Evrile Evrile Ne Hale Geldik?! Bilim Olan Evrim, İnanç Olan Evrim



Merhaba;


Evrim denilince nedense aklıma daha ben lise, üniversite çağlarındayken Harun Yahya takma adlı kişinin (kim olduğunu herkesin bildiği kişi) sokaklarda evrim ile ilgili olan bedava dağıtılan resimli anlatımlı kitapları geliyor. Belki de aklımda bunun kalmasının en büyük sebebi dedemin elinde bu kitaplarla eve gelip “sakın çocuklara bu kitapları okutmayın, insanların beynini yıkatmak için dağıtıyorlar” gibi bir uyarıda bulunmasıydı.Ama ben konudan mı uzak durmalıyım adamdan mı inanın o an için hiç anlamamıştım. Hal böyle olunca uzun bir zaman bu konunun ne yararından ne de zararından haberim olarak yaşadım. Hani şu üniversiteye gönderilen çocukların çoğuna evde verilen aile tavsiyesi vardır ya “olaylara karışma” işte bu yaklaşım benim evrim konusuna uzun bir süre neden bu kadar uzak kaldığımı anlamama yetti. Farkındalığım arttığında ise evrim konusunda uzmanlaşmış kişilerin bu bilim dalını ve öğrettiklerini kendi dünya görüşlerine ne kadar çok indirgediklerini gördüğüm an bu tarz bir bilginin mi yoksa tereddütlü bilgisizliğin mi daha affedilebilir olduğunu düşünmeye başladım.


Sadece bilim adamı diye sözlerine değer verip dinlediğim bir çok kişinin bu konuyu toplumsal mühendislik adına kullanmaya çalışıp bir silah gibi inançlı insanların kafasına dayadıklarını gördüm. İnançlarından dolayı bu insanları yetersiz, kör ve cahil bulan bu ahlak sahibi bilim adamlarının öfkesi aslında uzun zamandır azınlık olmalarından kaynaklı bir baskının dışa vurumu bence. Çünkü evrim konusunu biraz inceleyen samimi bir araştırmacı konunun inancı kökünden sarsmakla ilgili olmadığını bunun dünyamızda zaten olan biten durumları daha net anlayabileceğimiz ve yeni durumlara açıklık getirebileceğimiz bir teori olduğunu anlar. Paçasını süre gelen tartışmalara ve yapılan toplumsal mühendislik çalışmalarına kaptıranlar için  konuyu burada daha anlaşılabilir şekilde sadeleştirmeye çalışacağım. Bilimi bilim adamları yapar ancak halk kullanır. O zaman halk konuyu daha çok anlarsa topluma da daha çok alanda faydası dokunur değil mi? İnsanların kutuplaşmak için sebep aradığı bu günlerde umarım anlatmaya çalıştıklarım durumu var olan normal seyrine tekrar çekmeye yardımcı olabilir.


Öncelikle bu konudan temelsiz şekilde haberdar olanlar ve hiç bilgisi olmayanlar için kısa bir giriş ile konunun kaynağına inelim…


TEMEL GÖRÜŞ


Tartışmalar İngiliz bir biyolog ve doğa tarihçisi olan Charles Robert Darwin (12 Şubat 1809 - 19 Nisan 1882)’ in insan dahil tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla bir ya da bir kaç ortak atadan evrildiğini öne sürmesiyle başlıyor. Darwin'in fikirleri üzerine inşa edilen modern evrim teorisi, bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici ögesidir.


Bu görüşün aslında Darwin’den bin küsür yıl önce ele alınmış ve işlenmiş olduğunu çeşitli kaynaklardan öğrenebilirsiniz.
Evrim düşüncesini ortaya koyan ilk insan, eski Yunan filozoflarından biri olan Anaksimandros'dur. (M.Ö. 610-547), Ona göre, bütün hayvanlar azar azar gerçekleşen bir değişme (changement) sonucu meydana gelmiştir. Ve insan bu değişmenin en son safhasında yer alır. Anaksimandros ayrıca, en eski yaratığın da balık olduğunu söyler.


İslam Bilginleri ve evrimle ilgili çalışmalarına geçmeden önce, meallerde Türkçeye “yaratma” diye çevrilen, Kur’an’daki haleka kelimesinin hangi çerçevelerde geçtiğine bakmamız gerekiyor. Bu kelimenin Kur’an’da üç ayrı çerçeve içinde geçtiğini görüyoruz.  
  • Birincisi, “bir şeyin, varlık haline getirilmeden önce tasarımının yapılması ve hazırlanması” (veya “emrinin hazırlanması”) şeklinde geçtiği çerçeve.
  • İkincisi,“emri hazırlanmış bir şeyin ‘ol’ emriyle varlık haline getirilmesi veya var olan bir şeyden veya şeylerden, tamamen farklı özelliklere sahip bir şey ortaya çıkarmak.”.
  • Üçüncüsü ise, insanlar için söz konusu olan “bir maddeye yeni bir şekil verme” manasındaki yaratmadır.


Kısaca belirtmek gerekirse Darwin’in evrim teorisi ile İslam düşüncesindeki evrimin farkını kısaca şöyle özetleyebiliriz; Darwin evrimi, doğal seçilim, uyum sağlama ve tesadüfler gibi etmenlere bağlarken, İslam düşüncesindeki evrimciler, tüm bu süreci Allah’ın yarattığını söyler. Örneğin, John William Draper The Conflict Between Religion and Science adlı kitabında evrim teorisinin batı kökenli olduğu varsayımını reddediyor ve evrim teorisinin Müslüman okullarında yüzyıllar önce okutulduğunu ve hatta Müslümanların evrimi çok daha geniş kapsamlı düşündüklerini, minareleri ve inorganik maddeleri bile evrim olayına dahil ettiklerini tartışıyor. Will Durant adlı Amerikan tarihçisi de ünlü filozof Ali İbni Sina (980-1037) ve Ebu Bekir Muhammed El-Razi’nin (844-926) tıp ile ilgili kitaplarının ve görüşlerinin ortaçağ Avrupasında üniversitelerde yüzyıllar boyu ders kitabı olarak kullanıldığı gerçeğini anımsatıyor ve 1395 yılında Paris Üniversitesinde el-Razi’nin Kitab el-Havi adlı eserinin kullanılan dokuz kitaptan biri olduğunu bildiriyor. Aynı kitap, Avrupa’da Avicenna olarak tanınan İbni Sina’nın bilimler ansiklopedisi olan Qanun fil Tibb adlı kitabının Montpellier ve Louvain üniversitelerinde 17’nci yüzyıl ortalarına kadar temel ders kitabı olarak okutulduğunu bildiriyor. Avrupa’da tıp bilimini etkileyen evrimci iki önemli Müslüman bilim adamı daha var: Batı'da Abubacer olarak bilinen Ebu Bekr ibn Tufeyl (1107-1185) ve Averroes olarak tanınan ünlü filozof Ebu el-Velid Muhammed ibn Rüşd (1126-1298).”


1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni (Orijinal adı, “Doğal Seçilim Yoluyla Türlerin Kökeni ya da Hayat Kavgasında Avantajlı Irkların Korunumu Üzerine" idi ve 1872'de "Türlerin Kökeni" olarak değiştirildi.) bilim tarihinin en önemli çalışmalarından biridir. Darwin hakkındaki en önemli yanılgı, Darwin'in insan kökenini maymunlara dayandırdığına dair iddialardır. Tam aksine Darwin bu konuda uyarıda bulunmaktadır. İnsan, maymunlarla aynı türden gelmektedir; ama maymunların evrimi sonucu ortaya çıkmamıştır. Ortak atadan bir ayrılma söz konusudur.


Darwin, incelemelerinden türlerin sabit olmadığını, uzun süreli de olsa çevre koşullarına göre değiştiğini öğrenmişti. Ancak bu süreci tetikleyenin ne olduğu konusunu henüz açıklayamamıştı. Birleşik Krallık'a döndükten sonra üzerinde çalıştığı ve görüşlerine değer verdiği doğa bilimcilerle tartıştığı konu esasta buydu.
Darwin evrim teorisini kurarken, ona ışık tutan ve onu etkileyen Malthus’un "Nüfus Üzerine Deneme" adlı kitabındaki: "Bütün canlılar bir varolma ya da yok olma savaşı içindedir , savaşların nedeni nüfus artışıdır , çünkü beslenme kaynakları sınırlıdır ve bunlara sahip olmak için insanlar zorunlu olarak savaş yürütmek zorunda kalmaktadırlar ve bu savaşta güçlüler zayıfları ezer geçer" şeklindeki tezleri oldu.
Malthus’un tezindeki varolma savaşıyla kendi gözlemleri arasında bağ kuran Darwin, evrim teorisininin itici gücünün ne olduğuna yanıt veriyor ve bunu doğal seçilim ve çevreye uyum olarak tanımlıyordu.
Darwin, bir doğa bilimcisi olarak gözlemlerinden sonuçlar çıkarmaya başladığından beri dinden ve kiliseden kopmuş olan Charles Darwin bu son adımı atmaktan ve teorisini dünyaya açmaktan düpedüz çekiniyordu. (Bilim yaptığı ve yaratıcının kanıtlarına şahit olduğu için inançları artan bir çok bilim adamı olduğu için zaten var olan bir durumu inceleyerek inançlarından uzaklaşan Darwin’i inançsızlığa sürükleyen önceki inancını sorgulamak sebebe ulaşabilmek açısından daha sağlıklı bir analiz olacak sanıyorum.)


Darwin'in , evrim kuramı üzerinde çalışırken aşağıdaki varsayımlardan hareket etmiştir:


  1. Değişkenlik : Dünya değişmez değildir, sürekli bir değişim sürecindedir.
  2. Türlerin akrabalığı : Tüm canlı yapılar sürekli bir farklılaşma sürecinde ortaya çıkmıştır ve ortak ataları vardır.
  3. Evrim bir süreçtir : Evrim sürekli bir süreçtir ve anlık sıçramalarla oluşmaz.
  4. Doğal seçilim : Çevre koşullarına en iyi uyum sağlayan canlılar en fazla ürerler ve bunun sonucu daha az uyum sağlayanlar yaşam alanlarından itilirler. Uyum sağlama açısından ne avantajlı ne de dezavantajlı olan değişiklikler bu süreçte etkilenmezler.


Bu varsayımlar Darwin’in gözlemlenebilir kabul ettiği şu olgular üzerinde yükselmektedir:
  1. Üreme biçimleri ne olursa olsun, canlılar geometrik diziyle çoğalma eğilimindedir
  2. Bu eğilime karşın türlerde nüfus aşağı yukarı sabit kalmaktadır.
  3. Doğal kaynaklar sınırlıdır, nüfus artışına paralel olarak değişmemektedir.
  4. Bir türün iki örneği hiçbir zaman bütünüyle aynı değildir , bu şekilde her tür içinde büyük bir değişkenlik potansiyeli mevcuttur.
  5. Değişkenliğin büyük bir bölümü genetiktir.
Bütün bu olgulardan Darwin, "yaşam savaşı" dediği ilkeye ulaşır.
Buna göre, belli bir çevrede farklı özellikler taşıyan bireyler arasında yaşam savaşımı var olduğundan, doğal koşullara uyum bakımından, özellikleri üstünlük sağlayan bireylerin (veya türlerin) egemenlik kurması ve diğerlerinin elenmesi kaçınılmazdır. Böylece evrimin itici düzeneği doğal seçilim olduğu bulunmuştur.


"Teorinin Güçlükleri"


Darwin, Türlerin Kökeni kitabında 6.bölüme "Teorinin Güçlükleri" adını vermiştir. Darwin kitabında açıklamakta güçlük çektiği kısımları iki ana hatta ele almıştır: "İçgüdüler" ve "Ara-Geçiş Formlari". Darwin, Evrim düşüncesini ortaya attığında henüz herhangi bir ara-geçiş formu bulunamamıştı. Ama Darwin'e göre ara-geçiş formlarının olması teorinin ayakta kalmasını sağlayan yegane unsurlardandır. Bunu kitabında şu şekilde belirtmiştir;
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.


İkinci konu olan içgüdülerden ise kitapta Teorinin Güçlükleri kısmında fazlaca söz edilmiştir.


“İçgüdülerin birçoğu öylesine şaşırtıcıdır ki, onların gelişimi okura belki teorimi tümüyle yıkmaya yeter güçte görünecektir.diyen Darwin içgüdülerin kalıtsal olamayacağını ifade etmiştir; Bir tek kuşakta alışkanlıkla birçok içgüdü edinildiğini ve sonra bunu izleyen kuşaklara soyaçekimle iletildiğini varsaymak ağır bir yanılgı olur. Bildiğimiz en şaşırtıcı içgüdüler, örneğin balarısının ve karıncaların birçoğunun içgüdüleri, alışkanlıkla kazanılmış olamaz.
Ayrıca Kambriyen Patlamasıyla tüm hayvan filumlarının birden ortaya çıkması Darwin tarafından şöyle yorumlanmıştır;
“Çok daha ciddi bir şekilde ortaya çıkan ilişkili bir problem daha vardır ki, bu da hayvanlar aleminin temel sınıflarına ait türlerin bilinen en aşağı tabakalardaki fosil kayalarında aniden ortaya çıkmasıdır…”
(Kambriyen dönem, Paleozoik zamanın ilk alt bölümü olarak Kambriyen kayaç sistemlerinin oluştuğu ve içinde en eski fosilleri taşıyan jeolojik zaman dilimidir. Günümüzden 545 milyon yıl önce başlayıp, yine günümüzden 495 milyon yıl önce sona erdiği kabul edilir.
Kambriyen Dönem, gezegenin tüm tarihi boyunca, yaşamın çeşitliliği ve yaygınlığı yönünden en parlak zaman aralığıdır. Kabuklu canlılara ait ilk fosiller bulunmuş, hayvanların hızlı evrimi ve çeşitlenmesi gerçekleşmiştir. Deyim yerindeyse “yaşamın altın çağı”dır. Kambriyen patlaması ise Kambriyen dönemin başlangıcında (yaklaşık 542 milyon yıl önce) Dünya'daki canlı çeşitliliğinde yaşanmış ani artıştır. Patlamadan kasıt canlı sayısındaki hızlı artıştır.)


Evrim, bizim onu anlamamızdan bağımsız olarak vardır, işler ve canlıları değiştirir. Biz onu incelesek de, incelemesek de evrim var olmayı sürdürecek. Dolayısıyla buna "evrim yasası", "evrim kanunu", "evrim ilkesi" ya da "evrim olgusu" denebilir. Ancak bu tür terimlerle uğraşmamak için kısaca "evrim" denir. Evrim, bir durum bildirimidir: Canlı popülasyonlarının gen ve özellik dağılımları nesiller içerisinde değişmek zorunda. Buna evrim denir. Ancak görülebileceği gibi, evrim yasası kendi başına "neden" ya da "nasıl" bu şekilde olduğunu anlayamayacağımız bir kavramdır. Evrim bize sadece "ne" olduğunu söyler.


Evrim Teorisi, Doğadaki Evrim Yasasını Anlama Çabamızla Oluşturduğumuz Yöntemler, Veriler, Analizler Bütünüdür. Evrim Teorisi, Evrimin "Neden" Ve "Nasıl" Olduğunu İnceler.


Canlıların ne yöntemlerle evrim geçirdiğini, bu evrime neden olan diğer kuvvetlerin nasıl işlediğini, gen dağılımlarını etkileyen özelliklerin neler olduğunu araştırır, bunlar içerisindeki bağlantıları kurar ve elimizdeki detaylı açıklamaları geliştirir. Evrim Teorisi, genellikle bir "çatı terim"dir ve içerisinde birçok diğer teoriyi barındırır. Örneğin;Evrimin ekolojiyle ilişkisini inceleyen teorilerden birisi Seçilim Teorisi'dir. Hangi canlıların gelecek nesilleri oluşturacağını inceleyen teoriler arasında Doğal Seçilim Teorisi, Cinsel Seçilim Teorisi, vb. bulunur. Hatta Cinsel Seçilim Teorisi altında bile birçok alt-teori bulunur: Kızıl Kraliçe Teorisi, Kaçak Özellik Seçilimi Teorisi gibi... Bu teorilerin her biri, farklı doğa yasalarını inceler ve diğer yasalar ile birleştiren açıklamalar getirir. Örneğin Doğal Seçilim ile Cinsel Seçilimin genellikle birbirini dengeleyici kuvvetler olarak işlediğini bu şekilde biliriz ve açıklarız. Tüm bu teoriler, kendilerini geliştirmek, güçlendirmek ve diğer alternatifleri incelemek, gerekirse çürütmek için hipotezleri kullanırlar. Hipotezler test edilir, doğrulanır veya yanlışlanır. Yanlışlanırsa terk edilir, farklı denemeler sonucunda bir türlü yanlışlanamaz ve sürekli tutarlı sonuçlar verirse doğruluk değeri güçlenir ve teorinin önemli bir parçası haline gelir. Onu güçlendirir, detaylandırır, sağlamlaştırır.


