Nuh Tufanı Serisi 3. Bölüm Nuh Tufanı ile İlgili Güncel Cevaplar



1.Bölüm Nuh Tufanı ile İlgili Mitler ve Semavi Dinlerin Anlattıkları-Kıyaslı


2.Bölüm Dünya Toplumları Neden ve Ne Zaman Tufan Olayının Gerçekliğini ve Niteliğini Sorgulamaya Başladı?

Bölüm 3

Nuh Tufanı ile İlgili Güncel Cevaplar

Merhaba. Nuh Tufanı serimizin üçüncü ve son bölümüyle kısa bir zaman için yeniden birlikteyiz çok şükür. Bu bölüme direkt geldiyseniz, öncesinde yukarıda linkini paylaştığım bölümleri okumanız çok daha faydalı olacaktır. Çünkü bu bölümü analiz edebilmeniz için gereken öncü bilgilerin tümünü yukarıdaki linki verilen iki bölümde bulabileceksiniz.

Jeolojinin bağımsız bir bilimsel disiplin olarak ortaya çıkması ile Nuh Tufanı’nın izlerinin araştırılması

1807 yılında Londra Jeoloji Cemiyeti’nin kuruluşu, jeolojinin bağımsız bir bilimsel disiplin olarak belirmesi sürecinde bir dönüm noktası niteliğindedir. Dünya tarihini araştıran doğa felsefecileri ilk defa “jeolog” sıfatını benimsemeye başlamış, profesyonel bir jeologlar sınıfı belirmişti. Yeni jeologlar bilinçli olarak, kendilerinden önce gelen varsayımcıların “büyük kuramlarını” reddederek, alan araştırmalarına odaklanmayı istiyordu. Gerçi ilk başlarda, jeolojik kayıtların doğa teolojisi kuramlarını desteklemek üzere kullanılıp kullanılamayacakları konusunda görüş ayrılıkları da yaşanıyordu. Ancak her halükarda jeoloji biliminin erken evreleri, bilim ile din arasındaki ilişkileri bir “çatışma kuramıyla” yorumlamayı isteyen kimselerin eline pek bir koz vermiyordu, çünkü ilk jeologlar neredeyse tümüyle benimsedikleri dinin sınırları içerisinde hareket ediyordu. (21. Yüzyılda Din ve Bilim, Matris’i Yeniden Oluşturmak – Denis Alexander)

Üstelik bu jeologların birçoğu yakın çevrelerine, bazen de halka, keşiflerinin Hıristiyanlık inancıyla uyumlu olmasından çok memnundu, çünkü bu onlara deizmi eleştirmek için yeni bir dayanak sağlıyordu. Jeoloji öylesine yeni bir bilim dalıydı ki, Sedgwick bu pozisyona atandığında konuya dair hiçbir bilgiye sahip değildi. Göreve başladığında, “Tek bir rakibim var, Queensli Gorham. Onun da bana karşı hiçbir şansı yok, çünkü ben jeoloji konusunda hiçbir şey bilmiyorum, Gorham ise çok şey biliyor; ama bildiklerinin hepsi yanlış!” diyordu.

Deistler, doğanın Tanrı tarafından yaratıldığı, ancak artık evrenin doğa yasalarının egemenliğinde dengeli bir durumda bulunduğu yönünde oldukça statik bir anlayış benimsiyordu. Sedgwick için fosiller, bazı türlerin yok oluşu ve yeni türlerin ortaya çıkışına dayanan düzenli bir sürece işaret ediyordu. Dolayısıyla bu fosiller Tanrı’nın yarattığı dünyada halen etkin olduğunu ispatlayan deliller olarak kabul edilebilirdi. Oxford Üniversitesi’nde Jeoloji Profesörü olan Papaz William Buckland (1784-1856) da jeoloji alanında yapılan keşiflerin dinsel inançlarla uyumlu olduğunu göstermek konusunda en az Sedgwick kadar hevesliydi. (21. Yüzyılda Din ve Bilim, Matris’i Yeniden Oluşturmak – Denis Alexander)

Buckland, Reliquiae Diluvianae (1823) adlı eserinde, İngiltere’de artık görülmeyen bir memeli türüne ait kemikler içerdiği iddia edilen sözde tufan öncesi döneme ait (antediluvial) bir sırtlan ininin keşfinden yola çıkarak, yakın zamanda, mucizevi nitelikte olmayan bir tufanın gerçekleştiğini iddia ediyordu. 

