Ulemanın İslamiyete Etkisi



Merhaba sevgili okuyucularım. 

Bugün sizin için kapsamlı bir yazı hazırlamak için erken saatlerde işe koyuldum. Yeni okuduğum bir kitaptan alıntılarla taçlandıracağım bu yazının içeriği zengin olacak ancak düşünme aşamasına geçtiğiniz sırada konular birbirinin ardı sıra takip edileceği için aklınızda herhangi bir boşluk veya bilinmeyen bir kavram da kalmamış olacak diye umuyorum.





Bir takım soruların cevabını almaya çalışarak başlayacağız. Bunlar:

  • Ulema kimdir?
  • Ne zamandan beri kendi fikrimizden çok ulemanın neredeyse Allah’ın hükmü ile denk olan görüş ve kararlarına güveniyoruz?
  • Neden ulemaya ihtiyacımız olsun? Bu düşüncenin kaynağı nedir?
  • Şu anda yaptığımız dini yorumlamaları hangi toplumsal bilinçaltı yönetiyor?
  • Gelenekçi ve akılcı ulemaların Kuran’ın çevrilmesine karşı takındıkları tutumlar günümüzde ne gibi gelişmelere sebep oluyor? Onların fikirleri kişisel bakış açımızı ister istemez etkiliyor olabilir mi?
  • Objektivite ile sorgulamak  bizi dini kararlarımızı alırken reformist bir bakış açısına mı itiyor?

Beni tanıyan insanlar yönelişimin ve yaşayışımın kendine has bir tavrı olduğunu düşünüyor. Ancak bende gördükleri farklılık çoğu kişinin aslında hazır bulunmuşluklarını hazmetlerinden kaynaklanıyor. Sorular sordukça cevaplar alabiliyorum, cevaplarım beni yeni tavırlara sevk ediyor. Aklım da bedenim de “eğitilmek” istiyor; başkalarının, önüme inanmam için hazır olarak koydukları şeylere “eğilmek” değil!

Allah’ a ve bana verdiği vicdana, akla güveniyorum. “Nasıl bir bilinçaltı ile okuduklarımı, duyduklarımı analiz edebiliyorum ve sonuca varabiliyorum?” Bu soru da önemli aslında. Çünkü eğer ilgilendiğim konun en başından bu yana gelirken kafamda boşluklar veya düzeltilmesi gereken konular varsa sonuca da yanlış şekilde ulaşmam kaçınılmaz olacaktır. Bu boşlukları ve eksiklikleri de objektif bir sorgulama, sadece gerçeğe ulaşma arzusu ve sürekli eğitim ile fark edebiliyorum. Bu ölene kadar devam etmesi gereken bir süreç olduğu için “oldumluk” ilkesine değil “olgunluk” hedefine odaklanmalıyız diye düşünüyorum.

Karşılaştığım bir takım sorular oluyor ancak bu sorulara cevap verebilmem için karşımdaki kişi hakkında bilmem gereken şeyler de oluyor. Haliyle o anda “şunu yapıyorum çünkü onun doğru olduğunu düşündüm” diyemiyorum. Çünkü bu beni anlaması için yeterli değil. Bu blog da o arada kalan sebeplerin anlaşılması veya paylaşılması adına çok uygun bir platform.

Genelde açıklama yapmadan önce karşımdaki kişinin bilip bilmediğinden emin olmam gereken temel konular var. Kişi yolun başında var olan hataları yorumlayabilme, eleyebilme yeteneğine sahip değilse, sonuç da istenmeyen yerlere varabiliyor. O nedenle cevapları vermeden önce beni o cevaplara götüren sebepleri bilmeden kararımı anlamaları da söz konusu olmayacaktır.

Yukarıdaki konuları seçme nedenim, dini konularda toplumsal bilinci oluşturan yargılara nereden vardığımızın anlaşılmasına yardım etmek ve her gün elimize aldığımız Kuran’ı okurken ya da İslamiyet’i yaşarken bize daha sıcak gelen tavırların hangi toplumsal bilinçaltıyla alındığını bir nebze olsun gösterebilmek.