AÇILIM


Evrimsel biyolog ve genetikçi Ergi Deniz Özsoy bir programda şunları söylüyordu: “ Biz öncesi de var ama ben teknik olarak söylüyorum 1859’dan beri biliyoruz ki Darwin’in ortaya koyduğu evrimsel biyoloji salt biyolojik bir yaklaşıma sahiptir. Türlerin kökenini siz okuduğunuz zaman mesela, türlerin kökeninden yola çıkarak dünyayı değiştirmeye kalkmazsınız. Eğer tabi gerçekten kitabı sindirmişseniz bunu yapmaya kalkmazsınız. Veya türlerin kökeninden yola çıkarak evrim karşıtlığı yapmazsınız çünkü bu salt biyolojik metindir ve sınırları biyolojik olan problemlere ilişkin bir yaklaşım tarzını oluşturur çünkü Darwin öncesinde biyoloji çok dağınık bir yapıya sahipti. Bizim Darwinizm dediğimiz şey biyolojik açıdan baktığımızda tartışılandan farklı bir şey. Biz onun ortaya koyduğu metodolojik yaklaşıma Darwinci Evrimsel Biyoloji diyoruz. Ama tabi Darwinden bu yana  yıl geçti. Darwin’in ortaya koyduğu çok önemli iki temel çerçeve bugün oldukça yüksek olgusal karşılığa sahip ama Darwin zamanında bizim bildiğimiz manada genetik bilimi yoktu. Darwin’in kalıtıma yaklaşımı yanlıştı. Fakat 1920’lerde genetiğin biçim almasıyla beraber evrimsel biyoloji aynı zamanda oldukça bir karmaşık matematiksel tahmin yapısına sahip oldu. Yani siz o matematiksel araçları kullanarak aslında doğadaki biyolojik anlamdaki hadiseleri anlamaya çalışıyorsunuz. 1950’lerde DNA sahneye çıktı. 1976’larda biz mesela proteinler üzerinden genetik değişkenliği değişikliği anlayarak doğadaki çeşitliği anlamaya çalıştık. Günümüze kadar geldiğimizde biyolojinin hangi alanına bakarsanız bakın evrimsel biyolojinin kullanıldığını görürsünüz… İnsan maymundan gelmemiştir hiçbir evrimsel biyolog bunu söylemez keza Darwin’de bile bu yoktur. Yalnızca ortak ata algısı vardır. (Ortak ata: Bir yaşam ağacı oluşturduğunuz zaman o yaşam ağacı içerisinde herhangi iki canlının genetik akrabalık açısından çakıştığı bir nokta vardır. En son çakıştıkları noktaya biz ortak ata deriz.) Şempanze ile insanın atasının ortak olduğu söylenir. Ama bildiğimiz manada insanın atası ne şempanzedir ne de insandır. İnsan benzeri birşeydir. Son yapılan evrimsel çalışmalar, genomik çalışmalar bize ikisinin yaklaşık 6,5 milyon yıl öncesine tarihlenen bir ortak atası olduğunu söylüyor. Ortak ataya ilişkin tabi ki fosil bir kanıt yok ama fosil kanıtın olmaması evrimsel biyolojinin diğer araçlarının devreye girmemesini sağlamıyor. Yani biz genetiği kullanarak özellikle her iki canlının genomuna baktığımızda benzerlikler görüyoruz ama aynılıklar değil mesela dolayısıyla bu benzerlikleri geriye doğru kullandığımızda en az benzerliğin veya en çok benzerliğin olduğu durumlardan yola çıkarak herhangi bir canlı grubu için sadece insan için değil akrabalık araçları çıkarabiliriz. Ama kesinlikle şöyle bir şey yoktur “bir şempanze dönüşerek ondan insan olmuştur.” böyle bir şey söz konusu değildir.”


Yine başka bir programda meşhur biyolog Özsoy evrimsel çerçeve bize şunu gösterir diyerek sözlerine devam ediyor:” Biz canlıları içerdikleri benzerlikler üzerinden böyle büyük bir çalımsı büyük bir örgü gösteren bir yapıyla birbirlerine bağlayabiliriz. Öyle bir şekilde birbirine bağlayabiliriz ki temelde tek bir köke doğru da inmek mümkündür.Yani bütün canlılar oldukça karmaşık bir dallı yapıya sahip olan ağacın içerisinde birbirlerine olan benzerliklerinin derecesi üzerinden bağlanabilirler. Siz bu dereceleri değişik metotlarla çözerek bütün canlılığı tek bir kökene kadar indirgeyebiliyorsunuz.” Moderatör : “Yani müthiş olan bu! Tek tanrılı dinlerin dikte ettiği hikayeye karşı olan mesele de bu. İnsan ayrı bir tür olarak özel yaratılmadı. İnsan da diğer canlıların devamında ortaya çıkmış türlerden sadece biri.


Burada belirtmek istediğim önemli durum şu evet insan diğer canlılarla birlikte evrilerek bir aşamaya gelmiş olabilir ancak bu durum bize insanların ve diğer canlıların yaratılmadığını kanıtlamaz. Sadece nasıl evrildiklerine bir açıklama getirmek için yardımcı olabilir. Daha önce temel oluşturması açısından sizlerle paylaştığım “Çatışmaların Temelinde Yatan Nedir? Bilim-Bilgi-Tanrı” isimli yazımda bir Ford örneği vermiştim. Örneği tekrar hatırlayalım: “Bazı bilim çevrelerinde bilimin başarısı şöyle bir anlayışa da yol açabilir: Madem Tanrı inancını tamamen devreye sokmadan evrenin mekanizmasını anlayabiliyoruz o halde kolayca, başlangıçta evreni tasarlayan ve yaratan bir Tanrı olmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Halbuki bu tarz akıl yürütmede düşülen yaygın bir mantık hatası vardır. Bu yanılgıyı şöyle örneklemek mümkün:


Ford marka bir otomobili ele alalım. Dünyanın ilkel kalmış yerlerinden birinde yaşayan, onu ilk kez gören ve modern mühendislik hakkında hiçbir şey bilmeyen birinin, aracın motorunun içinde aracı hareket ettiren bir tanrının (Bay Ford’un) olduğuna inanması mümkündür. Hatta aynı adam motorun içinde bulunan Bay Ford kendisinden hoşnut olursa aracın güzelce gideceğini, Bay Ford onu sevmez ise aracın gitmeyeceğini düşünebilir. Elbette daha sonra mühendislik çalışarak ve aracı parçalarına ayırarak, içinde Bay Ford olmadığını da keşfedebilir. Hatta arabanın nasıl çalıştığını da açıklamak için, Bay Ford’a ihtiyacı olmadığını anlamak için çok da zeki olmasına bile gerek yoktur. İçten yanmalı motorların genel prensiplerini anlamak aracın nasıl çalıştığının açıklaması için ona yeter. Buraya kadar tamam… Fakat sonradan o kişi, motorun çalışma prensiplerini anlamanın başlangıçta onu tasarlayan Bay Ford’un varlığına inanmayı gereksiz hale getirdiğine karar verirse bu çok büyük bir hata olur- felsefi terminolojiyle bir kategori hatası yapmış olur. Mekanizmayı tasarlayan bir Bay Ford olmasaydı, onun anlamaya çalışacağı bir şey de olmayacaktı. Isaac Newton evrensel kütle çekim kanununu keşfettiğinde:” Gezegenlerin hareketlerine dair mekanizmayı keşfettim, bu yüzden o mekanizmayı tasarlayan fail bir Tanrı yoktur.” demedi. Tam aksine o mekanizmanın nasıl işlediğini anladığı için onu tasarlayan Tanrı’ya olan hayranlığı daha da artmıştı.”


Gördüğünüz gibi tam da bu noktadan itibaren tartışma başlıyor. Artık evrim konusu doğada yapılan gözlemler ve matematiksel çıkarımlar ne derse desin değiştirilmiş kutsal metinlerin, hurafelerin, doğmaların ve kendine ateizm için haklı bir delil arayan coşkulu taraftarların zihinlerinde gerekli gereksiz tartışmalarla dönüp duracak, ne yazık ki tartışılması gereken buluntuların dünyamıza yükleyebileceği anlamlar dışında birçok yeni anlam ve misyon yüklemesiyle karşı karşıya kalacaktır.


Şimdi sizlere bilim adamları arasında kendi dünya görüşlerine göre konuyu yine bilimsel terminolojisinde tartışmaya çalışan kişilerden ve arkeolojik kalıntılar ışığında Kuran’ın ve diğer kutsal metinlerin evrim konusuna getirebilecekleri yargılardan bir çerçeve çizmeye çalışacağım.  


Yorumlar ve yüklenen anlamlarla başkalaşan evrim teorisi ateizmin ışığı haline nasıl getirilir? Evrim Teorisine göre “Hayatın Kökeni”


İngiliz biyokimyager ve yazar olan Nick Lane’in Yaşamın Yükselişi adlı kitabında bakalım bildiğimiz evrimi nasıl ateizmselleştiriyor, konu o pencereden nasıl görünüyor bir inceleyelim. Bu kitabın modern evrimsel biyolojinin belli bir kesim için ifade ettiklerini güçlü bir söylemle anlattığı hissini verebilmek adına  Matt Ridley “Charles Darwin mezarından fırlasaydı kendisine gelmesi için eline bu kitabı tutuştururdum.” diyor.


Nick Lane kitabın giriş bölümünde evrimi nasıl anlamlandırmamız gerektiğini şöyle açıklıyor:
“Gezegenimizi bir zamanlar genç bir yıldızın yörüngesinde dönüp duran sürekli darbelere maruz kalan sert bir kaya parçası olmaktan çıkarıp uzaydan görünen o capcanlı deniz fenerine dönüştürmüş şey hayattır. Fotosentez yapan mini minnacık bakteriler hava ve deniz okyanuslarını temizleyip oksijenle doldururken gezegenimizi mavi ve yeşile çeviren şey hayattır. Hayat birden bire canlanmış hayal edilebilir bütün boyutlarda patlak vermiştir. Çiçekler açar, boyunlarını uzatır; dantel misali mercanlar hızla ileri atılıveren Japon balıklarını saklar, derin karanlıklarda büyük canavarlar dolanır, ağaçlar gökyüzüne uzanır. Bütün bunların ortasında bu yaratının anlatılmamış gizemleriyle kendimizden geçeriz: biz, yani hisseden ve düşünen, buraya nasıl geldiğimize hayret eden kozmik molekül toplulukları.


Gezegenimizin tarihinde ilk kez biz biliyoruz. Kesin bir bilgi değil bu, taş tabletler üzerinde yazılmış bir hakikat de değil; insanın en büyük arayışının, çevremizde ve içimizde yaşayan dünyayı bilme ve anlama çabasının olgunlaşan meyvesi. Genel hatları bu satırları kaleme almamdan 149 yıl önce Türlerin Kökeni adlı kitapta yayınlanmış olan Darwin’den beri biliyoruz elbette. (Evrim ile ilgili araştırmaların Darwin’den çok daha öncesinde başladığını yazının ilk bölümlerinde bahsetmiştim.)


Önümüze serilen bu hikaye herhangi bir yaratılış mitinden çok daha anlamlı, çok daha ikna edici, çok daha inceliklidir. Ama her yaratılış miti gibi, dönüşümlerin hayret verici ani değişimlerin , geçmiş devrimlerin üzerinden geçerek yeni karmaşıklık katmanlarıyla gezegenimizi yapılandıran yenilik patlamalarının hikayesidir.


Gezegenimizdeki bu alt üst oluş, bir iki avuç dolusu evrimsel yenilikle, dünyayı değiştiren ve nihayetinde bizim hayatlarımızı mümkün kılan icatlarla tetiklendi. İcattan ne kast ettiğime açıklık getirmem gerek, çünkü bilinçli bir mucidi kastetmek istemiyorum. İcat; bir şeyi yapmanın önceden bilinmeyen yeni bir yöntemini ya da aracını ilk kez bulmak ya da üretmek; başlatmak, tanıtmak olarak tanımlanıyor. Evrimin bir öngörüsü yoktur. Ama yine de doğal seçilim bütün özellikleri çok kesin testlere tabi tutar ve en iyi tasarımlar bu sınavları geçer. Tasarım dört bir yanımızdadır, kör ama dahiyane süreçlerin ürünüdür. Evrimciler genellikle teklifsizce icat sözünü kullanırlar ama doğanın hayret verici yaratıcılığını daha iyi ifade edecek başka bir sözcük de yoktur.


Buraya nasıl geldiğimize dair o uzun hikayeyi, hayatın kökeninden kendi hayatlarımız ve ölümlerimize uzanan destansı yolculuktaki ilk kriter, icadın yaşayan dünyada ve gezegenin tamamında bir evrim yaratmış olması gereğidir. Fotosentez dışındaki diğer değişiklikler o kadar belirgin değil ama neredeyse o kadar nüfuz edicidir. Sonuçları bakımından en nüfüz edici iki değişiklik hayvanların yiyecek aramak için dolaşmasını mümkün kılan hareket ile bütün canlı organizmaların karakterini ve davranışlarını dönüştüren görme olmuştur. Gözlerin 540 milyon önceki hızlı evrimi, Kambriyen patlamasına, bildiğimiz hayvanların fosil kayıtlarında birden belirmesine pekala hiç de küçümsenmeyecek bir katkıda bulunmuş olabilir.”


Nick Lane hayatın kökenini evrim ile nasıl açıklayabiliriz konusuna da kitabında yer vermiş. Bu konunun ele alınış şekli bize evrime göre kendisine bir dünya görüşü belirlemiş olan kişilerin dayandıkları fikirleri anlamamız için yardımcı olabilir. Hayatın kökeni: “ Gündüz ve gece hızla birbirini takip ediyordu. O zamanlar dünyada bir gün sadece beş ya da altı saat sürüyor, gezegenimiz çılgınca kendi ekseninde dönüyordu. Ay gökyüzünde tehditkar bir biçimde asılıydı, bugün olduğundan çok daha yakındı. Yıldızlar pek parlamıyordu. Güneş sönük ve zayıftı. İnsanlar burada yaşayamazdı. Yer küre bu gezegen için iyi bir isim değildi. Denizküre daha iyi bir isim olurdu. Bugün bile okyanuslar gezegenimizin üçte ikisini kaplar uzaydan alınan görüntülerde kendilerini gösterirler. Yek kabuğu çatlaklarla doluydu, magma fışkırıp kaynıyordu, yanardağlar yeraltı dünyasının varlığını sürekli hissettiriyordu.


Hayatın 3 milyar 800 milyon yıl önce, gezegenin huzursuzluğundan bir şeylerin itkisiyle ortaya çıktığı bir dünyaydı. Bunu biliyoruz, çünkü o geçip gitmiş devirlerden kalma birkaç kaya kırıntısı, o huzursuz çağları atlatıp bugüne kadar gelmiştir. Bu kaya parçacıklarının içlerinde, hayatın neredeyse şaşmaz damgası olan atomik bileşimi taşıyan minicik karbon zerrecikleri saklıdır. Devasa bir iddia için dayanıksız bir kanıt gibi görünebilir bu, belki de öyledir, uzmanlar arasında tam bir görüş birliği sağlanamamıştır. Ama zamanın kabuğundan birkaç katmanı daha kaldırıp 3 milyar 400 milyon yıl öncesine gittiğimizde, hayat emareleri su götürmez bir hal alır. O zamanlar dünya bakteri kaynıyordu. Bakteriler de izlerini sadece karbon imzası olarak değil, çok farklı biçimlerdeki microfosillerde, bakteri hayatının kubbeli katedrallerinde bir metre uzunluğundaki stromatolitlerde bırakmışlardı. Fosil kayıtlarında gerçekten karmaşık ilk organizmaların ortaya çıkmasına kadar, bakteriler gezegenimize 2 milyar 500 milyon yıl boyunca hükmettiler. Bazıları gezegene hala onların hakim olduğunu söyler, çünkü bitki ve hayvanların ışıltısı biyokütle bakımında bakterilerinkine denk değildir.


İnorganik unsurlara hayat üfleyen o ilk zamanların dünyasında ne vardı? Benzersiz miyiz? Son derece nadir miyiz? Gezegenimiz evrene dağılmış bir katrilyon olasılıktan biri mi? Hayatın kökeninin bazen ileri sürüldüğü gibi büyük bir gizem olmadığını, yer kürenin dönmesi yüzünden hayatın neredeyse kaçınılmaz olarak doğduğunu göstermek istiyorum.


1953’te Stanley Miller, Nobel ödüllü Harold Urey’in laboratuarında sıkı bir doktora öğrencisiydi. Miller büyük bir cam şişeyi su ve bir gaz karışımıyla doldurmuştu. Dünya atmosferinin ilk bileşimi olduğunu düşündüğü şeyi ortaya çıkarmayı amaçlıyordu. Miller’ın seçtiği gazların Jüpiter’in atmosferini oluşturduğuna inanılıyordu, ayrıca akla yatkın bir varsayımla genç dünyada da amonyak, metan ve hidrojenin de bol bulunduğu sanılıyordu. Miller yıldırımları simule ederek bu karışıma elektrik kıvılcımları verdi ve beklemeye başladı. Birkaç gün, birkaç hafta ve bir kaç ay sonra numuneleri alıp tam olarak neler pişirdiğini görmek için analiz etti. bulguları en uçuk hayallerini bile aşıyordu.


İlksel bir çorba, efsanevi bir organik moleküler karışımı pişiriyordu, bunlar arasında proteinlerin yapı taşı olan, DNA’nın meşhur olması öncesinde o tarihlerde kuşkusuz hayatın en sembolik molekülleri arasında sayılan birkaç amino asit de vardı. Daha da çarpıcı olan şey şuydu: Miller’ın çorbasında oluşan amino asitler, geniş bir potansiyel yapılar rezervuarından rastgele seçilmiş amino asitler değildi. Hayatın kullandığı amino asitlerin aynılarıydı. Birdenbire hayatın kökeninin bulunması kolay görülmüştü.


Gel zaman git zaman ilksel bir çorba fikri cazibesini yitirdi. Kadim kayalara ilişkin analizler dünyanın hiçbir zaman, metan amonyak ve hidrojen bakımından zengin olmadığını, en azından ayda tozu dumana katan büyük göktaşı bombardımanı sonrasından beri durumun böyle olduğunu açıkça ortaya koyduğunda, bu fikrin alın yazısı da dip noktaya indi.


Uzayda en başta da asteroitler ve meteorlarda bol miktarda organik molekülün tespit edilmesi ilksel çorba fikrini kurtardı. Büyük asteroit bombardımanı artık hayli farklı bir yüze bürünmüştü; salt yıkıcı olmaktan çıkmış, hayatın ortaya çıkabilmesi için gerekli bütün suyun ve organik moleküllerin nihai kaynağı haline gelmişti. Çoğu organik molekül çarpmaların etkisiyle yok olsa da, hesaplamalar yeterli sayıda molekülün çarpışmadan kurtulup bir çorba yaratabileceğini gösteriyordu. Hayat artık tek başına bir istisna değil kütleçekim kadar kaçınılmaz büyük bir kozmolojik sabitti.”