Buckland evrensel bir tufanın gerçekleştiğini, “böyle bir olayın yaşandığını Kutsal Yazılar’dan öğrenmiş olmasak bile” jeoloji sayesinde ispat edilebileceğini iddia ediyordu. Ancak Buckland birkaç yıl sonra bu iddiasından vazgeçerek, Louis Agassiz’in (1807-1873), sırtlan ininde bulunan kalıntıların yakın zamanda bir Buz Devri’nin yaşanmış olduğu varsayımıyla daha makul biçimde izah edilebileceğini savunduğu kuramını destekleyen ilk jeologlardan biri oldu. 

Buckland’ın farklı bir yorumu benimseyişi, Tufan öyküsüne inanmaktan vazgeçtiği anlamına gelmiyordu, sadece daha müspet bilimsel izahatlar sunulduğunda bunları kabul etmeye hazır olduğu anlamına geliyordu. Ancak 19’uncu yüzyıl ortalarına gelindiğinde jeologların çoğu Tufan’ın yalnızca Mezopotamya bölgesini etkileyen yerel bir sel olayı olduğu görüşünü benimser olmuşlardı. Ara sıra yaşanan “çatışmalar” genellikle çok sayıda din adamının da dâhil olduğu yeni profesyonel jeologlar sınıfı ile bu grubun hegemonyasına karşı bir tehdit olarak algılanan “amatörler” arasında yaşanıyordu. (21. Yüzyılda Din ve Bilim, Matris’i Yeniden Oluşturmak – Denis Alexander)

Özellikle Jeoloji Cemiyeti’nin gelişimine büyük katkıları olan Charles Lyell, yeni profesyonel jeologların yetkisini sorgulamaya kalkışanları sert bir dille eleştiriyordu: Kutsal Yazılar’a getirdikleri yorumlamalardan hareketle, yaratılış ve tufana dair kuramlar ortaya atmaktan, üstelik bu kuramlarında, Musa’nın tarih anlatısının kendilerinin asla incelemedikleri olgularla uyumlu olduğunu iddia etmekten ve yazılarının her bir sayfasında yetersiz oldukları anlaşılan konularda belirli yargılara varmaktan çekinmezlerdi. Gerçekten de 19’uncu yüzyılın ilk dönemlerine gelindiğinde artık Kutsal Kitap’ı jeoloji için bir bilgi kaynağı kabul eden jeologların sayısı yok denecek kadar azdı. Ancak amatörler için aynı şey söylenemezdi; azınlıkta kalan bir grup amatör hâlâ Yaratılış Kitabı’nın ilk birkaç sayfasın da jeolojik bir kronoloji arıyordu (bu gelenek 1850’li yıllara dek varlığını sürdürmüştür). Aslında bu sözde “Musa jeolojisi”, jeoloji bilim dalında yaşanan ve daha önceden herkesin varsayımlar ortaya atabildiği konularda artık uzman olmayanlara söz hakkı tanımayan ihtisaslaşma eğilimine karşı bir tepki mahiyetindeydi.

19’uncu yüzyıl başlarında jeoloji kapsamında gelişen başlıca tartışma, Felaketçiler ile Tekdüzelikçiler (birörnekçiler) diye anılan iki taraf arasında süregelen bir münazara şeklinde karikatürize edilerek yansıtılmıştır. Felaketçiler jeolojik kayıtların bir dizi büyük felaket sonucunda oluştuğuna ve bu felaketlerden her birinin bütün hayvan türlerinin yok olması, ardından da eskisine kıyasla daha üstün biçimde düzenlenmiş yeni hayvan türlerinin ortaya çıkmasıyla neticelendiğine inanıyordu. Tekdüzelikçiler ise, jeolojik değişikliklerin aşamalı bir süreç sonucunda oluştuğuna ve bu süreçlerin dünyanın biçimini değiştirmeye devam ettiklerine inanıyordu. Karikatürize edilmiş bir anlatıma göre, Oxford’dan William Buckland ve Britanya Bilim Gelişimi Derneği’nin kurucularından olan Cambridge’den Adam Sedgwick de dâhil olmak üzere 19’uncu yüzyıl başlarının önde gelen Britanyalı taşbilimci ve jeologlarının çoğu Felaketçi olarak tanımlanabilir. Ayrıca bu anlayış uyarınca Tekdüzelikçilerin başkahramanı da 1830 ila 1833 yıllarında üç cilt halinde yayınlanan Jeolojinin İlkeleri ’nin (Principles of Geology) yazarı Charles Lyell olur. Bu abartılı anlatım dâhilinde Felaketçiler, dünya topografyasının oluşumu konusundaki kuramlarında geçen felaketleri Tanrı’nın varlığıyla izah etmeyi tercih ettikleri için dinin ve Kutsal Kitap’ın önyargılı savunucuları, “deneye dayalı bir yaklaşımı” benimseyen Tekdüzelikçiler ise öngördükleri aşamalı süreçler “Tanrı’nın müdahalesini gereksiz kıldığı için” daha çok “laik” kabul ediliyordu. (21. Yüzyılda Din ve Bilim, Matris’i Yeniden Oluşturmak – Denis Alexander)

Nuh Tufanı Hangi Coğrafyada Meydana Gelmiştir? 

