Dünya Toplumları Neden ve Ne Zaman Tufan Olayının Gerçekliğini ve Niteliğini Sorgulamaya Başladı?


Merhaba,

Nuh Tufanı ile ilgili yaygın bilgileri aktarmaya ve analiz etmeye çalışacağımız ikinci bölüme hoş geldiniz. Ancak bu bölüme direkt geldiyseniz, öncesinde aşağıda linkini paylaştığım bölümü okumanız çok daha faydalı olacaktır. Temel bilgilerin tümü bu kısımda.

1.Bölüm Nuh Tufanı ile İlgili Mitler ve Semavi Dinlerin Anlattıkları-Kıyaslı
(https://burasiyerimi.blogspot.com/2020/04/nuh-tufan-ile-ilgili-mitler-ve-semavi.html)


2. Bölüm 

Dünya Toplumları Neden ve Ne Zaman Tufan Olayının Gerçekliğini ve Niteliğini Sorgulamaya Başladı?

Toplumlar Kutsal Kitabı Sorgulama Bilincine Gelebilmek İçin Tarih Boyunca Hangi Düşünsel Aşamalardan Geçmişlerdi? Kısa, Kısa…

1600’lü yılların başında Avrupa ekonomik durgunlukla ve modernizasyona eşlik eden toplumsal huzursuzlukla mücadele ediyordu, buna ilaveten bu keşmekeşin ortasında “yeni felsefe” şüphe uyandırmaya başlamıştı.

“Her şey parça parça, bütünlüğe elveda
Her şey esnek, her şey görece.”

Evren sanki muazzam bir depremle sarsılmış gibiydi, gökte yeni yıldızlar keşfedilmiş diğerleri yok olmuştu. Artık göğün “her şeyi kucaklayan küresel… yuvarlak oranı” yoktu, gezegenlerin insanların çok uzun zamandır gözlemlediği “saf biçimi” ihlal eden “eksantrik bölgeler” de gezindiği söyleniyordu. Bu temeller yerinden oynamışken kim doğrudan emin olabilirdi ki?

Navarralı IV. Henri, bir Katolik fanatik tarafından katledildi. Bu derhal trajik bir dönüm noktası kabul edildi. Ölümü hem katolikleri hem de protestanları şoke etti. Ve karanlık bir mesaj verdi. Hoşgörü politikası denenmiş ama başarısız olmuştu. 1600’ de İngiltere bir iç savaşa sürükleniyor ve Alman prenslikleri Kutsal Roma İmparatorluğu’ndan bağımsızlıklarını kazanıp ulus-devletler kurmaya çalışıyordu 1618 de bu ihtilaf tırmanıp topyekün 30 yıl savaşlarına dönüştü. Savaşta nüfusun yüzde otuz beşi öldü ve Orta Avrupa mezarlığa döndü.

1612’de Galileo, “Yıldızların Habercisi”ni yayınladıktan sadece iki yıl sonra Lessius onun keşiflerini alkışlamakla kalmadı, aynı zamanda doğrulayabildi. Çünkü o da kendi teleskobundan ayın çukurlu yüzeyini, Jüpiter'in uydularını gözlemlemiş ve Tanrı’nın bilgelik ve kudretinin bu kanıtını seyredince sonsuz bir hayranlıkla doğmuştu.

Descartes mutlak kesinlik sağlayan matematik bilimleri ile felsefi bir yöntem geliştirilmişti. Bu yöntem kolay değildi ama uzun süre gayretle takip edilirse teoloji dahil her bilim alanına etkinlikle uygulanabilirdi. (Karen Armstrong, Tanrı Savunusu, Pegasus Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Şubat-2019)

Teoloji, kelime anlamıyla “tanrıbilim” anlamına gelir. Ancak genellikle dinsel öğretiler, dinsel deneyimler ve dindarlar ile Tanrı’ları arasındaki ilişki incelemesi olarak ifade edilir.  Bu terimi diğerleri herhangi bir dünya dini hakkında olarak genişletse de bazı insanlar özellikle Yahudi-Hristiyan dinleri için kullanır. Teoloji’ye yaklaşmak için birçok yöntem vardır ve Teoloji araştırmaların çok çeşitli bir alanıdır. İnsanları din görevlileri olmaları için yetiştiren ilahiyat fakültesi dahil birçok yüksekokul ve üniversite teoloji üzerine eğitim fırsatı sunmaktadır.

Aynı zamanda teologlar, din görevlilerinden ayrı olarak, çeşitli din inançlarını uygulayan mensuplar olabilir, bazıları ise ateist veya agnostik olabilir. Teologlar dinin tarihsel yönüyle, bir dinde oluşan kültürel değişimle ve araştırmalarına nasıl koyulacakları hakkında etki sağlayan diğer çeşitli yöntemlerle ilgilenebilirler.