İlerleyen kısımlarda termodinamikten bahsediyor.” Arzu bilimidir termodinamik. Atomların ve moleküllerin varoluşuna itmeler, çekmeler, istemeler, boşalmalar hükmeder o kadar ki şehvetli bir tür insansılık katmaksızın kimya hakkında birşeyler yazmak imkansız hale gelir. Moleküller elekron kazanmak ya da kaybetmek ister; karşıt yükler birbirini çeker, benzer yükler iter ya da benzer nitelikteki moleküller birlikte olur. Demek istediğim şu termodinamik dünyayı döndürür. İki molekül birlikte tepkimeye girmek istemiyorlarsa girmeye öyle kolayca ikna edilmezler; yok istiyorlarsa utangaçlıklarını aşmaları biraz zaman alsa da gireceklerdir. Hayatımızı bu türden istekler yönlendirir. Hayatın kıvılcımı hepimizi ayakta tutan yavaş yavaş devam eden o içten yanma tam da bu tip bir tepkimedir. Besinden koparılan hidrojen, oksijenle tepkimeye girer ve yaşamak için ihtiyacımız olan bütün enerjiyi salar. En dipte bütün hayat benzer tipte temel bir tepkimeyle ayakta durur. Bütün bu enerji hidrojen ve oksijenin yan yana gelmesinden ibarettir.


İlksel çorbadaki sorun da budur: Çorba termodinamik açıdan ölüdür. Çorbadaki hiç birşey özellikle tepkimeye girmeyi istemez. Hayatı yönlendirecek hiçbir dengesizlik yoktur. RNA gibi kopyalayıcıların termodinamik itici bir güçten önce gelen ilk hayat parçacıkları olduğu fikri, Mike Russell’ın sözleriyle,”bir otomobilin motorunu çıkarıp düzenleyici bilgisayarın arabayı sürmesini beklemeye benzer.” Peki ama hayatın motoru bir çorbadan gelmediyse nereden gelmiştir?


Bu soruya verilebilecek bir cevabın ilk ipucu 1970’lerde Galapagos Yarığından yükselen sıcak su dumanlarının fark edilmesiyle ortaya çıktı. Alvin denizaltısı yarığa inerek sıcak su dumanlarının çıkmasına yol açabilecek okyanus altı hidrotermal menfezleri aradı ve beklendiği üzere buldu.Gel gelelim bunların varlığı pek şaşırtıcı olmasa da, yarığın zifiri karanlıktaki derinlerinde düpedüz bir hayat bolluğuyla karşılaşması tam bir şok oldu. Burada yamak tabağı kadar büyük midye ve deniz taraklarıyla karışık, bazıları iki metre uzunluğunda olan dev boru kurtçukları vardı. Bolluk göstermeleri hayret vericiydi. Bütün bunların en dramatik yönü menfezlerin kendisiydi, kısa süre sonra bunlara kara bacalar ismi takıldı. bu menfezler o zamandan bu yana keşfedilen 200 menfezin yanında sönük kalır. Bazıları gökdelen kadar yüksek kara baca kuleleri yukarıdaki okyanuslara doğru yükselen kara dumanlar pompalar.Bu duman sirke kadar asitli, çok sıcak, soğuk sulara varmadan önce okyanusun derinindeki ezici basınç ortamında 400 °C gibi sıcaklıklara ulaşan metal sülfattır. Bacalardaki hayat bu cehennem koşullarına tahammül etmekle kalmaz o koşullar olmadan devam edemez, onlarla yaşar ama nasıl?


Bu sorunun cevabı dengesizlikte yatar. Deniz suyu kara bacaların altındaki magmaya doğru sızdığında aşırı ısınır ve başta hidrojen sülfür olmak üzere mineraller ve gazlarla dolar. Sülfür bakterileri bu karışımdan hidrojen alabilir ve bu hidrojeni karbondioksite bağlayarak organik maddeyi oluşturabilir. Bu tepkime menfezlerdeki hayatın temelidir., bakterilerin güneşten doğrudan gelen bir şey olmaksızın serpilip gelişmelerini mümkün kılar.Ama karbondioksitin organik maddeye çevrilmesi enerjiye mal olur ve bu enerjinin bulunması için de sülfür bakterilerinin oksijene ihtiyacı vardır.  Hidrojen sülfürün oksijenle tepkimeye girmesi, menfez dünyasını besleyen enerjiyi salar ve bizim hayatlarımızı besleyen hidrojen ve oksijen tepkimesinin eş değeridir. Bu tepkimenin ürünleri (daha önceki tepkimede olduğu gibi) su, ama aynı zamanda element halindeki sülfür, yani Kitab-ı Mukaddes’te adı geçen, sülfür bakterilerine adını veren kükürttür. Hidrojen sülfür gazı enerji bakımından zengin değildir, enerjiyi ortaya çıkran şey gazın oksijenle tepkimeye girmesidir, bu da menfezler ile okyanuslar arasındaki arayüze dayanır, iki dünyanın dinamik bir dengesizlik içinde yan yana olmasına.Yalnızca bu menfezlerin yakınlarında yaşayan, aynı anda her iki dünyadan da yararlanabilen bakteriler bu tepkimeleri gerçekleştirebilir.


Çok geçmeden menfez dünyasındaki hayat koşulları hayatın kökeni üzerine düşünen bilim insanlarının da dikkatini çekmiştir. Menfezler ilkesel çorbayla ilgili bir çok sorunu, en belirgin olarak da termodinamik sorununu hemen çözüyorlardı; kara kara püsküren dumanda dengeden eser yoktu. Bununla birlikte dünyanın ilk zamanlarında okyanuslar ile menfezler arasındaki arayüz biraz farklı olabilirdi, çünkü o zamanlar oksijen ya çok azdı ya da hiç yoktu. İtici güç bugün solunumda olduğu gibi hidrojen sülfürün oksijenle tepkimeye girmesi olamazdı. Tabuları deviren Alman Kimyageri ve Patent Avukatı Günter Wachtershauser'a göre hayatın ilk motoru hidrojen sülfürün demirle tepkimeye girip budala altını olarak bilinen mineral demir piritleri oluşturmasıydı; kendiliğinden gerçekleşen en azından prensipte, yakalanabilecek miktarda enerji salan bir tepkimedir bu.


Wachtershauser hayatın kökeni hakkında başka hiçbirşeye benzemeyen bir kimyasal tablo ortaya koydu. Piritlerin oluşumu sırasında salınan enerji, karbondioksiti organik maddeye çevirmeye yetecek miktarda değildi, bu yüzden de Wachtershauser karbonmonoksitin tepkimeye daha hazır bir aracı olabileceğini düşündü. Bu gaz gerçekten de asitli menfezlerde tespit edilmiştir. Peki ama Wachtershauser haklı mıydı? Wachtershauser'a acımasız eleştiriler yöneltildi. Bu tablonun en zorlayıcı kusuru, çorba fikrine de musallat olan "derişim probelmiydi". Organik moleküllerin koca bir okyanus kadar suda çözülmesi gerekiyordu, bu yüzden de birbirleriyle karşılaşmaları ve RNA ile DNA gibi polimerler oluşturmaları son derece ihtimal dışıydı. Onları kapsayacak içine alacak birşey yoktu.


Mike Russell 1980'lerin ortasında bütün bu problemlere bir çözüm önerdi. Wachtershauser da Russell da hidrotermal menfezlerin hayatın kökeni açısından temel bir önem taşıdığında hem fikirdi, ama onun ötesinde birinin ak dediğine diğeri kara diyordu. Russell ve meslektaşları 1994'te kaleme aldıkları bir makalede şunu ileri sürmüşlerdi:


[Hayat, bazik ve son derece indirgenmiş hidrotermal çözelti içeren demir-sülfür baloncuklarının oluşturduğu giderek büyüyen topluluklardan doğmuştur. Bu baloncuklar dört milyar yıl önce okyanus tabanının yayılma merkezlerinden biraz uzakta bulunan, deniz altındaki sülfürlü sıcak kaynaklarda hidrostatik olarak şişmiştir.]


Bu sözcükler hayalciydi çünkü o sıralarda derin denizlerde böyle yaşayan bir baz menfez sistemi keşfedilmemişti. ama sonra yeni bin yılın başında, Atlantis denizaltısındaki bilim insanları orta Atlantik sırtının 15 km ötesinde, Atlantis Dağ kitlesi denilen bir denizaltı dağının üstünde tam da bu tip bir menfeze rastladılar. Efsanevi kente atfen kaçınılmaz olarak Kayıp Kent adı verilen bu menfez, zifiri karanlıpa doğru yükselen beyaz hassas sütunları ve karbonat parmaklarıyla ismini ürkütücü bir şekilde haklı çıkarır. Menfez alanı bu zamana kadar keşfedilmişlere hiç benzemez. Bazı bacalar kara bacalar kadar uzundur, Poseidon adı verilen en uzunu 60 metre yüksekliğindedir. Ama kaba saba yapılar olmaktan çok uzak bu hassas sütunlar gotik mimari gibi süslüdürler. Burada hidrotermal salınımlar renksizdir., buranın aniden terk edildiği, bu incelikli gotik görkemin herzaman korunduğu izlenimi doğar. Kara bacalarda olduğu gibi cehennemsi bir deliğin bulunmadığı bu menfez, taşlaşmış parmaklarıyla göğe doğru uzanan beyaz, kırılgan bir dumansızlık ortamıdır.


Görünmez olabilirler ama salımlar gerçektir ve yaşayan bir kenti ayakta tutmaya yeterlidir. Bacalar demir-sülfür minerallerinden oluşmaz ama yapıları yine de gözeneklidir, tüysü aragonit duvarlarla dolu mikroskobik bölmelerden oluşan labirentlerdir. İlginçtir, sükunete bürünmüş hidrotermal sıvıların köpürmediği eski yapılar çok daha katıdır, gözenekleri kalsitle dolmuştur. Oysa yaşayan menfezler gerçekten de canlıdır, gözenekleri canla başla devam eden, kimyasal dengesizliğin tam anlamıyla kullanıldığı bir bakteri faaliyeti kovanıdır.


Kayıp kent'te hayat hidrojenin karbondioksitle girdiği tepkimeye bağlıdır, aslında gezegenizimde bütün hayatın temelinde bu tepkime vardır. Kayıp Kent'te olağan dışı bir biçimde bu tepkime doğrudandır, pratikte başka bütün durumlardaysa dolaylıdır. Russel'ın baz menfezleri bir hayat üretme çiftliği olarak gerekli koşulları karşılar. Bütün bunlar iyidir, güzeldir ama ne kadar değerli olursa olsun tek bir reaktörün hayatı oluşturması pek mümkün değildir. Hayatın nasıl böyle doğal reaktörlerden çıkıp çevremizde gördüğümüz  karmaşık, muhteşem yenilik ve deha dokusuna dönüştüğünü sorbilirsiniz. Cevap elbetteki bilinmiyor, ama hayatın özelliklerinden, özellikle de bugün dünya üzerindeki hayatın neredeyse tamamında ortak olan, derinlerde korunmuş bir tepkimeler iç çekirdeğinden çıkarılan ipuçları bulunuyor. Canlı bir iç fosil olan bu çekirdek metabolizma, çok uzak geçmişin yankılarını, bazik bir hidrotermal menfezdeki ilksel kökenleri seslendiren yankılar korur.


Hayatın kökenine yaklaşmanın iki yolu vardır:"Aşağıdan yukarıya" ve "yukarıdan aşağıya". Şimdiye kadar bu bölümde "aşağıdan yukarıya" yaklaşımını benimsedik, dünyanın ilk zamanlarının var olması çok muhtemel jeokimyasal koşullarını ve termodinamik bileşenlerini değerlendirdik. Hayatın kökeninin ortaya çıkmasına en muhtemel olarak, derin denizlerde bulunan hidrojen gazının karbondioksite doymuş bir okyanusa baloncuklar halinde çıktığı sıcak hidrotermal menfezlerde karşılaştık. Doğal elektrokimyasal reaktörler hem organik moleküller hem enerji üretme kapasitesine sahip olabilirler, ama tam olarak ne gibi tepkimelerin gerçekleşmiş olabileceğini ya da bu tepkimelerin bildiğimiz biçimiyle hayata nasıl yol açmış olabileceğini henüz değerlendiremedik.


Hayatın nasıl ortaya çıkabildiğine ilişkin tek gerçek klavuz , bugün bildiğimiz biçimiyle hayattır, yani "yukarıdan aşağıya" yaklaşımıdır. Son Evrensel Ata'nın (Last Universel Common Ancestor/LUCA diye bilinir) varsayımsal özelliklerini yeniden kurmak için, bütün canlılarda ortak olan özelliklerin bir listesini çıkarabiliriz. Bu yüzden örneğin, ancak küçük bir bakteri alt kümesi fotosentez yapabildiğinden LUCA'nın fotosentez yapabiliyor olması ihtimal dışıdır. LUCA fotosentez yapabiliyor idiyse, soyundan gelenlerin büyük bir çoğunluğu değerli bir beceriyi terz etmiş demektir. Oysa tersine dünya üzerindeki hayat ortak özellikler gösterir. Bütün canlılar (hücreler içinde faaliyet gösterebilen virüsler dışında) hücrelerden oluşur. Hepsinin DNA'dan oluşan genleri vardır, hepsi de belli amino asitler için genel bir şifre sayesinde proteinleri şifreler. Bütün canlıların hücredeki her tür işin bedelini ödeme yetisine sahip bir tür banknot gibi işleyen, ATP (Adenosin trifosfat: Hücre içinde bulunan çok işlevli bir nükleoittir. En önemli işlevi hücreiçi biyokimyasal reaksiyonlar için gereken kimyasal enerjiyi taşımaktır. Fotosentez ve hücre solunumu sırasında oluşur. ATP bunun yanısıra RNA sentezinde gereken dört monomerden biridir. Ayrıca ATP hücre içi sinyal iletiminde protein rinaz reaksiyonu gereken fosfatın kaynağıdır. Üç tane fosfattan oluşur. ATP çeşitli yollarla sentezlenebilir. ATP'nin enerjisi onun ADP'ye dönüşmesine yol açan fosfat bağının hidrolizi ile açığa çıkar. ATP'nin hücrede enerji kaynağı olarak kullanıldığı yerler: 1- Protein, yağ, karbonhidrat ve nükleit asitin sentezi. 2- Kas kasılması, stoplazmik hareketler, hücre bölünmesi. 3- Aktif taşımayı sağlayan biyokimyasal reaksiyonlarda. 4- Sinirsel iletimi sağlayan reaksiyonlarda. 5- Salgılama olaylarında. ) olarak bilinen ortak bir enerji birimi vardır. Bütün canlıların ortak özelliklerini bu uzak atadan, LUCA'dan aldığını akla yatkın bir şekilde çıkarsayabiliriz.


Bugün hayatın tamamı, kalbinde Krebs Döngüsü olarak bilinen küçük bir tepkimeler zincirinin yarattığı, ortak bir metabolik tepkimeler çekirdeğini paylaşır. Krebs Döngüsü'ne baktıkça haritadaki neredeyse bütün okların, tıpkı ezilmiş bir tekerleğin çubukları gibi bir şekilde Krebs döngüsünden çıktığını anlamaya başlarsınız. O hücrenin metabolik çekirdeği ve herşeyin merkezidir.


Krebs döngüsü artık o kadar da tozlu gelmiyor. Son tıbbi araştırmalar bu döngünün hücrenin biyokimyası kadar fizyolojisininde kalbinde olduğunu göstermiştir. Döngünün dönme hızındaki değişiklikler, yaşlanmadan kansere ve enerji durumuna kadar her şeyi tetikler. Ama bir o kadar büyük bir şaşkınlık yaratan şey, Krebs döngüsünün tersine dönebilmesidir. Normalde döngü besinlerden organik molekülleri alır ve solunum sırasında oksijenle birlikte yanmaya yazgılı hidrojen ve karbondioksit verir. Krebs döngüsü böylece sadece metabolik yolların öncülerini sağlamakla kalmaz, ATP olarak enerji üretmek için gerekli küçük hidrojen paketleri hazırlar. Tersine işlediğindeyse aksini yapar. Döngü tersine döndüğünde enerji salmak yerine ATP tüketir. ATP, karbondioksit ve hidrojen verdiğinizde döngü, sanki büyü yapıyormuş gibi hayatın bütün yapı taşlarını çıkarır.


Krebs döngüsünün bu tersine dönüşü, bakterilerde bile yaygın değildir, ama hidrotermal menfezlerde yaşayan bakterilerde nispeten yaygındır. Bu döngü karbondioksiti hayatın yapı taşlarına çevirmenin ilkel olsa da açıkça önemli bir yoludur. Kabaca ifade edecek olursak , Morowitz'in vardığı sonuç bütün bileşenler yeterli yoğunlukta verildiğinde döngünün kendi kendisine işleyeceğidir. Kova kimyasıdır bu. Bir aracının yoğunluğu arttığında, sıradaki aracıya dönüşme eğilimi gösterir. Kreb döngüsünü genler 'icat etmemiştir', olasılıkçı kimyaya ve termodinamiğe dayalı bir meseledir bu. Genler daha sonra evrildiklerinde, zaten var olan bir besteyi icra etmişlerdir, tıpkı bir orkestra şefinin bir eserin yorumundani, temposundan, inceliklerinden sorumlu olması ama müziğin kendisini yaratmamış olması gibi. Müzik hep vardı, kürelerin müziği. Dünyanın üzerindeki hayatın kilit metabolizmasının ne kadarının kendiliğinden doğduğu, ne kadarının sonraki genler ve proteinlerin ürünü olduğu ilginçtir.