Karadeniz ve Van Gölü Bölgeleriyle İlgili Hipotezler

Coğrafya insan ve doğal ortamın karşılıklı etkileşimini araştıran ve bunu yaparken de özellikle dağılış ilkesini uygulayan bir bilimdir. Tufan olayı da sonuç olarak tarihsel bir olaydır. Bir mekanda geçmektedir. Tufan olayının cereyan ettiği mekan özelliklerinin ortaya konularak doğru bir şekilde değerlendirilebilmesi Tufan olayı üzerindeki tartışmaları ve Tufan olayının yorumlanmasına ait farklılıklara başka bir bakış açısı sağlayacağı düşünülmektedir.  

Tufan hikayesinin anlatıldığı dönemin özellikleri düşünüldüğünde sözlü geleneğin yaygın olduğu bir döneme olması, tufan olayının kayıt altına alınmasına kadar bazı bozulmaların  yaşanmasına neden olmuştur. 

Bazı ilkel kabile inançlarında tufan su baskınından ziyade felaket anlamına da gelmektedir. Mesela eski Türklerde, Afrika’da Yaruba kabilesi ve Pigme inancında ateş, İskandinavya ve Mısır inancında kan, Columbia nehri ve Washington Eyaleti yerlileri inancında gözyaşı bir  tufan afeti olarak belirtilmektedir. Bazen de tufan kelimesi ile birlikte suyun taşması  anlamına gelen “tuğyan” kelimesi metinlerde kullanılmıştır. (Aksoy, 1987) Tufan kelimesinin  farklı anlamlara gelmesi gerek tufan anlatılarının ortaya çıkış döneminin koşulları ile gerekse farklı kültürel ortamlara ve inançlara sahip insanların tufana yüklediği anlamlardan kaynaklanmış olması önemli bir etkendir. 
(Nuh Tufanı Üzerine, Dr. İskender Dölek, Muş Alparslan Üniversitesi, Muş/Türkiye, Öğr. Gör. Naci ÖZSOY, Bitlis Eren Üniversitesi, Bitlis/Türkiye, https://www.researchgate.net/publication/327439922_NUH_TUFANI_UZERINE )

Araştırmacılar önce, ilk yazılı kaynak olarak M.Ö. VIII (IX, X) yüzyılda kaleme alınmış Yahvist metinle M.Ö. VI. YY yazılmış Ruhban metinlerinin bir araya getirilmesinden ibaret olan Tevrat’taki Nuh kısasına başvurdular. Daha sonra Hristiyan’lığın kutsal kitabı Yeni Ahidi,  sonunda da Kur’an-ı Kerim’i incelediler. Ama tufan anlatısının izlerini Asurbanipal’ın Ninova  Kitaplığı’nda ele geçen Gılgamış Destanı’ndaki  Babil anlatısına kadar sürmek mümkündür.  Ve  bu anlatının, Sümerlerin çok daha erken tarihli büyük olasılıkla İÖ 3400 yılından öncelere giden bir öyküsünden kaynaklandığı sanılıyor. 

Tufanın gerçekleştiği yerle beraber; Tufanın bütün dünyada gerçekleşen bir olay mı ya da yerel bir olay mı olduğu sorusuna verilecek cevap önemlidir! Bu soruya değişik cevaplar  verilebilir. Ancak genel kanaat tufanın yerel bir olay olduğu şeklindedir. Bu durumu destekleyen en önemli görüş de buzullarda dahil yeryüzündeki tüm suların, tüm karaları  sular altında bırakamayacağı şeklinde yapılan, hesaplamalarla elde edilen fiziksel ve matematiksel sonuçtur. (Wynn ve Wıggıns 2008), (Gadjimuradov 2007, akt. Çığ 2010).

Tufanın meydana geldiği yer ve oluşum şekliyle ilgili en eski açıklamalardan biri Eduard Sues’e (1904) ait olanıdır. Eduard Sues’e göre Tufan, bir yer sarsıntısı ile Basra Körfezini  havaya savuran şiddetli bir kasırganın üst üste geldiği trajik bir rastlantının sonucuydu. Ana yer sarsıntısı geldiğinde (Basra Körfezinin güney ucunda ) bahtı yaver gidip hazırlık yapmış olan ailesini ve hayvanları alacak bir gemi yapan Nuh dev bir tsunami ya da deniz dibi merkezli deprem dalgasına kapılıp kuzeye doğru sürüklendi ve Irak ovalarını boydan boya geçip kuzeydeki dağlarda bir yere takıldı (Grene, 1992).