Diyelim ki artık bu yazıda okunacak olan sebeplerden haberimiz var. (Sonuçtan demiyorum dikkat ederseniz çünkü aynı sonuca ulaşmak zorunda değiliz.) Sonra kişi şu örnek soruları sorabilir:

  • Kuran’ı sadece mealinden mi okuyorsun?
  • Neden başını kapatmıyorsun?
  • Neden peygamberin sünnetinin Kuran’ın örnekliğiyle yaşanabileceğini düşünüyorsun?
  • Neden namazı böyle kılıyorsun? gibi sorular çoğaltılabilir.

O zaman verdiğim cevapların hangi mantıkla verildiği, karşımdaki insana rahatlıkla bir ön yargı oluşturmadan geçebilir. Sonuçta bu tarz bir anlaşılmıştık bana “onaylanma sevinci” değil Allah’ın verdiği ilmi hoşgörü ve sabırla işe yarayabilecek şekilde aktarabilmişlik seviyesinde mutluluk verecektir.

Aslında insanlara, akıl sahibi olan bu yaratılmışlara yani bizlere güveniyorum. Çünkü Allah’a GÜVENİYORUM. Allah bize, Kuran’ da aktardığı sebepleri, gelişmeleri, olayları vermiş ve sonuçlarının ne olacağını anlatmıştır. Tavırlarımı şekillendirecek kararlara varmak için ise bize vicdan ve akıl bahşedilmiştir. Buna inanan veya inanmayan herkes sonuçla muhatap olacaktır. O nedenle cahil veya ilim sahibi olsun olmasın herkesin alacağı kararlara saygım var. İnanıyorum ki, doğru sebepler verdikten sonra yanlış sonuca ulaşabilmek sadece daha fazla çaba ve ön yargı gerektirir.

Aşağıdaki bahsi geçen konuları aktarma dilinin sadeliğini beğendiğim için çok fazla yorum yapmadan, parça parça kısımlardan kendi cümlelerimle bağlantılar kurarak aktarmalar yapacağım. Reza Aslan’a verdiği emek ve konulara gösterdiği yaklaşımın güzelliği adına buradan da teşekkür etmek istiyor, kitabı almanızı ısrarla tavsiye ediyorum.

Ulemalığın Ortaya Çıkışı

“Muhammed peygamberin ölümüyle resullük konumu da onunla birlikte ölmüştü. Bu ünvanın belirsizliği Ebu Bekir ve hemen ondan sonra gelenler için büyük bir avantajdı çünkü sahip oldukları konumu kendilerinin tanımlaması için fırsat veriyordu, bu fırsatı son derece farklı yollardan değerlendirdiler. Ebu Bekir’e göre halifelik dünyevi bir konumdu, geleneksel kabile şeyhine (yani eşitler arası öncü) çok benziyordu. Ancak topluluğun savaş liderliği (Kaid) ve baş yargıçlığı (hakem) sorumluluklarını da içeriyordu; bu görevlerin her ikisi de Muhammed’den devralınmıştı. Ancak Ebu Bekir’in dünyevi yetkileri bile son derece sınırlıydı. Tüm şeyhler gibi o da kararlarının çoğunu kollektif danışma yoluyla veriyordu ve halifeliği süresince ticaret faaliyetlerini sürdürmüştü ve zaman zaman da sınırlı gelirini desteklemek için komşusunun ineğini sağıyordu. Kendi bakış açısıyla Ebu Bekir’in başlıca sorumluluğu ümmetin bütünlüğünü ve istikrarını sürdürmek, dolayısıyla onun sorumluluğu altındaki Müslümanların barış içinde Allah’a ibadetlerini sürdürmelerini sağlamaktı. Ancak yetkisinin dünyevi ortamla sınırlı olması Allah’a tam olarak nasıl ibadet edileceğini belirlemesine engel olduğundan, ulema ya da bilginler olarak adlandırılan yeni bir alim sınıfına kapıları açtı; bunlar ümmeti doğru yola yönlendirme sorumluluğunu üzerilerine aldılar.

Ulema zaman içinde inananların hayatının her alanını düzenleyen kapsamlı davranış kuralları belirlemiştir. Halifeler gelip geçiciydi ve sivil bir kurum olarak halifeliğin gücü artabilir ya da azalabilirdi, ama ulemanın otoritesi ve din kurumlarının gücü zaman içinde sürekli artacaktı.