Yıllardır devam eden acı kavgaları sona erdiren yirminci yüzyılın en önemli keşifleri arasında yer alan yönteme Chemiosmosis (Kemiozmoz) denmektedir. Peter Mitchell'a 1978'de Nobel ödülü kazandırmış bu yöntemi inceleyen araştırmacılar böyle tuhaf bir mekanizmanın neden hayatta her yerde karşımıza çıktığını açıklamakta zorlanıyor. Genetik şifre, Krebs döngüsü ve ATP gibi, chemiosmosis de hayatın geneline yayılmıştır, öyle görünüyor ki son evrensel ortak atanın, LUCA'nın da bir özelliğidir. Chemiosmosis protonların bir zar üerinde hareket etmesidir. Solunum yaparlen olan şey budur. Elektronlar besinlerden sıyrılır ve bir taşıyıcılar zinciriyle oksijene ulaştırılır. Bir kaç noktada salınan enerji bir zar üzerinden proton pompalamakta kullanılır. sonuçta zar üzerinde bir proton ölçeği oluşur. Bu zar bir çeşit hidroelektrik santral gibi hareket eder. Tıpkı tepedeki bir rezervuardan akıp gelen suyun bir türbini çevirip elektrik üretmesi gibi, hücrelerde de protein türbinlerinden zara proton akışları ATP sentezini sağlar. Bu mekanizma tümüyle beklenmedik bir mekanizmadır, iki molekül arasında güzel doğrudan bir tepkime yerine ortaya tuhaf, kademeli bir proton ölçeği, bir proton merdiveni eklenir.


Bütün bunlar ne anlama geliyor? Hidrojen ve karbondioksit tepkimesine geri dönelim. Bakterilerin çemberi döndürmesi hala bir ATP'ye mal oluyor, ama bakteriler artık bir ATP'den fazlasını üretebilirler, çünkü ikinci bir ATP üretmek için tasarruf edebiliyorlar. Güzel bir hayat değil ama dürüst bir hayat. Daha da önemlisi bu, büyüme olasılığıyla hiç büyüme olasılığı olmaması arasındaki farkı oluşturur. Martin ve Russell , hayatın ilk biçimleri bu bu tepkimelerden doğduysa, bu durumda hayatın derin denizlerdeki menfezlerden ayrılmasının tek yolu Chemiosmosis'tir. Bugün bu tepkimeyle yaşayan yegane hayat biçimlerinin hem Chemiosmosis'e dayandığı hem de onsuz büyüyemediği kesinlikle doğrudur. Peki neden? Onsuz yaşayamayacak olan ortak bir atadan miras aldıkları iin böyle olduğunu düşünüyorum.


Ama Martin ve Russell'ın haklı olduklarını düşünmemizin başlıca sebebi Russell'ın menfezlerinin özelliklerine uzanıyor. Menfezlerin çözülmüş karbondioksitin asitlendirdiği bir okyanusa bazik sıvılar püskürttüğünü hatırlayalım. Asitler protonlar bağlamında tanımlanır, bir asit proton bakımından zengindir, baz fakirdir. Dolayısıyla asitli okyanuslara bazik sıvılar püskürtmek, doğal bir proton merdiveni oluşturur. Başka bir deyişle, Russell'ın bazik menfezlerindeki mineral hücreleri doğal olarak Chemiosmosis'tir.


Elbette ki doğal bir proton merdiveni ancak hayat bu merdivenden yararlanabiliyor, sonra da kendi merdivenini oluşturuyorsa işe yarar. Önceden var olan bir merdiveni kullanmak sıfırdan yeni bir şey yaratmaktan kesinlikle çok daha kolaysa da ikisi de doğrudan ortaya çıkmamıştır. Bu mekanizmalar doğal seçilimle oluşmuştur, buna hiç kuşku yoktur. Bugün bu mekanizmalar genlerin belirlediği çok sayıda proteini gerektirir, böyle karmaşık bir sistemin de proteinler ve genler, DNA'dan oluşan genler olmaksızın evrilmiş olabileceğini düşündürecek bir gerekçe yoktur. Demek oluyor ki ilginç bir döngüyle karşı karşıyayız. Hayat kendi Chemiosmosis merdivenini nasıl kullanacağını öğreninceye kadar menfezlerden çıkma imkanına sahip değildi, ama kendi merdiveninden de ancak genleri ve DNA'yı kullanarak yararlanabilirdi. Kaçınılmaz görünüyor: Hayat kayalık kuluçkasında şaşırtıcı derecede sofistike şekilde evrilmiştir.


Martin ve Russell haklılarsa ortak atamız serbest canlı bir hücre değil demir, sülfür ve nikelden oluşan katalizör duvarlarla kaplı mineral hücrelerin ortaya çıkardığı kayalık bir labirentti ve doğal proton merdivenleriyle enerji sağlıyordu. İlk hayat karmaşık moleküller ve enerji üreten üretimini protein ve DNA'ya vardıran gözenekli bir kayaydı."


Nick Lane'in kitabından daha sonra ihtiyaç duyduğumuz konularda tekrar alıntılar yapabiliriz ancak bu uzun gibi görünen yazının evrimin hayatın kökenini anlamlandırmasında sadece ufak bir dipnot gibi kaldığını da söylemek isterim. Şimdi evrimin tabiatı, kapsamı ve hayatın kökeniyle ilgili yukarıda verdiğim evrim tabanlı inanışa karşılık getirilen eleştirileri inceleyelim. Unutulmamasını istediğim konu şu ki evrimin biyolojik olarak incelendiği ve bilimsel anlamda verilerinin sunulduğu kısımları yanlışlamak veya eleştirmekten bahsetmiyorum, inançsal bir kavram olarak evrime yüklenen anlamlar hakkında karşı yorumları aktarmaya çalışıyorum. Bunu yaparken bilimsel anlamda eleştiriler getirilen alanlar olabilir, bunlar konuya hakim olan bilim adamlarının bireysel görüşleridir. Her iki tarafta kanıtlarını ortaya koyarak yorum yapmaya çalışmaktadır. Evrim araştırmalarının sonuçlarının bizlere Tanrı'nın olmadığını kanıtlamadığını aktarmaya çalışan yorumları aktarmak adına  "Aramızda Kalsın Tanrı Var" isimli kitaptan yardım alacağım.


"Evet, sağ duyumuzun da söyleyeceği gibi, Darwin teorisi küçük ölçekte geçerli olabilir ama büyük ölçekte doğru değildir. Tavşanlar biraz farklı olan diğer tavşanlardan geliyorlar, ilkel bir çorba ya da patatesten değil. İlk olarak nerede ortaya çıktıkları hala cevaplanmamış bir soru olarak öylece ortada duruyor, evrensel çaptaki diğer pek çok soru gibi. Sir Fred Hoyle"


Evrimin Tanımı


Şimdi size evrim terimiyle kastedilen görüşlerden bazılarını aktaracağım:


1- Değişim, Gelişim,Varyasyon


Burada terim değişimi sağlayan herhangi bir mekanizma ya da akıllı bir müdahaleyi (veya onun olmadığını) ima etmeksizin sadece meydana gelen değişimi ifade etmek için kullanılmıştır. Bu anlamda mesela bir kıyı çizgisinin evriminden bahsedebiliriz. İnsanlar burada kullanıldığı haliyle "hayatın evriminden" bahsederlerken hepsi de hayatın ortaya çıkması ve gelişmesini kastederler. Bu şekilde kullanıldığı vakit evrim terimi tarafsız, zararsız, kendi halindedir; tartışmaya yol açmaz.


2- Mikro Evrim


Mikro evrim tüm dünyada herkesin aşina olduğu klasik örneği, bakterilerin antibiyotiklere karşı direnç kazanma şeklidir. Biraz detaya girmek icap ederse, klasik ispinoz gagaları örneğinden bahsedebiliriz. 1977'de yaşanan kuraklık sırasında bir ispinozun ortalama gaga uzunluğunda değişiklikler gözlenmiştir. Gene de unutmamak lazım gelir ki, 1983 yılı yağmurlarında gaga uzunlukları tersine dönmüştür. Dolayısıyla bu araştırmanın düzenli gelişimden çok doğal seleksiyona bağlı dairesel değişimi açıklayan bir örnek olduğunu belirtmek gerekir.


Evrimin başlıca delillerinden biri olarak gösterilen bir çalışma da son yıllarda yoğun bir eleştiri bombardımanına tabi tutulmaktadır. Söz konusu çalışma biberli kelebeklerde rastlanan renk koyulaşması ile alakalıdır. İddiaya göre doğal seleksiyon, açık renkli bir kelebek popülasyonunda bir kısım koyu renkli varyant ortaya çıkartmıştı. Açık renkli kelebekler kirli ağaç gövdelerindeki koyu renkli kelebeklere nazaran avcı hayvanlar tarafından daha çabuk fark edildiği için zamanla bu popülasyonda koyu renkli kelebekler sayıca baskın hale gelmişti. Tabi ki bu kayıt doğruysa mikro evrimin gene ancak döngüsel değişim açısından bir örneği olabilirdi. Bu süreçte yeni türler ortaya çıkmış değildi çünkü iki renkteki kelebek de ilk başta zaten mevcuttu. Dolayısıyla bu bulguyla tartışmaya aslında gerek yok; ama şimdiye kadar mikro evrim örnekleri durmadan makro evrimi ispatlamak için yeterli kanıtlarmış gibi gösterildikleri için biz konuya bir nebze eğilelim. Konu hakkında yazan Cambridge’li kelebek uzmanı Michael Majerus’a göre “biberli kelebeğin esas hikayesi, o hikayeyi meydana getiren parçaların çoğu göz önüne alınırsa yanlış, kusurlu ya da eksikti.” Üstelik biberli kelebeklerin vahşi hayatta ağaç gövdelerine konarak dinlendiklerine dair hiçbir bulgu yoktu. Ders kitaplarında kelebekler ağaç gövdesine konmuşken çekilmiş pek çok fotoğraf ise görünüşe göre sadece kurgudan ibaretti.


3- Makro Evrim


Bu terim büyük çaplı yeniliklerin, yeni organlar, yeni yapılar, yeni vücut sistemleri, niteliksel anlamda yeni genetik materyallerin ortaya çıkmasını; örneğin tek hücreli yapılardan çok hücreli canlıların evrimleşmesi gibi yeniliklerin vücut bulmasını ifade etmektedir. Makro evrim sadece, uzun zaman içerisinde mikro evrimi meydana getiren olaylara dayanarak açıklanabilir.


4- Yapay Seleksiyon (Mesela bitki ve hayvan üremesi)


Hayvan ve bitki hücreleri titiz bir şekilde, selektif üreme metodlarıyla damızlık hayvanlardan koyun ve çok çeşitli güller üretirler. İnsanların kısa süre içerisinde başardığını tabiat uzun bir zaman içinde yapabildi diyen Darwin’in de sıkça bahsettiği bu işlem aslında üstün derecede akıllı bir müdahaleyi gerektirir; dolayısıyla evrimin başıboş (kendiliğinden gelişen) işlemlerle meydana geldiğine dair herhangi bir delil sunmaz.


5- Moleküler Evrim:


Doğrusunu söylemek gerekirse bazı bilim adamları, evrimin meydana gelebilmesi için, kendi kendini kopyalayabilen bir genetik maddenin olması gerektiğini savunurlar. Örneğin Dobzhansky’e göre, eğer doğal seleksiyon mutasyona uğratıcı çoğaltıcılara ihtiyaç duyuyorsa “yaşam öncesi doğal seleksiyon, kendi içinde çelişkili bir kavramdır.” Fakat günümüzde moleküler evrim terimi yaygın şekilde, canlı hücrelerin cansız maddelerden türediğini ifade etmek için kullanılmaktadır. Kavramın bu tarzda kullanılması aslında evrim kelimesinin buradaki manasıyla Darwinci bir sürece karşılık gelmediği gerçeğini gizlemektedir.


Evrimi sorgulamak, onun yukarıdaki 1.,2. veya 4. maddelerde açıklanan anlamlarını sorgulamak demek olsa idi sadece, o zaman aptallık ya da cehaletle suçlanmak kabul edilebilir bir suçlama olurdu. Yukarıda söylediğimiz gibi mikro evrimin ve döngüsel değişimin, doğal seleksiyonun işlevini gösteren geçerli birer örnek olduğundan kimsenin şüphesi yok.


“Eğer evrime inanmadığını iddia eden birisiyle karşılaşırsanız bu kişinin ya cahil, ya aptal ya da deli olduğunu söylemek tamamen yerinde bir ifadedir. R. Dawkins”


Bu nedenle evrim sadece mikro evrim olarak yansıtıldığında itiraz edecek bir şey yokmuş gibi gözükür. Örneğin; E.O. Wilson’ın evrim hakkındaki şu satırlarına göz atalım: “ Doğal seleksiyon yoluyla evrim, cansız fiziksel sistemlerin aksine biyolojik sistemlerin belki de tek doğru yasasıdır ve son 20-30 yıldır matematiksel bir teoremle desteklenmiştir. Evrim basit bir şekilde şunu ifade eder, eğer bir organizmanın popülasyonundaki bazı özellikler kalıtımsal olarak birden fazla varyantlar taşıyorsa (mesela bir kuş türünde kırmızı ve mazi göz var diyelim.) ve bu varyantlardan biri gelecek kuşakta diğer varyantlara göre daha fazla yavruda görülüyorsa; popülasyonun bütün kompozisyonu değişmiş ve evrim ortaya çıkmıştır. Hatta o popülasyonda (mutasyon ya da göç yoluyla) yeni genetik varyantlar sürekli ortaya çıkıyorsa evrim asla bitmez. Üreyen bir popülasyonda kırmızı ve mazi gözlü kuşları düşünün ve kırmızı gözlü kuşun çevreye daha iyi adapte olduğunu farz edin. O popülasyon zamanla çoğunlukla ya da tamamen kırmızı gözlü kuşlardan oluşacaktır. Şimdi ise yeşil gözlü mutantların kırmızı gözlü mutantlara nazaran çevreye daha iyi uyum sağladığını farz edin. Sonuç olarak türler yeşil gözlü olacaktır. Evrim böylece iki küçük adım daha atmış olur.” Buraya kadar itiraz edecek bir şey yok bu sözler ancak mikro evrimin tanımı olabilir. herkesin mütabık olduğu döngüsel değişimin tanımıdır. Wilson örneğin -kuşlar ilk olarak nerede ortaya çıktı?- sorusu gibi soruları tamamen es geçmektedir. Buna rağmen makalesinin bir başka yerinde doğal seleksiyonun o yükü kaldırabileceğini iddia eder. Örneğin; “ Bütün biyolojik işlemler bu fizyokimyasal sistemlerin doğal seleksiyona uğrayarak evrim geçirmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. ya da yine insanlar “hayvanları meydana getiren kör kuvvet sayesinde hayvanlardan türemiştir.” der.


Colin Patterson evrim hakkında yazdığı ders kitabında doğal seleksiyonun aslında bilimsel bir teori değil apaçık bir gerçek olduğunu iddia ederek bunun evrimin tek sebebi olduğu anlamına gelmeyeceğini söyler. Patterson bizi kitabında doğal seleksiyon etiketini genelleme mantığıyla her sürece gelişi güzel yapıştırma ve dolayısıyla bu yolla söz konusu süreçleri açıklama tehlikesine karşı uyarıyor. Patterson’a göre doğal seleksiyon yaratıcı bir süreç değildir. Doğal seleksiyon güçlü nesli ayıklama işlemidir. Güçlü olan nesil zaten vardır; doğal seleksiyonla yoktan var edilmiş değildir. Ancak doğal seleksiyon genelde baş harfleri büyük yazılarak sanki yaratıcı bir işlemi tarif ediliyormuş gibi bahsedilir.


Doğal seleksiyon tabiatı gereği bir yenilik yaratamaz. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama bu durum daha önce Richard Dawkins’in doğal seleksiyon bütün canlıların varlığını ve şeklini açıklar diye cesurca ortaya attığı iddiayla açıkça çelişmektedir.


Şimdi doğal seleksiyonun etkilediği kalıtsal varyasyonların, organizmaların genetik yapılarında meydana gelen rastgele mutasyonlar olduğu gerçeğini ele alalım. Oysaki Dawkins ve onun gibi düşünenler evrim olayının rastgele bir süreçten ibaret olmadığını hatırlatma konusunda son derece hassastırlar. Ne de olsa Dawkins’in kendisi de, insan gözü zaman içinde tesadüfen gelişmiştir gibi fikirlere itiraz edecek kadar olasılık hesaplamalarından etkilenmiştir. Kendine has üslubuyla şöyle yazar : “Ezici, dağıtıcı, çarpıcı bir biçimde ortadadır ki Darvinizim gerçekten de bir tesadüf teorisi olsaydı asla işe yaramazdı. Bir gözün ya da hemoglobin molekülünün tamamen tesadüf eseri gelişen karmakarışık bir yolla, kendi kendine bir yerde toplanamayacağını hesaplamak için matematikçi ya da fizikçi olmanıza gerek yok.” Öyleyse bu durumu Dawkins nasıl izah etmektedir? Ona göre evrim tesadüf ve gerekliliğin birleşmesinden meydana gelen bir süreç olsun diye doğal seleksiyon rastgele mutasyonları ayıklayan bir yasa gibi işler. Kaynakların sınırlı olduğu bir ortamda güçlü nesli zayıftan daha avantajlı hale getirir. Böylece fayda veren mutasyonun devam etmesini sağlar. Bu mutasyona uğrayan organizmalar hayatta kalırlar diğerleri ise ortadan kalkarlar. Fakat doğal seleksiyon mutasyona yol açmaz. Mutasyon tesadüfen oluşur.