Bazı araştırmacılar, ilk büyük tufan kabul ettikleri Sümer Tufan’ını deniz tabanında meydana gelen çökme sonucunda Basra körfezine hücum eden suların bölgeyi basması neticesinde  meydana geldiğini savunmuşlardır. (Contenau,  1952)

Yılmaz Güner’in (1986) yaptığı çalışmada da Tufan olayı meydana gelmişse, bu coğrafyada  Nuh’un gemisinin kuzeye doğru sürüklendiğinde Cudi dağına oturabileceğinden bahsedilir.  Aynı  çalışmada  bir  gemiye  çok  benzetilen  “Nuh’un Gemisi”  olarak  ifade  edilen  Ağrı  Dağı çevresindeki  kabartının, jeolojide  “yer akması”  (earthflow)  adıyla  anılan  ve  buzulların  kaymasıyla  ortaya çıkmış, son derece doğal bir oluşum olduğu da öne sürülmüştür. (Nuh Tufanı Üzerine, Dr. İskender Dölek, Muş Alparslan Üniversitesi, Muş/Türkiye, Öğr. Gör. Naci ÖZSOY, Bitlis Eren Üniversitesi, Bitlis/Türkiye, https://www.researchgate.net/publication/327439922_NUH_TUFANI_UZERINE )

Yukarıda verilen birkaç çalışmada  da olduğu gibi  tufanın daha çok  Mezopotamya’da gerçekleştiği şeklinde bir  görüş  hakimdir.  Bu  görüşün  ortaya  çıkmasında  söylencelerin  büyük  kısmının  Mezopotamya  kaynaklı olması ve Kuranda da geçen “ Cudi”  kelimesini karşılayan aynı adlı bir dağında bu bölgede bulunmasıdır.

Denildi ki: “Ey yer, suyunu tut ve ey gök, sende tut.” Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemide) Cudi (dağı) üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: “Uzak olsunlar” denildi. (Hud Suresi 11/44) 

Cûdî; Arapça kelime manası cömertliğe ait, eli açık olmaya ait demektir. C-v-d kökünden gelmektedir. Cûd; cömertlik  demektir,  kelimenin  sonuna getirilen  Nispet  Yâ’sı  ile  Cûdî;  cömertliğe  ait  anlamı  kazanmıştır. Örnek olarak  Kitâb  kelimesine getirilen  Nispet  Yâ’sı ile  Kitâbî  denmesi gibi.  Bu  durumda  Kitâb;  üzerine yazı yazılan, kitap manasına geldiği gibi Kitâbî kitaba ait demek olur. Aynı zamanda engince dağ manasına da gelmektedir. Ama bu anlam Nuh’un gemisi ile ilgili olduğu düşünülmektedir. Her dağa söylenebilen cins isim olarak da karşımıza çıkmaktadır.   Ancak ayetlerde geçen dağ kelimesi (cebel) kullanılırken, geminin durduğu yere neden (el-Cûdî) denilmiştir? Herhangi  bir  dağ  ise  neden  genel  olanı  değil  de  farklı  olanı  kullanılmıştır?  Burada  ki  muradın  farklı olduğunu kelimenin farklı kullanılmasından anlaşılmaktadır.  O dağ, herhangi  bir dağ olabilir  ama  Allah’ın Nuh’ a ve yanındaki ümmetlere cömertliğinin bir delili  olduğu kesindir. Bu yüzden (el-Cûdî) denilmiş olabilir. Bu bilgiler ışığında tûfan, Mezopotamya dışında bir yerde de gerçekleşmiş olabilir. (Nuh Tufanı Üzerine, Dr. İskender Dölek, Muş Alparslan Üniversitesi, Muş/Türkiye, Öğr. Gör. Naci ÖZSOY, Bitlis Eren Üniversitesi, Bitlis/Türkiye, https://www.researchgate.net/publication/327439922_NUH_TUFANI_UZERINE )

Karadeniz Bölgesiyle İlgili Görüşler

Farklı araştırmacılar tarafından dile getirilen bir düşünce de Tûfan’nın Karadeniz bölgesinde olmuş olabileceğidir. Çünkü Sümerlerle ilgili görüşlerden bazıları, Sümerler ’in günümüzden yaklaşık 6000 yıl önce Asya’dan göç ederek Irak’ın güney sınırları içerisinde yer alan, Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki bölgeye yerleşen bir halk oldukları  şeklindedir.  Dil, giyim ve  fiziksel özelliklerine bakılarak Sümerlerin Orta Asya’dan gelen bir kavim olduğu  söylenmektedir. (Günaltay  1987,  Bayram  1999,Özçelik  2002).