Halifeler Tarihinin İlerlemesi ve Ulemalığın Dini Otorite Oluşu

… Memun, Abbasi Halifeliği’nin başkenti Bağdat’ı kuşatarak ve üvey kardeşi Emin’i öldürerek halife olmuştu. Ancak, Memun ve Emin, babaları meşhur Harun Reşid tarafından eş-halife olarak atanmış olduklarından, Memun, halifeliği gayrimeşru yoldan gasp etmesini ilahi bir yaptırımla açıklamak zorunda kaldı. Memun’un beyanına göre, Allah ona halifeliği vermişti ve Allah’ın emrine uymak gerekirdi.

(Memun hakkında kısa bilgi: 813-833 arasında Abbasi halifesi. Halife Harun Reşid'le İranlı (Sogd) bir cariyenin oğluydu. Harun Reşid'in ölümünden (Mart 809) sonra iki kardeş (Emin) arasında baş gösteren anlaşmazlık kısa sürede silahlı çatışmaya dönüştü. Memun, kardeşiyle arasında baş gösteren halifelik kavgasını Arap kökenli olmayan (İranlılar) Şiilere dayanarak kazandı.  Abbasi Devleti'ndeki iç çatışmaları da açığa çıkaran savaş, yalnızca Memun'la kardeşi arasındaki kişisel rekabetten değil, farklı siyasal-dinsel eğilimler arasında eskiden beri var olan uyuşmazlıktan da kaynaklanıyordu. Gelenekçi bir kişi olan Emin Arap kültürüne önem verirken, yeni düşünce hareketlerine ve dış etkilere açık Memun, İran ve doğu eyaletlerinin değer yargılarını benimsiyordu. Wikipedia)

Abbasi imparatorluğu’nun tamamı halifeliği gasp edişlerini ve Ümeyye ailesini ayrım gözetmeksizin katletmelerini Allah’ın aracıları olmalarıyla açıklamışlardı. Ancak Memun’u seleflerinden farklı kılan, Allah’ın Müslüman topluluğu İslam’ın kendi anlayışına göre doğru olan yorumuna uygun hareket etmeye yönlendirmesi için halifeliği kendisine verdiğine gerçekten inanmış olmasıydı.

“Ben doğruluk yolunda yürüyen bir liderim.” diyordu orduya yazdığı bir mektupta; onlara Bağdat’taki yeni siyasi ve dini düzeni bildiriyor ve ilahi rehberliğine mutlak itaat edilmesini talep ediyordu.

Bu ürkütücü bir ifade. Muaviye’nin halifeliği monarşiye dönüştürmesinden sonra halifeliğin dini yetkileri konusu az çok çözümlenmişti. Halife topluluğun dünyevi işlerini yürütürken, ulema inananlara Allah’a giden doğru yolu gösterirdi. Elbette ümmet üzerinde dini etkisi olan halifeler vardı. Ancak hiçbiri kendisini bir çeşit “Müslüman Papa” konumunda görmemiş, topluluğun mutlak dini itaatini talep etmemişti. Ve kendisini daima önce din alimi, sonra siyasi lider olarak görmüş olan Memun’un yapmaya çalıştığı tam olarak buydu.

Memun başarılı olsaydı neler olabilirdi, söylemek imkansız. Büyük olasılıkla İslam bugün çok farklı bir din olurdu. Halifelik, Papalık gibi bir kurum olurdu. Ama Memun başarılı olamadı. Hatta birkaç yıl sonra Mutasım’ın oğlu, Mütevekkil’in halifeliğinde sorgulamalara son verildi. Halifeliğin bir daha asla din konularına açıkça müdahale etmemesi anlayışı gelişti. Aslında Mütevekkil, teoloji sarkacını gelenekçilerden yana çevirmiş, onların ulemalarına büyük ödüller vermiş ve kendi hükümdarlığına kadar mahkemenin nimetlerinden yararlanmış olan akılcılara zulmetmiştir. Halife Kadir’in hükümdarlığına gelindiğinde, gelenekçi ulemanın çok büyük bir bölümü, özellikle de etki sahibi olan Hanbeliler tek bir doktrin altında birleşmişlerdi.