Darwin zamanında saygın bir botanikçi olan Joseph Hooker’dan düşündürücü bir mektup alır. Mektupta Hooker, doğal seleksiyonun yaratıcı bir süreç olarak aklına yatmadığını yazmaktadır. “ Eğer bir kere doğal seleksiyonun bir değişiklik yaptığını mesela bir özellik yarattığını kabul edersen, bütün prensibin yerle bir olur. Doğal seleksiyon varyasyon yaratmak hususunda tıpkı bir fiziksel sebep gibi kuvvetsizdir; “bir şey benzerini meydana getiremez” yasası onun ve her şeyin temelini oluşturur ve hayatın kendisi kadar esrarengizdir. İşte bu Lyell ve benim senin halka ve bize yeteri kadar kuvvetle iletemediğini düşündüğümüz şeydir; ve bilim dünyasının önemli kısmının senin prensibine sadık olmamasının altında yatan sebep de bu. “Bir şey benzerini meydana getirir” gibi eski yanlış prensipleri eleştirerek başlaman gerektiği halde böyle bir başlangıç yapmadın. Oysa kitabın ilk bölümünü buna ayırmış olmalıydın başka bir şeye değil. Senin görüşüne itiraz ederken şimdi farkına vardığım bir gerçek daha var o da şu; sen sınırsız ve kesintisiz varyasyon gerçeklerinin üzerinde düşünmeyi ihmal edip doğal seleksiyonu bir şekilde kendine Makineden Bir Tanrı yapmışsın. Senin sekiz çocuğunun her biri diğerinden tamamen farklı, birbirine tam olarak benzeyen hiçbir özellikleri yok. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Sen farklı atalardan kalıtsal yolla gelen farklı özellikleri taşıyorlar dersin- tamam- fakat zamanda geriye hatta en geriye git ve en sonunda farklılıkların kaynağı olan ilk çifte gel, bu durumda mantıksal olarak senin türüne ait ilk erkek ve dişinin, senin türlerinin aralarında en az benzerlik olan fertlerinin en uç farklılıklarının hepsini taşıması gerekir ya da bu farklılıkları onlarda doğuştan olan bir kanunun ortaya çıkartması gerekir.”


Darwin bu sözlere bir mektupla karşılık verir. “Mektubunda şaşkınlıktan küçük dilimi yuttuğum yer, gördüğümüz her bir farklılığın hiçbir seleksiyon olmadan ortaya çıkmış olabileceğini söylediğin yerdir. Her zaman ben de aynı düşünceyi paylaştım ve paylaşıyorum; fakat sen meselenin etrafında dolaşıp, ona tamamen zıt bir yönden ve farklı bir açıdan bakmışsın ve bende o şekilde baktığımda hayretler içerisinde kaldım. Hemfikirim dediğimde ancak bir koşulla derim, sizin görüşünüze göre şimdiki gibi her bir canlı türü belli sabit şartlara uyum sağlayarak uzun süre ayakta kalır ve hayat şartları uzun süreç içerisinde değişir. İkinci olarak daha da önemlisi her canlı türü kendi kendini çoğaltabilen hermafrodit canlılardır, böylece en ufak varyasyonlar dahi melezlemeyle kaybolmaz. Sizin ve Lyell gibi insanların benim doğal seleksiyonu haddinden fazla tanrılaştırdığımı düşünmesi benim aleyhimde verilmiş peşin hükümdür. Yine de kitabımın her yerinde nasıl daha güçlü cümleler kurabilirdim pek bilmiyorum. Bu kadar uzattığım için Tanrı beni affetsin ama, mektubunun merakımı ne kadar celp ettiğini ve yeni kitabımı hazırlarken parlak fikirler bulmak için ne kadar önemli olduğunu kelimelerle ifade etmem mümkün değil.”


Doğal seleksiyonun bir kanun gibi işlediğini iddia eden argüman matematiksel açıdan incelendiğinde son derece kusurlu yönleri ortaya çıkmaktadır.


Evrimin Bir Sınırı Var Mıdır? Olan Biten Her şeye Açıklık Getirebilir Mi?


Evrimin sınırı demek doğal seleksiyon ve mutasyonun yapabileceği şeylerin kısıtlı olması demektir.


Gözlemlenebilenden gözlemlenemeyene doğru yapılan açıklamaların tehlike doğurabileceği konusunda bazı yorumlar vardır. S.F. Gibbert, J.M. Opitz ve R.A. Raff şunu iddia ederler:” Mikro evrim adaptasyonlara bakar ki bu sadece en iyi uyum sağlayanın meydana gelmesi değil. Goodwin’in 1995 yılında dikkat çektiği gibi Darwin’in problemi hala çözülememiştir. Bu bize genetik bilimci Richard Goldschmitdt’in tespitini hatırlatıyor:’mikro evrimin gerçekleri, makro evrimi anlamaya yetmez.’


Grasse’nin aslında mikro evrimin sanıldığı kadar büyük bir açıklayıcılık gücüne sahip olmadığını iddia etmesi şaşırtıcı değildir. Yakın zamanda E.Coli bakterileri üzerinde yapılan bir araştırma da bu iddiayı desteklemektedir. Bu araştırmada 25.000 yıl boyunca devam eden E.Coli bakteri nesillerinde gerçek anlamda radikal bir değişiklik gözlemlenmemiştir. Biyokimyager Michael Behe şimdiye kadar 30.000’den fazla E.coli bakteri neslinin üzerinde araştırma yapıldığına ve bir milyon insan yılına eşit bir süre olduğuna ve sonuçta evrimin :’çoğunlukla dejenerasyon ürettiğine’ dikkat çeker. “Bazı sistemlerin bazı marjinal detayları 30.000 kuşak boyunca değişime uğradıysa da bakteriler sürekli olarak genetik miras kalıntılarından kurtuluyorlar. Buna RNA yapıtaşlarının bazılarını yapma yeteneği de dahildir. Görünüşte sofistike ama masraflı moleküler makinelerden kurtulmak bakteri enerjisini arttırmaktadır. Buna biraz olsun benzeyen bir sofistike sistem kurulamamıştır. E. Coli örneğinin bize verdiği ders evrim için bir şeyi bozmanın yapmaktan daha kolay olmasıdır. Bu gözlem Behe’nin biyolojideki araştırmaların evrimin bir sınırı olduğunu gösterdiğini iddia ettiği delillerden biridir.


Astrofizikçi ve matematikçi Sir Fred Hoyle da, yaptığı hesaplamalar sonucu, mikro evrimden yola çıkarak makro evrim hakkında tahmin yürütmenin geçerliliğinden şüphe etmeye başladı. “Darvin teorisinin genel olarak doğru olamayacağı anlaşıldıkça bir problem hep gündemde kaldı çünkü teorinin tamamen yanlış olabileceğini kabul etmek bana çok zor geliyordu. Fikirler sadece gözlemlere dayanırsa, Darwin teorisi de tamamen gözleme dayandığı için, belli başlı gözlemler içerisinde bu teorinin geçerli olması gayet normaldir. Ama bu bir dizi gözlemin dışında tahminler yürütüldüğü vakit sorunlar ortaya çıkarabiliyor. Yani baş gösteren esas mesele, teorinin nereye kadar geçerli olduğu ve neden belli bir noktadan sonra geçersiz hale geldiğiydi.


Fred Hoyle, matematiksel tezlerinden çıkardığı yorumlarda genellikle lafını sakınmaz: “Evet sağ duyumuzun da söyleyeceği gibi, Darwin teorisi küçük ölçekte geçerli olabilir ama büyük ölçekte doğru değildir. “ Ardından Hoyle hayatın tüm kompleksliğinin evrimle izah edilebilir olduğu iddiasına inanmadığını beyan eder.


Fosil Bulguları


Mikro evrimin kapsamının dar olduğu kanaati, fosil bulgularında makro evrime uygun bir delil bulunamamasıyla alakalı Wesson ve diğer bilim adamlarının yaptıkları yorumlarla birlikte daha da güç kazanmaktadır. Bu pek çok insana şaşırtıcı gelebilir. Çünkü evrimin en güçlü delillerinin fosil bulguları olduğuna dair halk arasında yaygın bir inanış vardır. Fakat bu kanaat bilimsel kaynaklara geçen bulgularla uyuşmaz. Aslında, Darwin’e en başta şiddetle karşı çıkanlar paleantologlardı. Darwin bizzat bu itirazların sebebini açıklamıştır: ara geçiş formlarına ait fosiller bulunamamıştır, oysa onu teorisine göre ara formların fosilleri olmalıdır. Darwin Türlerin Kökeni’nde şöyle der: “Eskiden yeryüzünde mevcut olan ara türlerin sayısı gerçekten muazzam olmalı. O zaman neden jeolojik formasyon ve katmanlar böyle ara bağlarla dolu değil? Jeoloji böyle kademeli bir organik zincir olduğunu ispatlayamadı ve bu belki de benim teorimi çürütebilecek en açık ve güçlü itirazdır. Zoolog Mark Ridley bu durumu şöyle yorumlar:”Evrimleşmiş tek bir soyun evrimsel değişimini gösteren fosil bulguları neredeyse hiç yok. Eğer evrim doğruysa türler, ata türlerin değişimiyle ortaya çıkmışlardır ve bunu fosillerde görmek isteriz. Fakat görebildiğimiz pek söylenemez. 1859’ da Darwin tek bir örnek dahi gösterememişti.”


Paleantolog David Raup şöyle yazıyor:”Darwin’den bu yana 120 yıl geçti ve fosiller hakkındaki bilgimiz bir hayli arttı. Şu an elimizde çeyrek milyon türe ait fosil var, ama durum pek değişmedi. Evrimi destekleyen bulgular hala şaşırtacak şekilde dağınık ve seyrek; hatta size komik gelecek ama elimizde Darwin’in dönemindekinden daha az sayıda evrimsel geçiş örneği var.”


American Museum Of Natural History’den paleantolog Niles Eldredge şunu da ekler: “ Bize ne zaman evrimsel bir yenilik takdim edilse, bu takdime gürültülü bir sansasyon eşlik eder. Oysaki çoğunlukla elimizde, bulunan o fosillerin başka bir yerde evrilip evrilmediklerine dair sağlam bir kanıt yoktur. Fakat evrim her daim başka bir yöne gidiyor olamaz. Buna rağmen evrim hakkında bir şey bulmak isteyen pek çok ümitsiz paleantoloğu fosiller işte böyle etkilemektedir. Eldredge “Biz paleantologlar, canlı tarihinin her şey hakkında bilgi verdiğini söyler dururuz; oysaki gerçek öyle değildir.” Peki neden?


O zaman fosiller neyi gösteriyor? Gould şöyle yazıyor:”Pek çok türün fosil tarihi bilhassa türlerin kademeli bir şekilde evrimleştiği fikriyle çelişen iki özellik gösterir:


1- Durgunluk: Pek çok tür, yeryüzünde yaşadıkları müddetçe doğrusal bir değişim göstermemişlerdir. İlk ortaya çıktıkları zamanla kayboldukları zamanki fosil kalıntıları hemen hemen aynıdır; biçimsel değişim genelde çok kısıtlı ve yönsüzdür.


2-Aniden Ortaya Çıkma: Hiçbir bölgede türler atalarının düzenli bir değişim geçirmesiyle tedrici şekilde ortaya çıkmaz; bir kerede tam teşekküllü olarak belirirler. Gould ve Eldredge’in fosil kalıntıları üzerinde yaptıkları çalışmalarda rastladıkları kısa süreli ani değişimler ile uzun süreli bir durağan devreyi gösteren bulgular “sıçramalı denge” teorisini geliştirmelerini sağlamıştır. Bu teorinin temel fikri şudur: Uzun süren durgun devirler belli aralıklarla aniden ortaya çıkan makro evrimsel atlamalar ile kesilir. Gould çok satan kitabı Wonderful Life’da böyle bir sıçrayışa en güzel örneği vermiştir. Burada Gould ortadan kalkan pek çok filumların yanı sıra şuan mevcut olan bütün filumların Kambriyen Patlaması denilen zamanda nasıl aniden ortaya çıktığını anlatır. Tabiki böyle ani bir sıçramaya sebep olan nedir sorusu ayrı bir tartışma konusu olduğu gibi bu durum, mikro evrim süreçlerinin büyük çapta bir evrimi meydana getirebilecek bir lokomotif görevi gördüğünü iddia edenlerin işini daha da zorlaştırmaktadır.


Tedriciciler mikro evrimin zaman içerisinde makro evrim haline geldiğini iddia ederler. Bu nedenle küçücük evrim adımlarının, çok uzun devirlerde gayet yavaş bir şekilde birikerek çok büyük yeni bir adımın atılmasını sağlayacağına inanırlar. Eldredge şöyle der:” Bu, benim sahip olduğum paleantolojik bakış açısına göre hiç de yeterli bir tahmin değildir. Basit tahmin yürütme yöntemi işe yaramaz. darwin doğal seleksiyonun mutlaka açık bir işaret bırakacağını söylediğinden beri, biz hep olması gerektiği öğretilen yavaş ve yönelimli değişimin örneklerini 60’lı yıllarda boş yere aradık durduk. Tam aksine fosil kalıntılarında türler ortaya çıktığında hiç değişime uğramadıklarını gördüm. Türler tabiatları itibariyle  çok katı biçimde değişime dirençliler ve değişimi affetmezler- isterse milyonlarca yıl geçsin.”


Bu düşünceleri Colin Patterson da destekler:” Ben gayet açık ve net şekilde konuşacağım; elimizde ataya ait veya geçiş formu özelliğinde olan hiçbir fosil yoktur ki onun üzerinden sağlam bir argüman geliştirebilelim.” Geçiş formu ve ara form arasındaki farkı belirtmek önemlidir. Ara form şemadaki belli bir sınıflandırma kriterine göre, bu şemanın A ve B türleri arasına yerleştirilebilir; ama bu sıralama ara formun A’dan geldiği ve B’nin atası olduğu anlamına gelmez.


Genetik Yakınlık İtirazı


Organizmalardan alınan bir gurup DNA dizi yapılarını karşılaştırmada kullanılan sofistike sayısal teknikler, genomlar arasında fevkalade bir benzerlik göstermiştir, farklı organizmalara ait uzun DNA şeritleri neredeyse birebir aynıdır. Fosillerden ve karşılaştırmalı anatomiden bağımsız devam eden bu araştırma, canlıların genetik açıdan birbiriyle çok yakından ilişkili olduğunu şüpheye meydan vermeyecek şekilde ilişkili olduğunu şüpheye meydan vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır. İşte moleküler biyolojinin bu çarpıcı bulgusunun neo-Darwinci sentezlerin gerçek olabileceğine dair en ezici delil olduğu iddia edilir.


Genetik bir yakınlığın olduğunu söylemek ayrıdı; mutasyon ve doğal seleksiyonun bu yakınlığın meydana gelmesinde etken tek mekanizma olduğunu iddia etmek apayrı bir şeydir. Behe’nin kendi çalışması da göstermiştir ki, evrimin bir sınırı olduğu için genetik ilişkinin kökeni meselesinde seleksiyon ve mutasyondan çok daha fazlası olması gerekir. Diğer bir deyişle darwinci sentez ona yüklenen genetik ağırlığı taşıyamaz. Bunun için neo-darwinci sentezden çok daha fazlası gerekir ki o da tasarımcı bir aklın girdiği bilgidir.


Conway Morris: “Hayatın meydana gelebilmesi için tam kararında olması gereken sadece belli başlı parametrelerin sayısal değerleri değildir. Hayır tam kararında olması gereken evrendeki düzenin idaresi ve işleyişidir.” “ Hakikaten biyokimya ve protein fonksiyonu ile ilgili bilgimiz artmaya devam ettikçe en azından benim hayretim de artıyor. Eğer saatçi kör ise, biyolojik alandaki uçsuz bucaksız labirentlerde yolunu şaşırmadan bulabilmek için mükemmel bir yönteme sahip olmalı. Peki nereye gittiğini bilmiyorsa yolunu nasıl buluyor? (Kör Saatçi: The Blind Watchmaker, Richard Dawkins'in evrimsel gelişmeyi basit örneklerle modellendirerek anlattığı popüler-bilim kitabı. İsmi 18. yüzyıl tanrı bilimci William Paley'in o dönemde çok bilinen bir kitabına referans olarak kullanılmıştır, Paley kitabında bu tür tartışmalarda sık kullanılan saat analojisine başvuruyor, çünkü saat karmaşık yapıları anlatmak için iyi bir model, Paley eğer yürürken yerde bir saat görseydiniz bunun karmaşık bir mekanizma olduğunu ve bir tasarımcı tarafından önceden tasarlandığını düşünürdünüz ama insan gibi karmaşık yapıların neden önceden tasarlanıldığını düşünmüyorsunuz diyerek bu tasarımcının üstü kapalı bir biçimde tanrı olması gerektiğini iddia ediyor, Dawkins de buna cevap olarak mutasyon, birikimli seçilim gibi mekanizmalarla çalışan evrimin önceden planlanamayan bir süreç olduğuna dikkat çekerek bu saatçinin ileriyi göremeyeceği ve planlayamayacağı için kör olması gerektiğini savunarak kitabına Kör Saatçi adını verir.
Ve bunu da yaptığı bir programla açıklamaya çalışır ki kendisi yazıldığı gibi bir bilgisayar programcısıdır, bu program kendiliğinden biyomorph adı verilen şekiller oluşturan bir programdır, doğada binlerce gen kullanan canlılara karşın bu programda oluşan şekillerin kullandığı gen sayısını 9 la kısıtlar, her oluşan yeni biyomorfla bir önceki biyomorf arasında sadece +1 veya -1 gen farkı vardır, Dawkins bilgisayarda tesadüfi olarak oluşan şekilleri incelerken ortaya çıkan bir şekli gözden kaçırır ve yeniden aynı şekle ulaşmak ister ama bunu bir türlü başaramaz. Programı kendim yazdığım halde, nasıl çalıştığını bildiğim halde ben aynı şekle bir daha ulaşamıyorum diyerek, doğadaki gelişmelerin de böyle olduğunu bir sonraki adımın nasıl olacağının, evrimin ne yöne gideceğinin önceden asla kestirilemeyeceğini söylüyor.
Dawkins bize doğadaki tüm her şeyin bir anda ve önceden tasarlanmış bir şekilde ortaya çıktığı, gelişime kapalı, durağan bir modelin tersine her şeyin kerte kerte, adım adım, basitten karmaşığa doğru ilerlediği, sürekli gelişen, hareketli bir gelişme modeli sunuyor. Ona göre insanın evrimi tahayyül edememesinin en büyük nedeni beynimizin küçük niceliklerle çalışmak üzerine evrimleşmesi ve için işin içine milyonlarca yıllık süreçler girince affallayıp kalmasıdır.)