Sel, taşkın su veya tufan olarak düşündüğümüz şey Kur’an’da üç defa farklı zamanlar, farklı yerler ve farklı kişiler için kullanılmıştır. Ama bunların en şiddetlisi şüphesiz Nuh tufanıdır. Örneğin Sebe suresi 34/16  ayetinde farklı  olarak Arîm selinden  bahsetmektedir; “ Ancak  onlar  yüz  çevirdiler,  böylece bizde onlara Arîm selini gönderdik. Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük.” Tufanın Latince karşılığı diliviumdur. Dilivium ifadesi özellikle dördüncü zaman olarak ifade  edilen Kuvaterner içerisinde çok sayıda buzul, döneminin yaşandığı pleistosen devrini belirtmek içinde kullanılmaktadır. Bu şekliyle buzul ve  buzullar arası dönemler birer tufan olarak değerlendirilebilir.

Şu bir gerçek ki bu gün Karadeniz olarak bilinen yerde yaklaşık 8000 bin yıl önce  gerçekleşmiş muazzam bir taşkına ait bilimsel olarak da tespit edilen izler mevcuttur. Bu  olay yer tarihinde ilk defa yaşanmış bir sefere mahsus gerçekleşmiş bir olay değildir. Yerin iklim tarihi incelendiğinde benzer doğa olaylarını görmek mümkündür. (Nuh Tufanı Üzerine, Dr. İskender Dölek, Muş Alparslan Üniversitesi, Muş/Türkiye, Öğr. Gör. Naci ÖZSOY, Bitlis Eren Üniversitesi, Bitlis/Türkiye, https://www.researchgate.net/publication/327439922_NUH_TUFANI_UZERINE )

Van bölgesiyle İlgili Görüşler

Bundan sonraki bölümde  Ilham Gadjimuradov’un Nuh Tufanı: Ararat masalı ve hikayenin asıl coğrafyası adlı çalışmasından detaylı analizlerini onun dilinden aktaracağım. Benim de araştırmalarım sonunda bu görüşe daha yakın bir kanaatim oluştuğunu söyleyebilirim. 

Tufan  hakkındaki  en  eski  çivi yazılı  kaynakların  bugünkü  Irak  topraklarında, Güney Mezopotamya'da bulunduğu bilinmektedir. Bu nedenle bazı  araştırmacılar Mezopotamya'yı söz konusu afetin anavatanı olarak görüyorlardı (Woolley 1929:31). Ancak, Fırat ve Dicle nehirlerinin   taşkınlarında bile, nüfusun felaket bölgesini terk etmek için yeterli zaman olduğundan, tüm yaşamı tahrip eden bir sel felaketi hakkındaki efsanelerin ortaya çıkmasına temel teşkil etmesi olanaklı değildir. Aynı durum, Amerikalı jeologlar William Ryan ve Walter Pitman'ın Karadeniz teorisi hakkında da söylenebilir. Buna göre sel felaketi, 8000 yıl kadar önce,  buzulların erimesi  ve  deniz seviyesindeki genel bir yükseliş nedeniyle, Akdeniz sularının Karadeniz'e boşalması sonucu olmuştur (Ryan ve Pitman 2000). Yazarlar bu olayın eski Doğu efsaneleriyle ilişkisini ve suların   şiddetli yükselme mekanizmalarını gösterememişlerdir. Yaşanan felaketin buradan tamamen farklı bir coğrafyada gerçekleştiği söylenmelidir. Oysa Tufan ile ilgili eski metinlerde olayın volkanik bir bölgede meydana geldiğini göstermektedir.

Kasım  2017'de beri Van Gölü'nde,  Adilcevaz açıklarında su altında eski   yerleşimlerin kalıntılarının keşfedildiği basına yansıdı. Arkeologlar Van Gölü içindeki bu kalıntıları henüz incelemediler. Bu bulgular, yaklaşık 15-20 m. derinde, Van Gölü’nde sualtı arkeolojisinin potansiyelini göstermektedir. Göl suları altındaki eski kalıntılar korunmuş halde günümüze kadar gelmiş olabilirler. (Resim 1)



Van Gölü’nde yapılan bilimsel çalışmalar göl seviyesinin geçmişte daha aşağı seviyelerde olduğunu göstermektedir (Cukur2015). Van Gölü, Avrasya, Anadolu ve Arap plakalarının birleştiği noktada tektonik olarak çok aktifbir bölgede yer almaktadır (Dicle ve Üner 2017, Resim 2).

Göl, Nemrut Yanardağı’nın patlamasından sonra Tatvan yakınında oluşan tıkanma sonucunda oluşmuştur (J.   H. Maxson, 1936).  Bu patlamadan önce Van Gölü’nün, Dicle ve Fırat ile bağlantısı olduğu muhtemeldir.