Devlet tarafından zincirlerinden kurtarılan ulema artık ümmet içerisinde sorgulanmayan bir dini otorite elde etme yolunda ilerliyordu; bunu hem yasal ve dini düşüncelerini belirli ekoller oluşturmak için hem de şeriat adı verilen, İslam’ı bir din olmaktan yaşamın tüm alanlarına işleyen bir yapıya dönüştüren bağlayıcı, kapsamlı bir davranış kuralları grubu oluşturmak için kullandılar ve belirleyici olma yetkisi sadece ulemaya aitti. Dokuzuncu yüzyıl hukuk alimi, Maliki fıkıh mezhebinin kurucusu Malik bin Enes’in ifade ettiği gibi, “Bu din bir ilimdir, bu yüzden kimden öğrendiğinize çok dikkat edin.”


Ulemanın Başvurduğu Kaynaklar

Şeriatın ahlaki hükümleri fıkıh ya da islami içtihat ile kesinleştirilmiştir. İlk ve en önemli, kaynağı da Kuran’dır. Ancak sorun Kuran’ın bir yasa kitabı olmamasıdır. Miras ve kadının statüsü gibi konular ve az sayıda ceza tanımlaması olmak üzere, doğrudan yasal konuları ele alan yaklaşık seksen ayet olsa da Kuran, Tevrat’ın Yahudiler için yaptığı gibi, topluluğun dışsal davranışlarını düzenleyen bir yasa sistemi oluşturma girişiminde bulunmaz. Dolayısıyla, Kuran’ın sessiz kaldığı sayısız yasal konuda ulema Muhammed’e dair söylencelere ya da sünnete başvurur.
Sünnet

Sünnet, hem Muhammed peygamberin hem de en eski sahabenin söz ve davranışlarını aktardığı iddia edilen binlerce hikayeden ya da hadisten oluşur. Hadisler nesilden nesile aktarıldıkça, anlaşılması güç hale gelmiş ve sahte hadis sayısı artmıştır, öyle ki bir zaman sonra neredeyse her yasal ya da dini görüş ne kadar radikal ya da eksantrik olursa olsun Peygamber’e dayanılarak meşrulaştırılabilir olmuştur. Dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, durum o kadar kontrol dışına çıkmıştı ki birbirinden bağımsız çalışan bir grup hukuk alimi, en güvenilir hadisleri sahih derlemeler halinde kataloglandırmaya çalışmıştır. (Buhari-Haccac)

Bu derlemelerin sahih sayılmasında birinci kriter, genellikle hadis ile birlikte verilen aktarım zinciri ya da isnattır. İsnadı erken dönemden ve güvenilir bir kaynağa dayandırılabilen hadisler “ sağlam” olarak değerlendirilmiş ve özgün kabul edilmiştir. Dayandırılamayanlar ise “zayıf” kabul edilmiş ve reddedilmiştir. Ancak bu yöntemdeki önemli bir sorun, derlemelerin yapıldığı dokuzuncu yüzyıl öncesinde bir hadisin yayılması için doğru ve tam bir isnadın bulunmasının kesinlikle gerekli görülmemiş olmasıdır.

Özellikle ulemanın büyük bölümü tarafından zaten yaygın kabul görmüş olan inanç ve uygulamaları meşrulaştırıp, diğerlerini eleme yoluyla İslami ortadoksluk ve otopraksi anlayışı yaratmak üzere hadisler derlenmiş ve sünnet oluşturulmuştur. Bazı hadisler Peygamber’e ve ilk sahabeye kadar izlenebilecek olan özgün bir tarihsel bir temele sahip olsa da gerçek şu ki sünnet yedinci yüzyıldaki ümmetten çok dokuzuncu yüzyıldaki ulemanın görüşlerini yansıtmaktadır. Sonuçta, Jonathan Berkey’in ifadesiyle söyleyecek olursak “sünneti tanımlayan Muhammed’in kendisi değil, onun hakkındaki hatıralardı.”