Buraya kadar olan argümanımızı özetlemek gerekirse, evrimsel biyolojiden ateizm sonucu çıkarılabileceği iddiası külliyen yanlıştır. Öncelikle bu mantıksal bir hatadır çünkü bilimden bir dünya görüşü çıkaramazsınız; ikinci olarak, Darwin’den bu yana bilimdeki ilerlemeler tüm canlı varlığı ve çeşitliliğinin mutasyon ve doğal seleksiyonun kör saatçisiyle izah edilebileceği inancına destek sağlamaz. Mutasyon seleksiyon mekanizmasının faaliyet alanı kısıtlıdır. Öyle görünüyor ki evrimin bir sınırı var. Yani kör saatçinin yapabileceklerinin bir haddi var.


Moleküler biyoloji sayesinde anladığımız canlıların hayal bile edilemeyen kompleks yapıları ve düzenleyici mekanizmaları tasarımcı bir aklı karakterize etmekte; ya da en azından bu mekanizmaların sonuç itibariyle dayandıkları hassas dengeli bir fiziki evrene işaret etmektedir.


Hayatın Kökeni Çıkarımına Gelen Yaklaşımlar


“İlk üreyen organizmanın evrimiyle ilgili bir natüralist teori geliştirmek için, işe nereden başlayacağımıza bile karar vermek son derece zor hale geldi.” Anthony Flew.


Evrim teorisinin açıklamaya çalıştığı hayatın kökenine dair tüm süreçler kimyacıların ortaya koyduğu tüm olanaksızlıklara rağmen meydana gelmiş olsaydılar bile, er ya da geç protein yapılarının sergilediği komplekslikle alakalı çok daha zorlu problemlerle çaresiz yüzleşmek zorunda kalacaklardı. Zaten esasen can alıcı problem bir kristalde, bal peteğinde vb. görülen düzeni meydana getirmekle alakalı değildir. Esas problem bir proteini oluşturan kompleks amino asit düzeninin meydana getirdiği ve niteliksel açıdan farklı dil türünden yapıların ortaya çıkmasıdır. Paul Davies bu farkı açıkça şöyle ifade eder: “Hayat aslında kendiliğinden oluşumun bir örneği değildir. Hayat ayrıntılarıyla önceden belirlenmiş, yani genetik açıdan yönetilen bir organizasyondur. Canlılar DNA’larında kodlanmış bir genetik yazılımla yönlendirilirler. Oysa konveksiyon hücreleri kendiliklerinden şekillenirler. Bir konveksiyon hücresi için gen yoktur. Düzen kaynağı yazılımda kodlanmamıştır. Onun yerine sıvı içindeki çevre koşullarına bağlıdır. Diğer bir ifadeyle konveksiyon hücresinin düzeni dışarıdan sağlanır. Yani içinde bulunduğu sistemin şartları bu düzeni oluşturur. Buna karşın canlı hücrenin düzeni dahili kontrolden doğar. Kendiliğinden düzenlenme teorisi şimdiye kadar kendiliğinden biçimlenen ya da kendinin sebebi olan oluşumlardan; canlıların son derece kompleks, bilgi temelli genetik oluşumlarına geçişin nasıl olduğuna dair hiçbir ipucu sağlayamamıştır.


Stephen Meyer meseleyi şu açıdan ele alır: “Kendiliğinden düzenlenme teorileri aslında izaha muhtaç olmayan şeyleri izah ediyorlar. Oysaki asıl izaha muhtaç olan şey düzenin kaynağı değil, bilginin kaynağıdır.”


Klaus Dose: “Hayatın kökeni konusunda moleküler ve kimyasal evrim sahalarında 30 yıldan daha uzun bir zamandır yapılan deneyler, yeryüzünde hayatın kökeni problemine çözüm bulmaktan çok, bu problemin ne kadar büyük olduğunun daha iyi anlaşılmasını sağladı.  Günümüzde bu alandaki başlıca teori ve deneyler üzerine yapılan bütün tartışmalar ya bir çıkmaza saplanıyor ya da bilginin yetersiz olduğu itirafı ile sonuçlanıyor.”


Mucizelerden hoşlanmadığı bilinen Sir Francis Crick konuyla alakalı şöyle bir yaklaşımda bulunmuştur: “ Hayatın başlaması için o kadar çok koşulun bir araya gelmesi gerekir ki hayatın kökeni neredeyse bir mucizedir.”


Yakın zaman önce Francis Collins şöyle bir yaklaşımda bulunmuştu:” Kendiliğinden çoğalabilen organizmalar ilk kez nasıl ortaya çıkmıştır? Dürüst olalım, henüz bunu bilmiyoruz. Hatta elimizde sadece 150 milyon yıllık bir zaman içinde, yeryüzündeki prebiyotik ortamın hayatı nasıl başlattığını izah etmeye yaklaşan bir hipotez bile yoktur. Bu demek değil ki mantıklı hipotezler ortaya konmadı; kondu ama hayatın oluşumunu açıklamak için yaptıkları olasılık hesapları hala imkansıza yakın sonuçlar vermeyi sürdürüyor.”

İnsanın Organik Evrimi


İlk insansı varlık


İnsanoğlunun kökeni ile ilgili çalışmalar daha çok homo cinsi etrafında yoğunlaşsa da sıklıkla Australopithecus vb. gibi diğer hominid ve homininleri de kapsar. Fosil kayıtlarına göre anatomik olarak çağdaş insan tanımına uyan en eski fosiller 195.000 yıl öncesine aittir ve Afrika'da bulunmuşlardır. Çağdaş tipte homo sapiens altürünün ilk ırkı olan Cro-Magnon insanı ise zamanımızdan 50 bin yıl önce ortaya çıkmıştır. İnsanoğlunun evrimine dair kabul gören başlıca iki hipotez vardır. Bunlardan birincisi çağdaş insanın Afrika'da ortaya çıkıp dünyaya yayıldığını öne süren "tek orijin" hipotezi, diğeri farklı bölgelerde evrim geçirerek çağdaş insana dönüştüğünü öne süren "çoklu bölge" hipotezidir.


Çağdaş insanın ve diğer insansı maymunların ilk ortak atası kabul edilen iki ayak üzerinde doğrulabilen ve gözleri ileri bakan canlının bundan yaklaşık 6.5 milyon yıl önce Afrika'da ortaya çıktığı tahmin edilmektedir. Bu canlının ağaçlardan inip ayakta durmaya başlamasının nedeninin iklim değişikliğine bağlı kuraklık, yiyecek kıtlığı ve göç zorunluluğu olabileceği düşünülmektedir. İnsanı oluşturmaya başlayan organik evrim bilimsel adı olan Antopogenesis zamanımızdan yaklaşık 3,5 milyon yıl önce başlamıştır. İnsan adını hak eden başlangıç noktası ise Homo cinsinin ortaya çıkması ile olmuştur.


Çağdaş insanın soyu tükenmemiş en yakın akrabaları sıradan şempanzeler (Pan troglodytes) ve bonobolardır (cüce şempanze, Pan paniscus). Bu iki şempanze türü ve insanoğlu yaklaşık 6.5 milyon yıldır farklı bir evrim çizgisi izlemelerine rağmen tamamlanmış gen haritalarına göre aralarındaki yakınlık fare ile sıçan arasındaki yakınlıktan on kat daha fazla, akraba olmayan iki insan arasındaki yakınlıktan sadece 10 kat daha azdır. Bu iki şempanze türü ve insanın DNA'sının %98.4'ü tamamen aynıdır.


Homo erectus


Bundan yaklaşık 1.8 milyon yıl önce dik duran Homo erectus türü ortaya çıkmıştır. Bir bataklığa yüzüstü düşmüş halde bulunan Turkana boy ismi verilen homo erectus iskeleti, günümüze kadar neredeyse tam olarak ulaştığı için homo erectuslara dair birçok bilgiye ulaşılmasını sağlamıştır. Bulgular homo erectusun oldukça iri olduğunu, avcılıkla veya leş yiyicilikle geçindiğini göstermektedir.


Homo neanderthalensis


Homo sapiens ile bundan yaklaşık 250-300 bin yıl önce ortaya çıkan Neandertalin uzunca bir süre dünya üzerinde birlikte bulunduğu ve bu iki türün birbirleriyle karşılaştığına dair arkeolojik kanıtlar mevcuttur. Kimi görüşler de, bu iki türün birbirinin farklı olduğunu fark etmeden birlikte üremiş olabileceğini, dolayısıyla da günümüz insanının kökeninde Neandertaller'in de olduğunu iddia etmektedir. Nitekim Asya'da bulunan bir fosilin Neandertal ve Homo sapiens türlerinin çiftleşmesinden meydana geldiği anlaşılmıştır. Neandertalın kemik-iskelet yapısı günümüz insanından oldukça farklıdır. Neandertal insanının çene kemiğindeki mandibular kemik kanalının tipik yapısı ayırt edici bir temel özelliktir. Neandertalın soyunun nasıl tükendiği kesin olarak bilinmemektedir. Bazı teorilere göre daha zeki ve daha yetenekli olan Homo sapiens tarafından yok edilmişlerdir.


Günümüze ulaşmış birçok Neandertal fosili bulunmuştur. Bu nedenle hakkında en fazla bilgiye ulaşılmış hominid türüdür. Neandertallerin soyu yaklaşık 30.000 yıl önce tükenmiştir. Ancak küçük bir kısmının çok daha uzun süre yeryüzünde kalmış olabileceği düşünülmektedir. Belki de dünyanın her yerinde binlerce yıldır karşılaşılan koca ayak vb. folklorik öykülerin kökeninde bu hantal ve tüylü hominid vardır.


Neandertaller fosillerinde yapılan çalışmalar parmaklarının kalın ve hantal olduğunu göstermektedir. Bu çağdaş insan kadar ince el işleri yapamadığının kanıtıdır. Neandertaller toplu halde yaşamış sosyal yaratıklardır. Sakat kalanlara bakmış, ölülerini gömmüşlerdir. Çok fazla fosil bulunmasının nedeni ölülerini gömmüş olmalarıdır.


Adem’in Varoluşuna Getirilen Açıklamalar
Adem insan ismi değildir, bizzat Adem tanımlamasının sözcük anlamı insan/insanlık demektir. Bu tanımlama günümüz türkçesinde kullandığımız Adam tanımlamasıyla aynı kökten gelmektedir. Fransızcada ise ilk insan veya insanlık anlamına gelen Adem sözcüğünün yazılışı Türkçe "Adam" tanımlaması gibi yazılmaktadır. Türkçede kullandığımız "Adam" sözcüğü bir insana, bir topluluğa veya bir ulusa vurgu değildir. Adam tanımlaması, oluşumunu tamamlamış, düşünen, aklını çalıştırabilen ,varlığını sorgulayabilen mükemmel varlık anlamında diyebiliriz.


Kuran Bakara 30'a göre Allah yeryüzünde kendine bir temsilci yaratacağını söylüyor.
Melekler şaşkınlıkla orada bozgunculuk ve kan dökecek birini mi yaratacaksın, biz senin varlığını zaten onaylıyoruz diye buna karşı çıkıyorlar.  Kuran'a göre Allah Adem'i eşiyle birlikte cennette kalmalarını, diledikleri kadar orada yemelerini, fakat belirttiği bir ağaca yaklaşmamalarını söylüyor. Devam eden yaratılış ayetlerinden diğer yazılarımızda bolca bahsetmiştik.


Peki Adem cennette mi yaratıldı yoksa yeryüzünde mi?


Homo sapiens olan Adem'in cennette yaratıldığını varsayarsak ilk insan Adem'in milyarlarca yıllık evrim sürecinde oluşan değişik insan ırklarının atası olmadığını söylemiş oluruz. Kaldiki değişik insan ırkı olan, bizim gibi Homo Eraktüslerden evrilen Neandertaller bizim ırkımızdan, yani Adem'den önce yeryüzünde varolmuşlardı.


İlk insan olduğu kabul edilen Adem Kuran'a göre yaratılıyor ve ondan da eşi yaratıldıktan sonra Cennete konuluyor, sonra işlemiş olduğu hatadan dolayı dünya ya gönderiliyor fakat homo eractüsler yeryüzünün değişik bölgelerinde homo sapiensler olarak evrilmiş olmalarından dolayı Adem'e ilk insan da diyemiyoruz.


Homo Sapiensler olarak isimlendirilen bizim gibi insan ırkınını varoluş tarihi 200 bin yıl öncesine dayanmışken semavi kitaplarda adı geçen peygamberler sinsilesinden yola çıkarak ilk insan olduğununa inanılan Adem'e ulaşanlar en son m.ö. 4 bin yıl geriye gidebilmektedirler.


Kuran'da Adem ile ilgili kesin bir tarih verilmezken eski Ahit Tevrat'tan ve yeni Ahit İncil verilerinden yola çıkan Hristiyan din bilimcileri dünyanın yaşının da ancak 15 bin yıl olduğunu iddia etmişlerdi. Oysa evrenin oluşmasını sağlayan büyük patlama 14 milyar yıl önce, evrenin başlangıcından sonra devam eden oluşum sürecinde yaşadığımız yer küre 4.5 milyar yıl önce biçimlenmeye başlamıştı. Dünyanın 4.5 milyar yıllık varlığında ilkel yaşam ise tahminen 3.5-3.8 milyar yıl önce oluşmaya başlamıştı.


Kuran'da sayısı bilinmeyen binlerce peygamberin gelip geçtiğinden söz edilmesinden dolayı, adı geçen peygamberleri sürerek Ademe ulaşarak bir tarih çıkarmakta mümkün değildir.


Kuran'da Adem'in eşi Havva'nın nasıl yaratıldığına dair hiç bir vurgu bile yazmazken, İslami bilgiler verdiklerini söyleyen insanlar, Havva'nın Adem'in sol kaburgasından yaratıldığını iddia etmektedirler. Bu insanlar İslam adı altında insanları bilim kurgu öyküleriyle oyalayarak, gerçekleri görmelerini engellemektedirler.
Kuran'da Ademin eşi olduğuna dair Havva'nın adı bile geçmez.


Kuran Al-i İmran 34, Meryem 58 surelerinde peygamberler sürecinin Ademle başladığı Nuh'la devam ettiği kesin bir dille belirtilmektedir. Ademle ilgili bilgiler Tevratın tefsiri diyebileceğimiz "Midrash"ta verilmektedir. Midrash'ta Adem tanımlaması şöyledir; "Edam" ED = dünyanın merkezi, DAM = Kan, ruhun tahtı


Oysa "Adem" ismi Musevilikten de önce M.ö. 2000'li yıllarında, Lübnan, Suriye bölgesinde oluşmuş "Ugarit" uygarlığının kapsadığı akdeniz sahilinde o dönemden kalma yazıtlarda tanımlama olaraktan geçmekteydi. Sümer çivi yazısıyla yazılmış yazıtlarda insanlık anlamına gelen "Adam" tanımlaması Museviliğe buradan, Ugaritler’den geçtiği görülmektedir.
İbrani ve Arapların konuştukları sami dili ilk baştan Aramice olarak Akadların konuştukları Babil ve Asur lehçelerinden evrilerek oluşmuştu. Akadlardan  Ugaritlere, Ugaritlerden de İbranilere girmiş olması "Adem/Adam" tanımlamasının İbrani gelenekten gelmediğini gösteriyordu.


Tarihte bilinen ilk yazım dili Sümercedir, Sümerler çivi yazısını kullanmadan önce Türkmenistan Karakum Anu'da inançlarını ve önemli olayları görsel olarak silindir damgalara kazımışlardı. Sümer uygarlığının son bulmasından sonra Akadlar ve Elamlılar Sümer çivi yazısını kullanmaya devam etmişlerdi. Ugaritler ve eski Persler gibi farklı dilleri konuşan resimsiz yazım kökenli özellikleri olan diğer uygarlıkların yazımları sümer çivi yazımı kökenlidir.
Görsel çizimlerle her nesneye bir simge yerine konuşulan dildeki seslere bir harf vererek yazılışın ve okunuşun çok daha kolay olmasından dolayı Sümer çivi yazısı Sümerlerden sonra binlerce yıl kullanılmaya devam edilmiş, logosuz yazımlarında kökeni olmuştu.


İster Kuran'da olsun, ister Sümercede eski ata'ya vurgu olarak insan anlamında Ugaritçeye geçsin, ister Ugaritçeden Museviliğe ruh taşıyıcısı insan anlamında geçsin, Adem tanımlamasının anlamı ilk insana değil, Tanrı tarafından sorumluluk verilen ilk insana vurgudur.
Kuranda Allah insanlıktan bahsederken, sizler önceleri değersiz birer canlılardınız der. Bu belki ilk, ilkel Homo Sapienslere vurgu olabilir, belki de Homo Neandertallere veya öncesine vurguda olabilir.


1.8 milyon yıl önce var olmuş Homo Erektüsler, iki ayak üstünde yürüyen insanların ataları olarak Afrika dışında  kalıtsal olarak ilk defa Orta Asya’da meydana çıkmışlardı. Aynı tür Erectüs omurga kalıntılarının Pekin ve Cezayir'de bulunmaları bu türün dünyaya yayıldıklarını, ya da aynı atadan oralarda evrildiklerini gösteriyordu.


Son dönemlerde Çin'de, Endenozya'da ve Kafkaslar'da bulunan omurga kalıntıları genetik olarak 1.8 milyon yıl önce var olmuş Homo Erektüslerle ortak genleri taşımaktaydılar. Bu genleri modern insan olan homo Sapiensler ve 28 bin yıl önce biolojik varlıkları son bulan homo Neandertallerde taşımışlardı. İnsan ırkı ve maymun ırkları ortak atadan evrilen canlılardır. 14 milyar yıl öncesine dayanan başlangıçta dünyanın oluşum süresi 4.5 milyar yılda evrilerek dünya ve insanlık bu seviyeye geliyor ve daha ileri bir seviyeye doğru  evrilerek ilerliyorsa bu devam eden bir evrim sürecinin olduğunu göstermektedir.