Teoloji, İncil gibi dinsel belgelerin nasıl çalışılacağına ek olarak konferans, konuşmalar ve tartışmaların çevriyazıları dahil tarihi belgelerin çalışmalarını da içerir. Teologlar din dışındaki, insanların özellikle gelişim yıllarındaki düşünceleriyle ilgili olabilir ve dinsel öğreti üzerindeki etkilerini izleyebilirler. (https://bilgitabani.envizyon.com.tr/teoloji-nedir.html/)

Locke (1632-1704) Avrupa'yı, içinde yaşadığı bu dönemlerde bölen dinsel hoşgörüsüzlüğün yetersiz Tanrı fikrinin sonucu olduğundan emindi. Ona göre İnsanların rasyonel güçlerini özgürce kullanmalarına izin verilirse doğruyu kendileri keşfederdi çünkü tabiat Tanrı için yeterince kanıt sunuyordu. Ayrıca vahye, ritüele, duaya ya da batıl itikatlı öğretilere ihtiyaç yoktu. (Karen Armstrong, Tanrı Savunusu, Pegasus Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Şubat-2019)

Hollanda'da Yahudi bir filozof hem Descartes’tan hem de Locke’tan daha radikal ama aynı zamanda daha dindar olan ateistçe bir görüş geliştirdi. Prado, 1655’te Amsterdam'a vardıktan kısa bir süre sonra genç Spinoza (1632-77) ibadetlere katılmayı kesti ve geleneksel Musevilik konusunda ciddi eleştiriler dile getirmeye başladı.

Spinoza felsefi çalışmasını bir tür ibadet gibi deneyimledi. Bu içkin varlığın tefekkürü onu huşu ve hayretle dolduruyordu. “Tanrı Üzerine Kısa Tez”de (1661) açıkladığı gibi ilah, bilinecek bir nesne değil düşüncemizin özüydü, dolayısıyla bilgi edindiğimizde deneyimlediğimiz neşe Tanrı’nın entellektüel sevgilisiydi.

Batılı düşünürlerin çoğu Spinoza’yı takip etmeyecekti. Tanrıları gitgide uzaklaşıyor ve tanrısalın içkin görüşünü benimseyenler genelde yerleşik düzene isyan ediyor gibi değerlendiriliyordu.

Çoğu 17. yüzyıl bilim insanı gibi Newton’da maddenin hareketsiz olduğuna ikna olmuştu. Bir dış gücün etkisi olmadan hareket edemez ya da gelişemezdi. O halde, Tanrı bütün sistem için şarttı. Tarihi bilimden dışlamak söz konusu olamazdı. Newton dolayısıyla “Tanrı ile ilgili söyleneceklerin çoğu görünüşe göre kesinlikle doğa bilimlerine aittir” kanaatine varacaktı.

Newton'ın Evrensel Mekaniği, kutsal kitap metinlerinin uzun süredir ısrar ettiği şeyi ispatlıyordu: “O büyüktür, huşu uyandıran Rab, tüm eserlerinin üstündedir, fevkalâde büyüktür. Newton sonunda tabiatın tüm savlarının ateizmin ve dinsizliğin tarafında olduğuna inanan kuşkucuların yanıldığını ispatlamıştı.
Hem Avrupa hem de Amerika kolonilerinde seçkin bir grup entellektüel, insanlığın batıl itikadı geride bırakmaya başladığına ve görkemli yeni bir çağın eşiğinde olduğundan emindi. Din bu heyecan verici gelişmeleri ayak uydurabilmek için değişmek zorunda kalacaktı, böylece aydınlanma filozofları tamamen akla ve Newton bilimine dayalı yeni bir tanrıcılık türü geliştirildi: deizm. Deizmin yarı yarıya Tanrı’nın büsbütün reddi anlamına geldiği doğru değildir. Deistler, Tanrı’ya tutkuyla bağlı ve din konusunda adeta saplantılıydı. Newton gibi antik kutsal kitap anlatısının gerisinde yatan ilk inancı keşfettiklerine inanıyorlardı. Kurtuluşun bilgi ve eğitimle geleceğini vaaz ederek rasyonel dinlerini misyonerliğe yakın bir şevkle yaydılar. Cehalet ve batıl itikat, yeni “İlk Günah”ları oldu.  (Karen Armstrong, Tanrı Savunusu, Pegasus Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Şubat-2019)

Bu dönemde hakikate giden tek yol akıldı. Filozoflar dinin, toplumun, tarihin ve insan aklının işleyişlerinin bilimin keşfettiği düzenli doğal süreçler ile açıklanabileceğine ikna olmuştu. Ama rasyonel ideolojileri tamamen Tanrı’nın varlığına dayalıydı.

Matematik yeni bilim için hayati önemdeydi; tüm çalışma alanlarına uygulanabilecek net ve belirgin sonuçlar vermeyi iddia ediyordu. Ama Viko matematiğin özünde insanlar tarafından tasarlanan ve denetlenen bir oyun olduğunu savundu. Matematiksel yöntemi insan idrakinden ayrı bir malzemeye uygularsanız -örneğin kozmolojiye- aynı uygunluk görülmezdi. Doğa bizden bağımsız işlediğinden onu kendi yarattığımız şeyler kadar iyi anlayamazdık. Ama doğayı bu yöntemle bilebilirdik çünkü medeniyetler insan eseriydi.

