünüz. Şimdi mesajın ne olduğunu biliyorsunuz (ama ne anlama geldiğini hala bilmiyorsunuz.) Dolayısıyla, bir açıdan da olsa bilgi edinmiş oldunuz.


Sentaktik bilgiyi ölçmek hiç de önemsiz bir şey değildir ve bununla ilgili teoriye Shannon Theory Of Information denir çünkü bu teori Claude Shannon tarafından geliştirilmiştir. Shannon parazitli bir iletişim kanalının kapasitesiyle alakalı belli başlı matematiksel değerleri bulmuş ve bu matematiksel sonuçlar günümüz toplumunun bağımlı hale geldiği iletişimin kuramsal temelini oluşturmuştur.


Semantik bilgiyi (yani anlamı) matematiksel olarak ölçmek ise, çok daha büyük bir problemdir ve şimdiye kadar başarılı bir yöntem bulunamamıştır. Bu da pek şaşırtıcı olmayan bir gerçekle alakalıdır: bir yazı büyük oranda içinde bulunduğu bağlama göre anlam kazanır. Eğer benim cep telefonuma “evet” yazan bir mesaj geldiğini görürseniz bunun sorduğum bir soruya cevaben verildiğini tahmin edersiniz ama bu cevabın “bu geceki maça biletin var mı?” ya da “benimle evlenir misin?” sorularından hangisine karşılık gönderildiğini bilemezsiniz. Mesajın anlamı önceden bağlamının bilgisi olmadan belirlenemez. Diğer bir deyişle herhangi miktarda bilginin yorumlanabilmesi için o bilginin kendisinden çok daha fazla miktarda bilgiye ihtiyaç vardır. (Ki biraz önce bahsettiğim başlangıç harflerinin sistem içindeki yerine işaret eden hemen ardındaki devam ayetleri Kuran’ın bu yöntemi içinde barındırdığına da bir örnek teşkil eder.)


DNA ve bilgi


Şimdi bu düşüncemizi moleküler biyolojiye uygulayalım. DNA molekülünün kimyasal alfabesinde bulunan “harflerin” oluşturduğu diziyi düşünelim. Bir moleküler biyolog olduğunuzu farz edelim. Bu durumda bu harf dizisinin ne anlama geldiğini biliyorsunuzdur ve onları genlere ayırıp, hangi proteinlerin ne için kodlandıkları gibi şeylerden bahsedebilirsiniz. Yanisizin için bu sembol dizisinin semantik bir tarafı vardır. O durumda DNA sizin için, tıpkı dil gibi spesifize olan bir kompleksliğe sahiptir; çünkü bir gendeki harflerin düzeni proteindeki aminoasitlerin sekansını belirler.




DNA’ya baktığınızda, ACGGTCAGGTTCTA… sembollerinin oluşturduğu upuzun ve anlamsız diziden başka bir şey göremiyorum. Aslında bu dizinin anlamını bilemiyor olsam da, bu diziyi doğru şekilde oluşturabilmem için bana ne kadar sentaktik bilginin verilmesi gerektiğini hesaplayabilirim. Genetik alfabe dört harften oluşur ve bana okuduğunu ya da (bilgisayarla gönderdiğiniz) her bir harf 2 bit bilgi taşır. Dolayısıyla insan genomundaki DNA kabaca 3.5 milyar harf uzunluğunda olduğuna göre 7 milyar bit bilgi taşır. eğer bana bu bilgi verilirse yazdığımın ne anlama geldiğini hiç bilmeden DNA’yı yazabilirim.


Bilgi konusunda son bir örneği de komplekslik ve algoritmik bilgi teorisini içinde barındıracak şekilde vermek istiyorum.


Eğer bir sayfanın üzerine mürekkep dökülürse kompleks bir olay ortaya çıkar; şöyle ki mümkün olan bütün mürekkep lekeleri içinde tam o lekeyi elde etme şansı son derece küçüktür. Fakat mürekkep lekesinin kompleksliği spesifize olmamıştır. Diğer taraftan eğer bir kişi o sayfanın üzerine mürekkebi kullanarak bir mesaj yazarsa spesifize edilmiş bir komplekslik oluşur. Bu durumda bir an bile düşünmeden mürekkep lekesini tesadüfe ama yazıyı akıllı bir faile bağlıyoruz öyle değil mi?




Şimdi  bu fikirlerin bir kısmını genoma uygulayalım: DNA molekülü üzerindeki A,C,G ve T’ler herhangi bir yerde bulunabilir ve böylece esasen algoritmik olarak sıkıştırılamaz ifadeler meydana getirirler, bu nedenle matematiksel olarak rastgeledirler bunun altını bir kez daha çiziyoruz. Ama elbette ki bu metematiksel rastlantısallığın DNA dizinlerinin tamamen gelişi güzel olduklarını gösterdiğini düşünmemeliyiz. Aksine DNA molekülündeki bütün olası sekansların ancak çok küçük bir kısmı biyolojik açıdan önemli moleküllerin spesifize olmuş kompleksliğini gösterir, tıpkı bir alfabedeki bütün olası harf dizilerinin ya da herhangi bir dildeki kelimelerin çok küçük bir kısmının o dilde anlamlı cümlelerin spesifize olmuş kompleksliğini gösterdikleri gibi. Bu noktayı açmak için bir örnek verelim. Profesör Derek Bickerton tek bir cümlenin bile nasıl muazzam bir mesele haline gelebileceğini şu şekilde anlatır: “Hadi gelin on kelimeden oluşan bir cümle kurmaya gayret edin. Prensipte, bunu yapabilmenin 3.628.800 yolu vardır, fakat bu alıntının ilk cümlesini kurmak için ancak bir yol doğru ve anlamlı bir sonuç verir. Bu da 3.628.799 yolun gramer bakımından doğru olmadığı anlamına gelir. Bunu öğrenebilmemizin tek bir yolu olabilir o da sanki bir cümlenin nasıl kurulduğunu gösteren bir formülümüzün olmasıdır ve bu formül öyle kompleks ve teferruatlı bir formüldür ki on kelimelik bir cümle kurarken düşünülebilecek 3.628.799 hatalı yolu otomatik olarak eleyerek doğru olanı kullanmamızı sağlayabilmektedir. Ayrıca böyle bir formül sadece örnek cümleye değil bütün cümlelere uygulanması gerektiği için her bir dilde evrendeki atomlardan daha fazla sayıda gramer bakımından hatalı cümleyi elemektedir.”...


Bundan sonra değinmeye çalışacağım evrim hakkındaki konuların daha da anlamlandırılabilmesi adına şimdilik bu kadar temel bazlı paylaşımın yeterli olduğunu düşünüyorum.


Sonraki konularda görüşmek dileğiyle…


Yorumlar