Kıyas - İcma

İslam genişleyerek bir imparatorluk kimliği kazandıkça, güvenilir olsun ya da olmasın sğnnet karşı karşıya kalınan muazzam sayıda yasal konuyu ele almak için son derece yetersiz kalıyordu. Kuran’ da ve sünnette açıkça ele alınmamış konular için bir dizi başka kaynağın geliştirilmesi gerekiyordu. Bunlar içerisinde en önemlisi benzeşmeli argümanların ya da kıyasın kullanılmasıydı. Bu şekilde ulemanın yeni ve fikir sahibi olmadıkları yasal ikilemler karşısında, kendi toplumları ile Muhammed’in toplumunu karşılaştırması imkanı doğuyordu. Elbette yapılan karşılaştırmalar, gelenekçi görüşün egemen olduğu mezheplerin vahye karşılık akıl yürütme üzerinde çok fazla durma endişeleri ölçüsünde esnetilebiliyordu. Dolayısıyla şeriatın gelişiminde kıyas önemli bir araç olarak kalsa da, ulema nihayetinde dördüncü kaynağa daha fazla bağımlı hale geldi; icma ya da “hukuki görüş birliği”

Peygamber’in benim toplulumum hata üzerinde anlaşmaz “ sözünden yola çıkarak ulema belli bir konuda belli bir yaştaki fıkıh alimlerinin fikir birliğinin, Kuran’daki tanımlamaları ihlal ediyor görünse bile bağlayıcı hukuki kararlar oluşturacağı sonucuna varmışlardır. (Zina suçu işleyenlerin taşlanması uygulamasında olduğu gibi) Tıpkı sünnet gibi icma da Müslüman toplumda ortadoksluk yaratmak üzere geliştirilmiştir. Ancak daha önemlisi icma, müslümanlar arasında kabul edilebilir davranış ve inançların tek belirleyicisi olarak ulemayı yetkili kılmaya yaramıştır. Hatta fıkıh mezhepleri temelde icmanın kullanımı ile oluşmuştur.

Ne yazık ki bu mezhepler Müslüman dünyada kurumsallaştıkça, verilen yasal hükümler de kurumsallaştı; öyle ki bir nesilden alimin icması, sonraki nesiller için bağlayıcı hale geldi ve ulema zaman içerisinde çağdaş yasal sorunlara yenilikçi çözümler geliştirmeye uğraşmaktan çok, İslam’da taklit denerek küçümsenen, önceki yasal hükümlerin körü körüne kabulü ile meşgul olmaya başladı.

Önemli bir diğer hukuki kaynaktan daha bahsetmek gerekir. Şeriatın oluşum aşamalarında belli konularda Kuran ve sünnet sessiz kalıyorsa karşılaştırma ve görüş birliği ile de bir sonuca varılamıyorsa, yetkin bir hukuk alimin yasal bir hüküm ya da fetva vermek için kendi bağımsız hukuk mantığını kullanabileceği düşünülüyordu. Fetva daha sonra topluluk tarafından kabul ya da reddedilebiliyordu. İçtihat olarak bilinen bu önemli hukuki kaynak onuncu yüzyılın sonuna kadar kullanıldı, daha sonra o dönemde neredeyse tüm önemli hukuk mezheplerine hakim olan gelenekçi ulema, kabul edilebilir tefsir aracı olarak görülmemesini sağladı. Genellikle “içtihat kapılarının kapanması” olarak anılan bu olay, dini gerçeklerin açıkça çelişkili olmadığı sürece mantık yoluyla keşfedilebileceğine inanan kişiler için (geçici olsa da) önemli bir geri adıma işaret ediyordu.

Mezheplerin Ortaya Çıkışı

On birinci yüzyılın başına gelindiğinde benzer görüşteki ulemanın geçici olarak bir araya geldiği ortamlar, gücünü Allah’ın yasasının bağışlayıcı yetkisinden alan hukuk kurumları haline gelmişti. Modern Sünni aleminde başlıca dört mezhep bulunur. Güneydoğu Asya’da yaygın olan Şafii Mezhebi, sünneti en öenmli hukuk kaynağı olarak gören Muhammed Eş-Şafii’nin ilkeleri üzerine kurulmuştur. Özellikle Batı Afrika’da görülen Maliki Mezhebi
görüşlerine esas olarak neredeyse sadece Medine geleneklerini alan Malik Bin Enes tarafından kurulmuştur. Orta Asya’nın büyük bir bölümü ve Hindistan alt kıtasında yaygın olan, Ebu Hanife tarafından kurulmuş olan Hanefi Mezhebi, en büyük yorum ve yelpazesi bakımından en çeşitli hukuk geleneğine sahip mezheptir.  Ve son olarak Ahmed İbni Hanbel tarafından kurulan fıkıh mezhepleri arasında en gelenekçi olan Hanbel Mezhebi Orta Doğu genelinde küçük gruplar halinde görülse de, Suudi Arabistan ve Afganistan gibi en tutucu ülkelerde baskın konumdadır. (bu gruba ek olarak bir de Şii fıkıh mezhebi vardır.)