Araştırmamız için ilginç olan öncelikle son 5-6 bin yıldan beri gerçekleşen şiddetli su seviyesi  yükselmeleridir.  Mevcut kıyı bölgelerde gölün daha sığ olan alanlarının sualtı arkeolojisi için özellikle önemli olabileceği varsayılabilir. Göl sedimanlarının polen analizleri, Tunç Çağı'nda, Van Gölü havzasında iklim koşullarının optimal olduğunu  göstermektedir (Wick  et   al 2003:671).   Eski daha küçük gölün kıyılarında, muhtemelen bugünkü kadar yerleşim vardı. Bu yerleşimler muhtemelen bir sel sonucu sular altında kalmıştır (Resim 4). Bu bağlamda dikkat edilmesi gereken, Nuh'un  Gemisinin mahsur kaldığı  Eski Ahit Tufan hikayesindeki Ararat topraklarının belirtilmesidir. (Yaratılış 8:4)

Ortaçağ Tevrat çevirilerinde yapılan bir yanlışlık nedeniyle burası, Türkiye’nin doğusundaki Ağrı Dağı ile özdeşleştirilmektedir (Petrosyan 2016). Ancak, söz konusu dağ bölgedeki yerel dillerde farklı adlarla anılmaktadır:  Ermenice  Masis, Türkçe  Ağrı-Dağı, Ararat adı geçerli değildir. İncil'de  Ararat adı, Doğu Anadolu’daki dağlık bölgeyi belirtmek için kullanılır (Yeremya 51:27; 2. Krallar 19:37; Yeşeya 37:38). Şüphesiz, Nuh'un Gemisi hikayede Ararat Dağları adı verilen ve merkezinde Van Gölü havzası bulunan Ararat/Urartu ülkesi anlamına elmektedir (Resim 5). 


Bölge coğrafyasına  dönersek,  dikkatimizi deniz seviyesinden 1650 m yükseklikte bulunan Van Gölü havzası çekmektedir. Şiddetli yağışların yol açtığı seller Van Gölü havzasında son zamanlarda da yaşandı (Deniz   ve  Yildiz  2007:707-711). Eski zamanlardaki gayzerlerin, volkanik  püskürmelerin, kasırgaların, depremlerin ve  tsunamilerin göl çevresindeki  eski yerleşimler üzerindeki korkunç etkisi sadece tahmin edilebilir. Tevrat (Yaratılış 7:11-12) ve Kur’an (11:40) metinlerdeki Tufan ile ilgili belirli bölümler ancak hikayenin volkanik çevre doğası varsayılırsa anlaşılabilir. Burada Tufan’ın nedeni sadece yağmur değil, aynı zamanda yerin altından fışkıran sulardır. Bu fışkırmalar, genellikle volkanik patlamaların sonucu ortaya çıkan gayzerlere işaret etmektedir. Benzer oluşumlar günümüzde İzlanda gibi genç volkanik bölgelerde izlenebilir (Resim 6).



Nuh Tufanı hikayesinde belirtilen şiddetli yağmurlar da volkanik patlamaların bir sonucu ortaya çıkmış olabilir, çünkü magma ve lavlar yeraltı ve yerüstü sularıyla temas eder ve daha sonra yağış şeklinde düşen büyük su kütlelerinin buharlaşmasına neden olabilir (Stothers1984:1191–1198).   

Nemrut  volkanı patladığında kraterde 8 km çapında bir göl vardır. Bu gölün sularıyla lavların   teması sonucu sıcak çamur akıntılarının oluşumuna yol açmış olmalıdır. Bazı İbrani  kaynaklarda Tufan sırasında sıcak sulardan bahsetmesi  özellikle ilgi çekicidir (Talmud, Rosh Hashanah 12a).   Kur’an'da (11:40) Tufan ile bir kaynar fırın bağlantısının olması tesadüf değildir. Bazı Kur’an çevirmenleri fırın sözcüğünü çoğu zaman atlamaktadır, ancak bu ifade Tufan’ın doğasını anlamak için son derece önemlidir. Buna göre Tufan efsanesini genç bir volkanik bölgeye yerelleştirmek   olanaklıdır. Van Gölü havzası özellikleri bakımından böyle bir bölgedir.

Van Gölü’nün Holosen dönemdeki seviye değişiklikleri uzmanlar tarafından araştırılmış ve bunda   Nemrut  Yanardağı’nın etkisi olduğu yorumu yapılmıştır (Çagatay   et   al.   2014:15). Burada   özellikle ilgi çekici olan MÖ 2500-3000 yıllardaki göl seviyesinin şiddetli yükselişidir. Bu   yaşlandırma Tufan efsanelerinin yaşı hakkındaki diğer teorilerle de çakışmaktadır.