Tarihi dinsel verilerden, bilimsel gerçeklerden insanlık sürecine bakıldığında Adem'e Tanrı tarafından ilk sorumluluk verilen insan diyebiliriz sadece. Yaratılış veya varoluşları ile ilgili bizim ırkımız olan Homo Sapiens’lerin geçmişleri en fazla 200 bin yıl öncesine dayanmaktadır, bu veriyi temel alırsak ilk sorumluluk verilen Adem'in geçmişini ancak 200 bin yıl öncesine götürebiliriz. Amerika kıtası hariç, dünyanın çeşitli bölgelerinde Homo Erektüs’lerden evrilen insan ırkı belli bir bölgede oluşmuş/yaratılmış tek insan değildi.
7:187- O sizi bir tek nefisten (aynı genetik özellikten) yarattı. Ondan da eşini yarattı ki dinginlik bulsun. Eşine yaklaşınca, hafif bir yükle yüklendi ve onunla gezindi. Yükü ağırlaşınca her ikisi Rab'leri ALLAH'a: "Bize kusursuz bir çocuk verirsen şükredenlerden olacağız" diye yalvardılar.
Adem ve Havva'nın çocuklarının insan neslini devam ettirebilmeleri için kendi aralarında cinsel ilişkiye girdikleri gibi saçma iddialarda bulunmakta doğru değildir. Çünkü ilk ilahi sorumluluk yüklendiği iddia edilen ilk insan zamanında başka insanlarda, hatta Homo Neandertal ve öncesinde Erectüs’ler gibi ırklar vardı.


Günümüz biliminin bulgularına göre Homo Erektüs’lerin ataları hayvan göçlerini takip ederek dünyaya Afrika kıtasından yayılmışlardı. Dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmış Homo Erektüs’lerden evrilerek Çin'de Pekin insanı, Endenozya adalarında Java insanı, Afrika'da siyah tenli insanlar, Avrupa ve Orta Asya'da Homo Neandertaller ve beyaz tenli insanlar var olmuşlardı. Oluşum sürecinde 250 bin yıl önce var olmuş, bilinmedik bir nedenden dolayı 28 bin yıl önce biyolojik varlıkları son bulan Homo Neandertal’ların beyinleri Homo Sapiens’lere göre daha az gelişmiş, kas ve alın çıkıntı kemikleri daha iriydi. Dil altında konuşmalarını biraz zorlaştıran kemik çıkıntısı vardı, bacak ve kol kemikleri uzunluk olarak  bizlerden farklıydı.
Homo Neandertal’ler beyinsel olarak az gelişmiş olsalar da seslerle birbirleriyle iletişim kurabiliyor konuşuyorlardı, taştan ve kemikten yaptıkları silahları kullanıyor, giysi giyiyor, boya kullanıyor, mağarada yaşıyor, hatta ölülerini gömüyorlardı.


Homo Sapiens özellikleri taşıyan ilk insanın Adem olduğunu varsaysak bile Adem'den öncede farklı özelliklerde insanların olmasından dolayı Adem'e ilk insan diyemeyiz.Üstelik Portekizin Lapedo vadisinde bulunan bir çocuğun beden kemik kalıntıları Homo Neandertallerle Homo Sapiens’lerin özelliklerini taşımaktaydı. Bu bize iki farklı özellikleri olan insan ırklarının cinsel ilişkiye girerek ürediklerini göstermektedir.Bu açıdan bakılınca, Adem'in ilk Homo Sapiens olduğunu varsaysak bile Adem'den önce var olmuş insan türlerinin olması ve bu iki farklı insan türleriyle çoğaldıklarını gösteren bilgilerinde olması, insan neslinin Adem'in çocuklarının kendi aralarında yaptıkları evlilikle çoğaldılar, insan ırkı bu biçimde oluştu kuramını çürütmektedir.
Adem ve Havva'dan önce başka türde olsa farklı insanların olması, bu çiftten doğan çocukların kendi aralarında cinsel ilişkiye girmiş olmalarından insan neslinin bu iki çift'in çocuklardan türemiş olduğu iddialarını çürütmektedir.


Kuran'da Allah, Ademi ilk sorumluluk verilen akıllı varlık olarak göstermesinden yola çıkarsak, Ademin Homo Eractüs veya Homo Neandertal olmadığı görülecektedir.
Bu köksel bilgilerde Neandetal’leri saymazsak Adem'in, ilk sorumluluk verilen, aklını çalıştıran, düşünen, sorgulayan bir insan olaraktan geçmişi en fazla 200 bin yıl öncesine dayandığı görülmektedir. Adem'in akıllı, düşünebilen, varlığını sorgulayan, sorumluluk kaldıracak bir varlık olduğu için ilahi emanetleri taşımaya layık, sorumluluk üstlenen ilk insan diyebiliriz.
TANRI’NIN VARLIĞI VE EVRİM TEORİSİ BİRBİRLERİNİN ÇELİŞİĞİ MİDİR?


Burada yapılan hata ‘Tanrı vardır’ önermesi ile ‘Evrim Teorisi doğrudur’ önermelerinin birbirlerinin tam zıttı olarak sunulmasıdır; böyle bir sunumda bu önermelerden herhangi birinin saçmalığa indirgenmesi (reductio ad absurdum), diğerinin doğruluğunun delili olarak sayılır. Çünkü bu önermelerden her biri diğerinin değillemesi olarak ele alındığı için, değillemenin değillemesi öbür önermenin doğruluğunu verecektir. Mantık kuralları, birbirleriyle çelişik iki önermeden biri doğruysa diğerinin mutlaka yanlış olduğunu söyler. Bu mantığın doğruluğunu savunanlar, Tanrı kavramının açılımının Tanrı’nın evreni tasarımladığı sonucuna götürdüğünü, Evrim Teorisi’nin savunulmasının ise evrenin tesadüfen oluştuğunun, yani tasarımlanmadığının savunulmasının tek yolu olduğunu düşünmektedirler. Bu mantığın doğru bir yönü olmakla beraber önemli bir yanlışı da vardır. Sırf maddi evren içinde kalındığında, ‘tesadüfen oluşum’u savunanların Evrim Teorisi’ni savunmak dışında bir alternatifleri olmadığı anlaşılmaktadır. On binlerce kez göz ve kanat gibi organların ayrı ayrı oluşumunu tesadüflerle izah etmek tamamen saçma görünecektir. Bu organların kompleks yapılarının ve mikro seviyedeki hücrelerinin içinin tasarımının mükemmelliğinin anlaşılmadığı bir dönemde kendiliğinden türeme yoluyla tesadüfî oluşum savunulmuştu. Ancak gelişen bilimsel veriler kendiliğinden türeme ile canlıların oluşumunu savunmayı tamamen imkânsız kılmıştır. Sonuçta kendiliğinden türemeyi savunamayacak olan ateistlerin, Evrim Teorisi’ni savunmak veya canlıların orijinini tamamen bilinemezciliğe terk etme dışında bir seçenekleri yoktur. Canlıların orijinine bilinemezci yaklaşım ise sadece tavırsal bir alternatiftir; Evrim Teorisi’ne veya türlerin bağımsız yaratılışına karşı bir seçenek getirme anlamında alternatif değildir. Sonuçta Evrim Teorisi’nin yanlışlanması, ‘Tanrısal yaratış’ dışında bir alternatif bırakmadığı için Tanrı’nın varlığını ispatladığı söylenebilir. Ama Evrim Teorisi’nin doğrulanmasının, Tanrı’nın varlığını yanlışladığını söylemek mümkün değildir. Çünkü birçok kişinin kabul ettiği gibi pekâlâ Tanrı’nın yarattığı bir evrim de mümkündür.


Bazı teistler “Tanrı canlıları neden evrim ile yaratsın ki” diye sorabilir ama kanaatimizce hiçbir teist “Tanrı, istese de canlıları evrim yoluyla yaratamaz” diyemez ve “Tanrı canlıları neden evrimle yaratmasın ki” sorusunu da aynı şekilde sormak pekâlâ mümkündür. Sonuçta eğer Tanrı’nın yarattığı bir evrim mümkün ise, o zaman “Tanrı vardır” ve “Evrim Teorisi doğrudur” önermeleri birbirlerinin değillemesi olamazlar. Evrim Teorisi’nin yanlışlanması, Tanrı’nın varlığını ispat ediyor olsa bile; bu, Tanrı’nın varlığı ispat edildiğinde Evrim Teorisi’nin reddedilebileceğini göstermez. Fakat ‘Tanrı vardır’ önermesinin eğer değillemesi yapılabilirse, o zaman Evrim Teorisi anlayışı alternatifsiz kalmış olur. Çünkü Tanrı’nın yer almadığı bir ontolojide Evrim Teorisi’ne bir alternatif üretmek mümkün gözükmemektedir. Sonuç olarak bir teistin, Evrim Teorisi’ne hem inanması hem inanmaması hem bu teoriye karşı bilinemezci bir tavır içinde kalması mümkündür; Evrim Teorisi’ne inanan birinin ise teist veya ateist veya bilinemezci olması mümkündür. Evrim Teorisi’ni reddeden birinin ise ya teist olması ya da bilinemezci bir tavır içinde kalması gerekir. Bir materyalist-ateist (en yaygın ateist tipi), Evrim Teorisi’ne karşı olur ise bu teorinin alternatifini savunacak bir ontolojiyi göstermesi mümkün gözükmemektedir. Aynı şekilde Evrim Teorisi’ni reddedenin de, Richard Dawkins’in dediği gibi, Tanrı merkezli bir ontolojinin temellendirdiği tasarıma karşı gösterecek hiçbir ciddi alternatifi gözükmemektedir. Sonuç olarak ‘Evrim Teorisi’ni reddeden-ateist’ kategorisinde Comte gibi çok etkili bir ateist yer alsa da tüm kategoriler içinde en savunulamayacak kategori budur.


Teistlerin dikkat etmeleri gerekli husus, Evrim Teorisi’ne ateistlerin adeta mahkûm olmasının, teistlerin bu teoriyi inkâr etmesi için yeterli sebep olmadığıdır. Asıl olan bu teorinin doğru olup olmadığıdır. Eğer bu teori doğru ise ve teizm, sırf ateizmin bu teoriye mahkûmiyetinden dolayı bu teoriyi reddediyorsa, o zaman teizmin bu teorinin yanlışlanmasına ihtiyacı olduğu gibi isabetsiz bir sonuç çıkarılacaktır (ne yazık ki bunun çok sık gerçekleştiğine tanık olmaktayız). Bu ise teorinin doğrulandığına dair iddiaların, sanki Tanrı’nın varlığını yanlışlamayı da içerdiği gibi hatalı bir anlayışa sebep olacaktır. Bazı dindarların ve Evrim Teorisi’ne inananların (dindar veya ateist) arasındaki gerilimlerin en önemli kaynaklarından biri de işte bu yanlış anlayıştır. Bu yüzden bu noktayı bir kez daha vurgulamak istiyorum: Evrim Teorisi’nin doğruluğunun ispatı Tanrı’nın varlığının inkârını gerektirmez.


Aslında Evrim Teorisi’ne en tarafsız gözle bakma imkânına sahip olanlar teistlerdir. Çünkü teist ontoloji, Evrim Teorisi’ni hem kabul edecek hem de reddedecek imkânı içinde barındırır. Oysa ateistlerin aynı objektif tavrı Evrim Teorisi’ne karşı göstermeleri kolay değildir. Çünkü materyalist-ateist ontoloji, birbirlerinden bağımsız ortaya çıkan canlı türlerini sadece maddi evren içinde kalarak açıklama konusunda Evrim Teorisi dışında bir alternatife sahip değildir. Bu husus, teistlerin Evrim Teorisi’ne daha önyargılı yaklaştığına dair genel önyargıya tamamen zıt bir durumu ifade etmektedir. Pratikte durum her ne olursa olsun, teistler ateistlere göre Evrim Teorisi’ne daha objektif yaklaşabilecek bir pozisyondadırlar. Bu yüzden teistlerin ontolojilerinin elverdiği objektiflikten faydalanmaları ve sırf ateistleri zora sokmak endişesiyle Evrim Teorisi’ni reddetmeye çalışmamaları gerekir. Ancak objektif yaklaşımlarının sonucunda teorinin yanlış olduğuna kanaat getirirlerse, bilimsel itirazlarını açıkça ortaya koymalıdırlar. Çünkü bir teist, Evrim Teorisi’ni alternatifsiz bir teori olarak görmek zorunda değildir. Bir teist için Evrim Teorisi’nin doğruluğu veya yanlışlığı, Tanrı’nın varlığına veya yokluğuna dair bir mesele olarak değil; Tanrı-evren ilişkisinde Tanrı’nın canlıları hangi yöntemle yarattığının belirlenmeye çalışılmasına dair bir mesele olarak görülmelidir. Bu yüzden bu teori, bilim felsefesinden ve bilimin doğasından gelen yöntemlerle önyargısız bir şekilde sorgulanmalıdır. Fakat ateistlerin aynı objektifliği gösterecek bir inanca sahip olmadıkları da hatırlanmalıdır. Çünkü bu teorinin doğru olmadığına dair varacakları bir sonucun rasyonel gereği, ateistlerin inançlarını değiştirmesidir.


TANRISAL MÜDAHALENİN ŞEKLİ HAKKINDA TEOLOJİK AGNOSTİSİZM


‘Tanrı’nın doğa yasalarını ihlal edip etmediği’ hakkındaki soruya cevap vermek için doğa yasalarının tam olarak neyi ifade ettiklerinin keşfedilmiş olması gerekir. Oysa bu husus özellikle modern fiziğin mikro alanındaki gelişmelerle iyice karmaşıklaşmıştır. Tanrı’ya inanan bir dindar, Tanrı’nın doğa yasalarını ihlal ederek evrene müdahale ister ettiğini ister etmediğini savunuyor olsun; kendi savunduğunun tam aksi şıkkın da Tanrı isterse mümkün olduğunu kabul etmek durumundadır. Hiçbir dindar, “Tanrı doğa yasalarını ihlal ederek veya ihlal etmeden türleri yaratamaz veya mucizeleri oluşturamaz” diyemez. Sonuçta, yine, Tanrı için iki türlü şıkkın da mümkün olduğu; fakat Tanrısal hikmetin, bu şıklardan hangisinin tercih edilmesini gerektirdiğini bilemeyeceğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Ben Evrim Teorisi’ne karşı tavırda olduğu gibi, bu hususta da ‘teolojik agnostisizm’i öneriyorum. Tanrı’nın türleri ‘nasıl’ yarattığını veya mucizeleri ‘nasıl’ yarattığını gözlemleyemiyoruz. Burada önemli olan, sadece bunları gözlemleyemememiz değil, bunları gözlemlemiş bile olsak, ‘nasıllığının’ gözlemlenemiyor olmasıdır. Örneğin Hz. Musa’nın denizi ikiye yardığını gözlemleseydik bile, bunun ‘nasıllığı’ bize yine meçhul olurdu; Tanrı’nın bu ‘mucize’yi doğa yasalarını ihlal ederek mi yoksa ihlal etmeden mi yarattığını yine söyleyemezdik. Doğa yasalarının neliği hakkındaki bilgimizin sınırları ve makroda seyrettiğimiz olguların moleküler seviyesindeki oluşumlarını gözleyemememiz; denizin yarılması gibi mucizeleri görsek bile, bunun doğa yasalarının ihlal edilmesi anlamını taşıyıp taşımadığını söyleyemeyeceğimiz anlamına gelir.


Bence, Kutsal Metinler’deki ifadelerden yola çıkarak da Tanrı’nın doğa yasalarını ihlal edip etmediğine dair bir şey söylemek mümkün değildir; bu konuda da ‘teolojik agnostisizm’i savunmanın bir nedeni budur. Üç tek Tanrılı dinin kaynakları incelendiğinde, bu kitaplarda doğanın mekanik işleyişindeki tüm olağan hadiselerin Tanrı’nın yaratışı olarak sunulduğunu, sadece olağandışı veya olağanüstü hadiselerin Tanrısal yaratılış olarak sunulmadığını görmek mümkündür. Kutsal Metinler’e göre bir bitkinin bitişi de -sırf ilk bitkinin yaratılması değil- Tanrısaldır. Kutsal Metinler’in şu bölümleri buna delildir:


O Allah ki bulutlarla gökleri kaplar, yer için yağmur hazırlar, dağlarda ot bitirir. Hayvanlara, çığırışan karga yavrularına yiyeceklerini verir.


Eski Ahid, Mezmurlar, 147, 8-9.


Siz göklerde olan Babanızın oğulları olasınız; zira O, güneşini kötülerin ve iyilerin üzerine doğdurur ve salih olanlar ile olmayanların üzerine yağmur yağdırır.                         


İncil, Matta, 5, 45.


Şimdi ekmekte olduğunuzu gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık, böylelikle şaşar kalırdınız.


Kur’an-ı Kerim, Vakıa Suresi, 56/63-65.


Türlerin oluşumunu örnek olarak alalım; tektanrılı dinlerin hepsi, sadece türün ilk canlılarını değil, canlıların her birini Tanrı’nın yaratışının ürünü olarak görürler. Sürüngenin yumurtadan çıkması, tek hücrelilerin bölünerek üremesi veya memelilerin cinsel ilişkileri gibi yeni canlının oluşumunu belirleyen sebeplerin hiçbiri, tektanrılı dinlere inanan teistleri, Tanrı’nın tüm varlığı bu araçsal sebepler ile yarattığı düşüncesinden vazgeçirmez. İbn Rüşd gibi birçok teist filozof, nedensellik ilkesi sayesinde Tanrı hakkında bilgi edindiğimizi düşünmüşler ve ‘hikmet’i nedenleri bilmek olarak değerlendirmişlerdir.[53] Bu yüzden İslam dünyasının İbn Rüşd’ünden, Hıristiyan dünyada klasik fiziğin kurucusu Newton’a kadar birçok teist filozof ve bilim insanı determinist yasaları Tanrısal iradeye karşıt görmek bir yana, bu yasalara Tanrısal hikmeti ve sanatı anlamamız açısından önem atfetmişler ve bu yasaların işleyişini, Tanrı’nın sürekli koruması ve sürekli yaratması ile mümkün görmüşlerdir.