Bu mezheplere bağlı ulema kendilerini kabul edilebilir İslami davranışlar konusunda tek yetkili ve kabul edilebilir islami inançlar konusunda tek yorumlama makamı olarak konumlamıştı. Bu düşünce ekolleri zaman içerisinde hukuk kurumlarına dönüşürken başlangıçta gelişiminde rol oynayan görüş çeşitliliği ve düşünce özgürlüğü yerini katı şekilciliğe, geçmiş örneklere sorgusuz uymaya ve bağımsız düşüncenin neredeyse tamamen gereksiz görülmesine bırakmıştır.

Ulemanın Kuran’ a Karşı Yaklaşımı ve Sonuçlarının Oluşturduğu Toplumsal Bilinçaltı

Ümmül Kitap (Ana Kitap) kavramı Kuran’ın ruhani olarak diğer kutsal kitaplar ile bağlantılı olduğu anlamına gelirken, her ikisi de farklı pek çok yazar tarafından yüzlerce yıllık bir süreç içerisinde yazılmış olan ve tarihte ilahi olan ile karşılaşma deneyimini aktaran Tevrat ve İncil’den farklı olarak Kuran’ın doğrudan gelen vahiy olduğu, kendisi sadece pasif bir iletken konumunda olan Muhammed’e verilen, Allah’ın gerçek sözleri olduğu düşünülür. Edebi açıdan ifade etmek gerekirse Kuran Allah’ın dramatik bir monoloğudur. Allah’ın insanoğlu ile paylaşımlarının bir aktarımı değildir; Allah’ın insanlarla paylaşımıdır. Allah’ın takdirini ortaya koymaz, Allah’ın kendisini ortaya koyar. Gelenekçi ulemanın savunduğu da tam olarak budur. Eğer Tanrı ebedi ise, ilahi sıfatları da öyledir ve Allah’ın kendisinden ayrı tutulamaz. Bu da Allah’ın kelamı olan Kuran’ı ebedi ve yaratılmamış yapar.

Akılcı ulema ise bunu, çözülmesi mümkün olmayan bazı teolojik sorunlara yol açacak mantıksız bir düşünce olarak görür. (Allah Arapça mı konuşur? Kuran’ın her kopyası Allah’ın bir kopyası mıdır?) Akılcılar bunun yerine Allah’ın kelamının Allah’ı yansıttığını ancak Allah’ın kendisi olmadığını ileri sürer.

Akılcı ve gelenekçi ulema arasındaki tartışmalar birkaç yüzyıl sürmüş, zaman içerisinde iki ekolün etkisi farklı düzeylerde olmuştur. On üçüncü yüzyılın sonuna gelindiğinde, kısmen Memun’un facia olarak nitelendirilebilecek sorgulamalarına da tepki olarak, gelenekçi görüş Sünni İslam’da egemen olmuştur. Akılcıların çoğu kafir olarak damgalanmış ve teorileri de zaman içerisinde Şii mezhepleri dışındaki önemli tüm mezheplerde etkisini yitirmiştir.