Ayrıca, Kur’an'da (11:42) Tufan ile ilgili ayette dağlar kadar yüksek dalgalar ifadesi dikkat çekmektedir. Bu da genellikle güçlü depremler sonucu meydana gelen tsunamilere işaret ediyor olmalıdır.






Eğer Nuh Tufanı, Van Gölü çevresindeki gerçek bir felaketin bir yansıması ise, Nuh’un selden sonraki kurtuluş yeri gölün kıyısından uzak olmayan yüksekliklerden biri olmalıdır.  İslam geleneğinde Nuh Dağı, Van Gölü'nün güneyindeki Çudi Dağı olarak kabul edilir. Ancak burada, Gevaş ilçesindeki gölün güneydoğu kıyılarında yükselen Çadır Dağı’nın anılması daha muhtemeldir. Bu dağın eski adı Artos, eski kaynaklarda Nuh'un Gemisi'nin durduğu dağ olarak anılan Qardu/Kardos Dağı adıyla uyumludur. Bu adın aynı zamanda genellikle Nuh ile özdeşleştirilen İyon  mitolojisindeki Deukalion'un  Zeus’un tufanından kurtulduğu  dağın adı olan  Athos ya da Othrys ile ilginç bir benzerliği vardır. Cudi/Çadır,Artos/Athos/Othrys/Kardos gibi bu   adların benzerliği tesadüf olabilir,  ancak bir kasırga, şiddetli yağış ve sel durumunda, Van Gölü çevresinde yer alan yerleşimlerin sakinlerinin, yakındaki adalarda veya dağların eteklerinde su   baskınlarından kurtulmaya çalıştığını varsaymak mantıklıdır. Bu bağlamda, Van Gölü'ndeki Akdamar adası ile ilgili yerel bir efsane ilginçtir. Eski bir sel efsanesinin izi olarak da düşünülebilecek bu öyküde adanın kıyılarına ulaşmak için yüzen ve göl sularında boğulan genç bir adamdan söz edilir.

Sıkça tartışılan bir  konu da, çok sayıda hayvanın kurtarılması gerekliliği ile ilgili olarak Nuh'un   Gemisi’nin büyüklüğüyle ilgilidir. Küresel sel tezinin takipçilerine ait önemli argümanlarından biri,   Nuh'un gemiyi inşa etmesine olan ihtiyaçtır, zira yerel  bir felaket durumunda Nuh ve ailesi felaketten haberdar oldukları için bölgeyi önceden terk edebilirdi. Ancak, Eski Ahit’te  bir gemi değil ağaç bir yapı (İbranice  teba/teva) söz  konusudur.  Bu sözcük olasılıkla Semitik dillerde geçen kerpiç ya  da nehir taşlarının inşa edilen bir evden farklı  olması gereken ağaç  kütüklerinden  yapılan  bir  ev anlamına gelmektedir.  Kur'an'd atahtalar ve çivilerden yapılmış bir şeyden söz edilmektedir (54:13). Kur'an ve Eski Ahit'te yer alan bir geminin tanımlanmasındaki belirsiz durum, ahşap ev kavramının Semitik kültürlere özgü olmadığını  göstermektedir. Her  durumda, geminin “tahta  sandık” anlamına gelen  bir terimle ifade edilmiş olması olanaklı değildir. Asıl anlam bu hikayede de  gizlidir. Nuh tufan tehlikesinin farkındadır (Tevrat’a göre Tanrı tarafından uyarılmıştır) ve ahşap bir ev inşa etmiştir. Kendisini ve evini sudan korumak için, Eski Ahit'te belirtildiği gibi kütükleri reçine ile sıvamıştır. Bu eski teknik şimdiye  kadar değişmedi. Böyle bir evi inşa etmek eski zamanda çamurdan ve taşlarından ev inşa etmekten daha zordur. Böyle bir ev suya çok daha fazla dayanaklıdır. Muhtemel sel felaketlerine karşı korunmak için   kütüklerden yapılmış  bir evin sal gibi özel bir temel üzerine kurulduğu varsayılabilir (Resim 8). Eski Ahit aynı zamanda üç bölmeden veya kattan oluşan özel bir yapıdan söz etmektedir. Birinci kat hayvanlar için, ikinci kat insanlar için ve üçüncü kat ise kuşlar içindir.  Anadolu'da ve  Kafkasya'da halen, alt katta hayvanların, bunun üzerinde insanların ve çatı katında kuşların yaşadığı evler inşa edilmektedir. Bu tür evlerde, tavukların yırtıcı hayvanlardan korunmak için çatı katına çıktıkları bir merdiven vardır.