Teistler, determinist doğa yasalarının kesintiye uğradığını ve bu kesinti anlarında türlerin ve mucizelerin yaratıldığını düşünebilir; ama doğa yasaları askıya alınmadan yaratılışın gerçekleştiğini savunan bir düşüncenin ateist olduğunu iddia edemezler. Çünkü tektanrılı dinlerin her birinde, sebeplerin (fiziksel kanunlar gibi) Tanrı’nın kullandığı aracılar olduğuna dair inanç vardır. Bir teist, doğum yapan bir aslanı, Tanrı’nın yarattığı bir varlık olarak görebiliyorsa; ilk aslanın, başka bir kedimsi canlıdan doğması olasılığını da bu canlının Tanrı tarafından yaratılmasına aykırı olarak görmemelidir. Teist dinlerin hiçbiri, Tanrı’nın yaratışını, fiziki süreçlerin kesintiye uğramasıyla sınırlamazlar. Tam aksine, gerek Eski Ahid’te gerek Yeni Ahid’te, gerekse Kur’an’da fiziksel süreçler olarak gözlenen tüm oluşumların Tanrısal iradenin kontrolü altında gerçekleştiği ifade edilir. Dinler sadece Hz. Âdem’i değil, doğan her insanı tüm özellikleriyle Tanrı’nın yaratışının eseri olarak görürler. Anne ve babanın cinsel ilişkisi ve annenin bebeği karnında taşıyarak doğurması gibi mekanik süreçlerin hiçbiri, Tanrısal yaratışa aykırı kabul edilmez. Bu yüzden teistlerin, sanki inançları, mekanik oluşumların dışında oluşumlar bulmaya bağlıymış gibi çabalamaları hatalı olur. Çünkü o zaman, mekanik süreçlerin Tanrısallığını adeta inkâr ediyorlarmış gibi bir noktaya gelirler.


Teist ontolojinin çok geniş imkânlar tanıyor olması mevcut tartışmaların en önemli kaynağıdır. Tanrı ontolojinin merkezine konunca; Tanrı’nın, melekleri kullanarak evrene müdahale ettiği de doğrudan evrene müdahale ettiği de baştan nedensel zincirle oluşacak sonuçları en son noktasına kadar hesaplayıp baştan müdahale ile tüm oluşumları belirlediği de fizik yasalarının içindeki olasılıkçı işleyişte belli olasılıkları seçerek müdahale ettiği de fizik yasalarını Tanrısal sistemin daha genel yasaları gereği askıya alıp müdahale ettiği de fizik yasalarını araçsal sebep olarak kullanarak müdahale ettiği de ve tüm bu olasılıklardan veya sayamadığım başkalarından oluşacak birleşimlerle farklı şekilde müdahaleler ettiği de düşünülebilir. Tektanrılı bir dine inanan bir teist, hangi olasılık doğru olursa olsun, Tanrı’nın mucizeleri ve türleri yarattığını kabul eder. Kutsal Metinler’deki ‘mucize’ anlatımlarıyla ilgili farklı yorumlar, türlerin yaratılışı ile ilgili evrimci veya bağımsız yaratılışçı seçeneklerin her birini seçen dindarlar olsa da; tektanrılı dinlerin hepsi, Tanrı’nın merkezde olduğu bir ontolojide ve Tanrı’nın aktif olarak Yaratıcı, Şekil Verici, Belirleyici olduğu Tanrı-evren ilişkisinde ittifak halindedirler.


Materyalist-ateist ontolojinin imkânları ise sınırlıdır. Bu ontolojiye göre tek cevher maddedir, bu inancın doğal sonucu olarak doğa yasalarının kesintiye uğraması mümkün değildir, çünkü madde dışı bir Güç olmadığı için, doğa yasalarının kesintiye uğramasının mantıksal bir nedeni bulunamaz. Diğer yandan bazı teistlerin de Tanrısal hikmete daha uygun gördükleri için mucizelerin ve türlerin oluşumu gibi olayları bile mümkün olduğunca doğa yasaları çerçevesinde açıkladıklarını belirttik. Teistlerin, kendi ontolojilerinin imkân tanıdığı tüm alternatifleri değerlendirmeleri gerekir, sırf ateistlere karşı pozisyon almak için doğa yasalarının askıya alındığı bir yaklaşımı savunmaları hatalı olur. Asıl önemli olan, ateistlere en zıt modeli savunmak değil, fakat Tanrısal hikmete en uygun modeli savunmaktır. Teistlerin ontolojisinin geniş imkânından dolayı, teistler ile ateistlerin arasındaki temel ayırım doğa yasalarının askıya alınıp alınmaması meselesinde değildir. Temel ayrım -daha önce ayrıntılıca ele alındığı gibi- teistlerin, araçsal sebep olarak gördükleri fizik yasalarını da bu yasalar aracılığıyla oluşan canlı ve cansız doğayı da bilinçle ve kudretle oluşturulmuş bir tasarımın ürünü olarak görmelerine karşın; ateistlerin, tasarımı reddedip, arka arkaya gelen tesadüflerle canlı ve cansız doğayı açıklamalarındadır. Teistler, canlı ve cansız doğanın tasarımlandığını ispatlarlarsa, mucizelerin gerçekleşebileceğini ve türlerin yaratılışını (bunların hangi yolla gerçekleştiğini değil) temellendirmekte bir sorun yaşamayacaklardır. Tanrı’nın, türleri, bağımsız yaratacak gücü olduğunu temellendirmek, Tanrı’nın hikmetinin bağımsız yaratılışı gerektirdiği anlamını taşımaz. Tanrı’nın doğa yasalarını askıya alabilecek olması ise aldığı anlamını taşımaz.


Doğa yasalarının bir kere konduktan sonra askıya alınabilmesi, Tanrı merkezli bir ontolojinin olanağıdır ama mecburiyeti değildir. Bu konudaki ‘teolojik agnostik’ tavrın, dindarların Tanrı anlayışları ve din anlayışları açısından olumsuz hiçbir sonuç doğurmadığı ve ‘Tanrı için her şey mümkündür’ ilkesinden dolayı bu yaklaşımın en tutarlısı olduğu kanaatindeyim.


TEK BİR ÇİFTEN TÜREME VE EVRİM TEORİSİ


Burada iki soru karşımıza çıkmaktadır. Birincisi Evrim Teorisi’nin, insanlığın tek bir çiftten türemesi (monogenism)  ile ilgili görüşünün ne olduğuna dairdir. İkincisi ise Kutsal Metinler’in tek bir çiftten türemeyi zaruri görüp görmemesiyle ilgilidir. Evrim Teorisi’ne inananlar, yüz binlerce canlı formunun tek bir tek hücreli canlının evrimleşmesiyle oluştuğunu savunmaktadırlar. Bu inanca sahip olan kişilerin insanların tek bir çiftten türediklerine dair inancı reddetmesi çok garip olur. Buna rağmen insanların bir çiftten türemesinin Evrim Teorisi’ne aykırı olduğunu savunanlar da olmuştur. Fakat hücrenin organellerinden mitekondri üzerinde yapılan araştırmaların, bütün insanların tek bir dişiden türediğini gösterdiği de ifade edilmiştir. Bu görüşün dayanağı mitekondrilerdeki DNA’ların incelenmesidir. Mitekondrinin DNA’sı, hücre çekirdeğindeki DNA’dan farklıdır ve her insana sadece annesinden geçmektedir. İncelemelerde insanlardaki 133 çeşit mitekondrial DNA tipi ele alınmıştır ve bu tipler üzerindeki araştırmalarda, insanların mitekondrilerinin tek bir mitekondrial DNA tipine sahip atadan türediği kanaatine varılmıştır. Bu bulguyu, Evrim Teorisi’ne inananlar da inanmayanlar da insanların tek bir çiftten türediğini göstermek için kullandılar. Bu bulgu, modern genetiğin verileri açısından, tüm insanların tek bir çiftten türediği fikrine karşı çıkmaya gerek olmadığı, genetikteki verilerin -tartışmalar olmakla beraber- tek bir dişiden tüm insanların türediği fikriyle çelişmediğini göstermek için kullanılabilir.


Dinlerin Kutsal Metinleri’nin tek bir çiftten türemeye inanmayı gerektirip gerektirmediği ayrı bir konudur. Üç tektanrılı dindeki yaygın görüş, insanların tek bir çiftten (Âdem ve Havva) türediği yönündedir. Fakat İslam düşünürlerinden, Âdem ve Havva’nın ilk insanlar olmadığına dair görüşü de savunanlar olmuştur. Bunu savunanlar Âdem’in yeryüzüne halife atandığının söylendiğini, Kur’an’dan, Âdem’in tüm insanlığın biyolojik babası olduğunun temellendirilemeyeceğini savunmaktadırlar. Bu görüşte olanlar, Kur’an’da geçen ‘Benî-Âdem’ ifadelerine soy bağı anlamı verilmemesi gerektiğini; ‘benî’ ifadesinin ‘onu takip eden, onun yolunda olan’ anlamlarını verdiğini, ‘Benî-İsrail’ ifadesinin de Kur’an’da geçtiğini, fakat Kur’an’ın hitap ettiği Yahudilerin hepsinin Hz. Yakub’un oğulları olamayacağını söylemektedirler. Ayrıca Kur’an’da Müslümanlara hitaben ‘babanız İbrahim’ (Ebikum İbrahim) ifadesinin yer almasını görüşlerine delil olarak göstermektedirler.


Âdem’in yeryüzüne ‘halife atanacağını’ söyleyen Kur’an ayetinde, meleklerin bu duruma şaşırıp “orada kargaşa çıkaracak ve kan dökecek birini mi atayacaksın” dedikleri ifade edilmektedir (Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 2/30). Bazı tefsirciler, bu yüzden, Âdem’den önce onla aynı türden canlılar olduğunu, Âdem’le aynı türden olanların olumsuz özelliklerini melekler bildikleri için şaşkınlıklarını ifade ettiklerini, eğer daha önceden bunları görmemiş olsalar bu bilgiye sahip olamayacaklarını söylemişlerdir. Buradan hareketle Âdem’le eşinin kendi türünün ilk çifti olmadığını, fakat Âdem ile insanın yeryüzündeki ‘halifelik’ vazifesinin başladığını savunmuşlardır. (‘Halifelik’ ile insanın özgür iradeye sahip, ahlaki yükümlülükleri ve sorumlulukları olan varlık olması anlaşılmıştır.)


İbn Bâbeveyh ‘Kitâbü’t Tevhid’ isimli eserinde Caferi Sadık’a atfen, Âdem’den önce insan benzeri canlılar olduğunu söyler. İmamiyye’den ‘Câmiu’l Ahbar’ın yazarı ve Muhammed el-Bâkır’a da benzer görüşler atfedilir. Yahudilerin kaynaklarından Midraş’ta da Âdem’den önce ‘yarı insan-yarı maymun’ varlıkların olduğu söylenir. Görüldüğü gibi tektanrılı dinlere inanan bazı kişiler, Âdem’den önce insanlara maymunlardan daha çok benzeyen ‘insanımsı-maymunumsu’ yaratıklar olduğunu kabul etmekte inançları açısından bir sorun görmemişlerdir.


Burada bence dikkat edilmesi gerekli nokta Kutsal Metinler’de geçen ‘insan’ ifadesini, biyolojide insanın türü olarak tarif eden  ‘Homo sapiens sapiens’ ile özdeş olarak görmemektir. Dini metinlere göre ‘insan’ konuşabilen, sorumluluk sahibi bir varlıktır. Kur’an’da, Âdem’in önemli özelliği olarak ‘dil kullanma yeteneği’ne vurgu yapıldığını hatırlayalım (Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 2/31-33). ‘Dili kullanma’ kültür oluşturma, belli bir seviyede düşünme ve dinsel sorumluluğun muhatabı olmak açısından olmazsa olmaz şarttır.  Evrimi kabul eden tektanrılı dinlerin bağlıları, Âdem ve eşinin ‘Homo sapiens sapiens’ türünün içindeki konuşmayı ilk öğrenen, ilk sorumluluk sahibi olan canlılar olarak, yani ‘ilk insanlar’ (ilk çift) olarak görebilirler. Böyle bir anlayış ‘insan’ı ‘Homo sapiens sapiens’ ile özdeş olmayan ama onun içinden türeyen bir varlık olarak anlamaya götürür. Böylesi bir anlayışın Evrim Teorisi adına ortaya konan anlayışların hiçbiriyle ve dini metinlerdeki hiçbir ifadeyle çelişmediği kanaatindeyim.


Evrime İşaret Ettiği Düşünülen Kuran Ayetleri

11:7- O, hanginizin daha iyi iş yaptığını test etmek için gökleri ve yeri altı günde yaratandır. Egemenliği suyun üzerinde idi. Buna rağmen, kâfirlere, "Siz ölümden sonra diriltileceksiniz" desen, kâfirler, "Bu, ancak açık bir büyüdür (kandırıcı bir sözdür)" diyeceklerdir.

2:30-Rabbin, meleklere şöyle demişti: "Yeryüzüne bir halife yerleştireceğim." melekler de: "Orada bozgunculuk yapacak, kan akıtacak birisini mi yerleştireceksin? Halbuki biz seni överek yüceltiyor ve mutlak otoriteni onaylıyoruz" dediler. "Bilmediğinizi Ben bilirim" dedi.


24:45-ALLAH bütün canlıları sudan yaratır. Onlardan kimi karnı üzerinde hareket eder, kimi iki ayakları üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde yürür. ALLAH dilediğini yaratır. ALLAH her şeye gücü yetendir.dipnot
Milyonlarca yıl önce iki ayak üzerinde yürümeye başlayan memelinin iki ayak üzerinde yürümeye başlaması, beynin gelişmesi ve insan haline dönüşmesi için kritik bir nokta olarak değerlendirilir. İki ayak üzerinde yürümek ilk başta basit bir ayrım gibi gözükse de Homo Erektus'un alet kullanmasında ve beyninin gelişerek bilinç sahibi olmasında, yani Homo Sapiens'in (Adem'in) yaratılmasında önemli bir role sahiptir. Bak 15:26-28.


29:19-ALLAH'ın yaratılışı nasıl başlatıp, nasıl tekrarladığını görmediler mi? Bu, elbette ALLAH için kolaydır.dipnot
Evrimin Tanrı tarafından kontrol edilen bir yaratılış işlemi olduğunu öğreniyoruz. 15:26-28; 71:14-17.


29:20-De ki: "Yeryüzünü dolaşın ve yaratılışın nasıl başladığını görün." Sonra, yine ALLAH (ahiretteki) son yaratılışı başlatacaktır. ALLAH'ın her şeye gücü yeter.dipnot
Arkeolojik araştırmalar, yaratılışın mikroskobik organizmalardan başlayarak, genetik mutasyon ve doğal seleksiyon metotlarıyla evrimleştiğini gösteriyor. Bak 15:26-28; 71:14-17.


15:26-İnsanı, kurumuş, yıllanmış balçıktan yarattık.dipnot
Yaratıcı'nın mikroskobik canlılarda başlattığı biyolojik evrimin ilk belirtileri balçık katmanları arasında başladı. Balçık geosedik olarak sekizyüzlü ve dörtyüzlü dizilen bir atomlar şebekesinden oluşur. Sekizyüzlü ve dörtyüzlü birimler sıkıca paketlenmedikleri için birbirlerine göreli olarak kayma özelliğine sahiptirler. Moleküler yapısındaki bu esneklik, balçığın birçok kimyasal reaksiyona katalist olmasını sağlar. İnsanlar balçık katmanları arasında milyonlarca yıl önce başlayan organik hayatın en gelişmiş meyvesidir. Bak: 24:45; 29:19-20; 71:14-17.


15:28-Rabbin meleklere, "Kurumuş, yıllanmış balçıktan bir insan yaratacağım" demişti.


7:69-"Sizi uyarmak amacıyla Rabbinizden bir mesajın aranızdan bir adama gelmesine mi şaştınız? Nuh'un halkından sonra sizi vârisler yaptığını ve yaratılışta sizi onlardan güçlü kıldığını hatırlayın. Başarmanız için ALLAH'ın nimetlerini düşünün."


51:20- Kesin gerçeği onaylayanlar için yerde ayetler (işaret ve deliller) vardır.
51:21- Kendi içinizde de… Görmez misiniz? (DNA-RANA,protein vb. örnekler verilebilir mi?)


32:7:O yarattığı her şeyi mükemmel hâle soktu. İnsanın yaratılışına balçıktan başladı.


32:9-Sonra onu biçimlendirip ona ruhundan üfledi. Size işitme ve görme yeteneği ile beyinler verdi; siz pek seyrek şükrediyorsunuz.


71:14-Oysa sizi evrimler halinde yaratan O'dur.


71:17-Ve ALLAH sizi topraktan bir bitki olarak bitirdi.

Kaynakça:


  1. Wikipedia
  2. Edip Yüksel  Adem Baba Paraşütle mi indi?‘ http://19.org/tr/adem/
  3. Nick Lane “Yaşamın Yükselişi”
  4. John C. Lennox “Aramızda Kalsın Tanrı Var”
  5. Richard Dawkins, Universal Darwinism, ( ed: D. S. Bendall, ‘Evolution from Molecules to Men’ içinde) Cambridge University Press, Cambridge (1983), s. 404.
  6. Rebecca L. Cann-Mark Stoneking ve Allan C. Wilson, Mitochondrial DNA and Human Evolution, (‘Nature’ dergisi içinde, vol: 325) (1987), s. 31-36.
  7. İsmail Yakıt, Kur’an’ı Anlamak, s. 68-69.
  8. Kur’an-ı Kerim, Hac Suresi, 22/78.
  9. İsmail Yakıt, Kur’an’ı Anlamak, s. 70.
  10. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi 1, s. 123.
  11. Rabi Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, s. 266.
  12. http://www.canertaslaman.com/

Yorumlar