Gelenekçi yorumun etkisi İslam’da sıra dışı bir dizi teolojik ve yasal gelişmeye yol açmıştır. Örneğin, Allah’ın sözlerinin ebedi ve yaratılmamış olduğu inancı Müslümanlar arasında Kuran’ın orjinal dilinden çevirisinin yapılamayacağı yönünde yaygın bir kanıya yol açmıştır. Başka herhangi bir dile yapılacak çeviri Allah’ın doğrudan kelamını ortadan kaldıracak, Kuran’ın kendisinin değil, bir yorumunun ortaya çıkmasına neden olacaktır. İslam, Arap Yarımadasından dünyanın diğer yerlerine yayıldıkça, İslam’ı kabul eden herkesin, ister Arap, ister İranlı, Avrupalı, Afrikalı ya da Hintli olsun İslam’ın kutsal kitabını okumak için Arapça öğrenmesi gerekecektir. (Anlayışa göre) Günümüzde bile her kültürden ve etnik kökenden insanın, anlasa da anlamasa da Kuran’ı Arapça okuması gerekir. Kuran’ın mesajı Müslüman olarak uygun bir hayat yaşamak için hayati önem taşır ancak içerdiği sözcükler - tek ve bir olan Allah’ın kendi sözleri- bereket olarak bilinen ilahi bir güce sahiptir.


(Görüşe göre) Kuran’dan sözcükler camilerde, türbelerde ve seccadelerde yer alır ve onlara kutsiyet kazandırır. İslam öncesinde şiirin ilahi otoriteyi aktardığının düşünülmesi gibi, Kuran’ın sözcükleri de ilahi gücü aktaran tılsım gibi görülür. Müslümanların bereketi yaşamalarının bir başka şekli de, Kuran okuma sanatı ya da ilmidir. Müslüman topluluğunda Kuran kişinin kendi başına sessizce okuyacağı değil, topluluk içinde yüksek sesle okunacak sözlü bir kutsal metin olarak algılanmıştır.

Kuran’ın yorumlanmasında uygulanan iki belirli yöntem vardır. Birincisi tefsir, öncelikle metnin görünür anlamını açıklamakla ilgilenirken, ikinci yöntem tevil daha çok Kuran’ın görünmeyen, ezoterik anlamını ele alır. Tefsir bağlam ve kronolojiye dair sorulara cevap verir. Müslümanlara hakkaniyetli bir yaşantının kolay anlaşılabilir bir çerçevesini sunar. Tevil, Kuran’ın mistik yapısı nedeniyle sadece seçilmiş az sayıda kişi (Kim bu kişiler? O zaman Kuran öğrenmek için akla değil, bu kişilere muhtacız. Sistem ayakta kalmak için kendini gayet iyi koruyor.) tarafından anlaşılabilen gizli mesajına iner.

(Bu konunun başında bahsi geçen) Yaratılmamış Kuran nosyonunu reddeden akılcılar için makul olan tek tefsir yöntemi vahyin zamana bağlı niteliğini dikkate alan yöntemdir. Bu nedenle akılcılar sadece Kuran’ın özünün değil, aynı zamanda anlamının ve en önemlisi tarihsel bağlamının belirlenmesinde insan mantığının önemini vurgulamışlardır. Gelenekçilere göre Kuran’ın ebedi ve yaratılmamış olması nedeniyle, yorumlanması sırasında tarihsel bağlamdan ya da orijinal niyetten bahsetmek anlamsızdı. Kuran hiçbir zaman değişmedi ve asla değişmeyecek bu nedenle yorumunun da değişmesi gerekmez.

Tahmin edileceği gibi gelenekçi görüşün Kuran tefsiri üzerinde derin bir etkisi vardı. Birincisi ulemaya günümüzde yaygın olarak Allah’ın ilahi takdirini ortaya koyan, sabit ve değişmez metin kabul edilen yorumu oluşturma yetkisi vermiştir. İkincisi ebedi ve yaratılmamış olan Kuran Muhammed’in topluluğunun bir ürünü sayılamayacağından, tarihsel bağlam, yorumlanmasında herhangi bir rol oynayamazdı. MS yedinci yüzyılda Muhammed’in toplumu için uygun olan koşullar ne olursa olsun, gelecekteki tüm müslüman toplulukları için de o uygun olmalıydı. Kuran’ın statik ve değişmez olduğu yönündeki bu görüş, vahyin zaman içinde sadece Müslüman topluluğun ahlaki rehberi halinden, İslam Hukuku’nun; şeriatın temel kaynağı haline dönüştükçe daha sorunlu hale geldi.