Eski Ahit'te Nuh'un kurtarması gereken canlıların miktarı da tesadüf değildir. Çiftler halinde evcil hayvanlar anlamına gelmektedir. Bir çift kirli hayvan, yani köpekler ve  kediler gibi, birkaç temiz hayvan ve kuş çifti, yani büyük ve küçük boynuzlu hayvanlar, tavuklar gibi... Bu bir köylü çiftliğinde bulunan ortalama hayvanların miktarı kadardır ve tüm bu canlılar gerekli yemlerle birlikte geniş bir köylü evine kolayca sığabilir.

Nuh Efsanesi Tunç Çağı zamanına ait olduğu anlaşılan bir ailenin mucizevi bir   şekilde kurtuluşunu anlatan bir operasyonu anlatır  gibidir.  Bu tür efsanelerin doğru anlaşılması ve yorumlanması  için, tüm hayvanlardan temsilcilerin kurtarılması senaryoları hakkında masalları icat etmek ve bunlara inanmak doğru değildir, böyle yaklaşımın bilimle hiçbir ilgisi yoktur. Din bakımında, Kur'an sözü edilen temel olgu peygamberleri ve onların uyarılarını reddeden halkların bölgesel afetlerle cezalandırmasıdır.

Eski efsanelerin ve inançların analiz edilmesinde kullanılan jeomitoloji yönteminin uygunluğunu   gösteren en canlı ve inandırıcı örnek Nemrut efsanesidir. Bu efsanenin çeşitlemeleri, Nemrut Dağı'nın tepesine yüksek bir kule inşa eden tanrı tanımaz kral Nemrut'u anlatır. Nemrut kuleden Tanrı'yı ateşli oklarıyla vurmak ister. Tanrı, Nemrut’un sarayını yerle bir eder, onu çökmüş kulenin altında gömer. Bu sırada büyük  bir duman sütunu yükselir (Karaoğlu   ve   Kılıç   2017:28-37). Bu   anlatıda bir volkan patlamasının anlatıldığı göze çarpmaktadır. Burada anlatılanın Kral Nemrut efsanesi değil,  bugünkü Nemrut volkanının jeolojik tarihi olduğuna şüphe yoktur (Gadjimuradov 2004:340-357).

Nemrut Dağı’nın adı Tevrat’ta kral Nimrod adıyla özdeştir. O burada büyük bir avcı olarak tanımlanmaktadır (Yaratılış   10:9). Zira volkan patlaması sonucu milyonlarca hayvan ölmektedir.  Bu  olguyu biri efsane halinde kaydetmiş olmalıdır. Ayrıca  bu betimlemenin Nimrod’un Babil Kulesi efsanesi ile de bağlantısı vardır. Bu efsanedeki motifler de tesedüfen orada yer  almış değildir ve Nemrut ile ilgili anlatıların Van Gölü çevresindeki volkanlarla ilişkili olduğunu  göstermektedir. Söz konusu efsanede geçen adların başka bölgelerde de karşımıza çıkması  coğrafi yayılmasına işaret etmektedir: eski Mezopotamya kaynaklarında geçen Ninurta, Adıyaman’daki Nemrut Dağı vb. Benzer şekilde, Nuh Tufanı efsanesi de Van Gölün’den Mezopotamya ve Orta Doğu'daki bölgelere yayılmıştır.

Bölgedeki genç  yanardağlar olan Nemrut, Süphan ve diğerlerinin, Firavun Nemrut, Nuh  Tufanı ve Cennet Bahçesi efsaneleri gibi rivayetlerin ortaya çıkmasında çok önemli bir rol oynadığına şüphe yoktur. Ayrıca, eski çağların ve kültürlerin bir tür müzesi ya da arşivi olan Van Gölü, jeoarkeolojik olarak tamamen yeni bir inceleme alanı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda gölün 50-100 m derinliğe kadar tabanında yapılacak çalışmalar arkeolojik bakımdan büyük bir potansiyel   taşımaktadır. Kuzeyde Adilcevaz,  kuzeydoğuda Erciş ve batıda Van ve Akdamar açıklarında bu   su altı çalışmaları yapılmalıdır.  

(Nuh Tufanı: Ararat masalı ve hikayenin asıl coğrafyası, Ilham Gadjimuradov / Bonn / Almanyai.gadjimuradov@gmx.de https://www.researchgate.net/publication/335224211_Nuh_Tufani_Ararat_masali_ve_hikayenin_asil_cografyasi )

Bu harika seriyi bir araya getirirken ve kendimi eğitirken inanılmaz bir keyif aldım. Umarım siz de bu gelişime benimle ortak olup seriyi başından bu yana takip edebilmişsinizdir. Ramazan ayı boyunca yeni konularla birlikte sizlerle daha sık olarak buluşmaya çalışacağım inşallah. Şimdilik hoşça kalın!

Yorumlar