Sonuç

Ulemanın İslam’ın yorumlanması konusunda tekel olabilmesinin nedeni kısmen, sadece onların İslam’ın kutsal metinlerini ve ilgili yazmaları okuyabiliyor olmalarıdır. Bugüne kadar Kuran’ın Arapça olmayan versiyonları Kuran’ın kendisi değil, Kuran’ın yorumu olarak görülmüştür. Bu demektir ki; geçen on dört yüzyılın büyük bölümünde dünya müslümanlarının ana dilleri Arapça olmayan yaklaşık yüzde 80’i, inançlarının anlamı ve mesajını kendilerine anlatması için ulemaya güvenmek zorunda kalmıştır. (Tahmin edileceği gibi, kutsal metinler üzerinde böylesi rakipsiz bir kontrol yetkisinin Müslüman kadınlar üzerinde özellikle olumsuz bir etkisi olmuştur. Kadınlar, yorumcularının iki ya da üç dikkat çekici istisna dışında tamamı erkek olan bir metinden zaman içerisinde çıkarılmıştır.)

Kuran’ın son yüzyılda, geçmiş on dört yüzyılın toplamından daha fazla dile çevrilmesiyle bu durum değişiyor. Giderek daha çok sayıda sıradan müslüman ve özellikle de kadınlar, din adamlarının yüzyıllardır yaptıkları yorumları bir kenara bırakıyor. Kişiselleştirilmiş ve aracısız bir Kuran okuyorlar. Bu süreci açıklayan Arapça iki terim bulunur: yenileme anlamına gelen “tecdid” ve reform anlamına gelen “ıslah”. Bu iki terim birlikte yüzlerce yıldır biriken din adamı yorumlarının ayrılmasını ve İslam’ın orijinal kurucu metinlerine dönüşü gösteriyor. Aslında günümüzde İslam’da en hızlı büyüyen ve en dinamik hareketlerden biri uluslararası bir müslüman topluluğu önderliğinde gerçekleşmektedir. Kurancılık ya da Kuran Müslümanlığı düşüncesinde İslam’daki Kuran dışında kalan tüm kaynakları yani hadis, sünnet, şeriatı reddeder.

Bireyler kurumun güç kazanmasını sağlayan metnin aynısına erişemiyorlarsa reform olmaz. Luther’in sola scriptura kavramını savunup (İncil’i herkesin aracı bir rahibe ihtiyaç duymaksızın kendisinin yorumlayabilmesinin gerektiği misyonu) Yeni Ahit’i Latince’den, kitlelerin dili olan Almancaya çevirmemiş olsaydı anlamsız olurdu. Benzer şekilde, Kuran’ı tanımlama yetkisini üzerlerine alan ve kendi gelişen ihtiyaçları doğrultusunda aktif olarak yeniden yorumlayan Müslüman erkekler ve kadınlar geçmişin büyük reformcularının yolundan gitmektedir.

Yüzyıllar süren bu dikkat çekici sürecin sonucunda, dünyanın her yerindeki müslümanlar, inanan ile Allah arasında bir aracı olmasına ihtiyaç olmadığı, herkesin Allah’ın iradesini kendi başına anlama becerisine sahip olduğu ve geçmiş ile bağını koparmamış olmanın, kişinin gelecek konusunda karar verebileceği anlamına gelmediği yönündeki tanıdık ancak devrim niteliğindeki fikir ile güç kazandılar.Bazıları bu radikal kabulü kullanarak çoğulculuk, bireycilik, modernizm ve demokrasiyi destekleyen yepyeni İslam yorumları geliştirdi; bazılarıysa bunu İslam’da aynı şekilde yeni, hoşgörüsüzlük, bağnazlık, militanlık ve ebedi savaş çağrısında bulunan bir ideal geliştirmek için kullandı. Bu yorumlardan hangisinin gerçek İslam olduğu sorusuna cevap vermek mümkün değil, çünkü kurumsal otoritenin reddedilmesi demek, İslam’ın tüm yorumlarının eşit yetkiye sahip kabul edilmesi demektir.

Martin Luther’in kısa zamanda fark ettiği gibi, inanan bireylere dini kendi başlarına yorumlama yetkisi verildiğinde, inancın nasıl anlaşıldığı konusunda kısıtlama olamaz. İyi ya da kötü bu yetki artık dünyadaki tüm Müslüman bireylere aittir.”


Yorumlar