1749’da romancı Denis Diderot (1713-84) ateistçe bir risale yazdığı gerekçesiyle Vincennes’ de hapsedildi. Diderot en aziz inançlarımızın bile katı eleştirel incelemeye tabi tutulması gerektiğine tutkuyla inanıyordu.

1830’lar itibariyle “Cumhuriyetçi Metodistler” Tanrı’nın yoksul ve okumamışları tercih ettiğinde ısrar ettiler. İsa ve takipçileri üniversite eğitimi görmemişti, o halde insanlar bilgin din adamlarının büyüsüne kapılmamalıydı; Kutsal Kitap metinlerinin sade anlamını kendi başlarına çözecek sağduyuları vardı. (Karen Armstrong, Tanrı Savunusu, Pegasus Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Şubat-2019)

Kökeni 18 yüzyıl Pietizm’inde olan Evanjelik Hristiyanlık, pek çok Amerikalıyı Akıl Çağı’nın serinkanlı etosh’undan uzaklaştırıp bugün hala Amerikan kültürünün niteleyen popülist demokrasi aydın düşmanlığı ve kaba bireyciliğe yönlendirdii

Evanjelikler, kitap metinlerini eşi benzeri görülmemiş derecede lafzi anlamına göre okudular. Çünkü bu onlara eski alegorik tefsirden daha rasyonel görünüyordu. Bilimsel söylem gibi dinsel dil de tek anlamlı,net ve şeffaf olmalıydı. Evanjelikler ayrıca Aydınlanma’nın entellektüel kanaat anlamındaki inanç kavramını Protestan dindarlığın merkezine taşıdı ve aydınlanmadaki doğal- doğaüstü ayrımını sürdürdü. Ahlaki standartlarını paylaşan ve iyi bir Evanjelik gibi hareket eden rasyonelleştirilmiş bir Tanrı istiyorlardı.

Kutsal Kitap Üzerine Eleştirel Metodoloji

1830’larda Fransız Devrim'i aydınlarının çoğu teoloji konusunda bilgiliydi. Almanya'da teoloji gelişmiş ve ilerici bir disiplindi. Beş mezunundan ikisinin teoloji diploması vardı ve dinsel değişimin öncüsü olduklarını biliyorlardı. 18. yüzyılın sonunda Johann Eichhorn, Johann Vater ve Willhelm Dewette gibi araştırmacılar klasik metinleri çalışmak için kullanılan modern tarihsel, eleştirel metodolojiyi Kutsal Kitap’a uygulayarak yeni bir okuma yöntemine öncülük ettiler. Sonuçta Eski Ahit'in ilk beş kitabının Musa tarafından yazılmadığını, en az dört farklı kaynaktan oluştuğunu keşfettiler. Vahye ve dinsel gerçeğe tamamen başka bir açıdan bakmaya başlıyorlardı.

Darwin'in Türlerin Kökeni’nin yayılmasından bir yıl sonra 1860'ta yedi din adamı, Kutsal Kitap’ın Alman Yüksek Eleştirisi’ni kuşku duymayan halka sunan bir dizi makalenin yer aldığı “Denemeler ve Eleştiriler”i yayımladı. Musa'nın Kutsal Kitap’ın ilk beş kitabını yazmadığını, Mezmurların yazarının Kral Davut olmadığını ve Kutsal Kitap’taki mucizelerin aşağı yukarı edebi mecaz olduğunu öğrenen halk şaşkına döndü. (Karen Armstrong, Tanrı Savunusu, Pegasus Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Şubat-2019)

Benjamin Jowett (1817-93) Kutsal Kitap’ın diğer tüm kadim metinlerle aynı katı bilimsel araştırmaya tabi olması gerektiğini savunduğu “Kutsal Kitap’ın Yorumu Üzerine” makalesiydi. Kutsal Kitap metinlerinin sade anlamına bakmaları öğretilen ve bu süreçte mitolojinin doğasına dair tüm kavrayışlarını kaybeden Evanjelik Protestanlar bu fikirleri son derece rahatsız edici buldu.

Kutsal Kitaba Yöneltilen Eleştirel Bakış Açısı Nuh Tufanı’nı Sorgulatmaya Başladı 

Natal’ın misyoner piskoposu John William Colenso (1814-83) Kutsal Kitap’ın ilk beş kitabına daire eleştirel çalışması yüzünden dışlandığında Lyell onu kendi kulübüne takdim etti, mali yardım yaptı ve ikisi sıkı dost oldu. Rahip Frederick William Farrar (1831-1903), Tufan konusunda Yüksek Eleştiri’nin ve jeoloji biliminin sağladığı kanıta dayanarak selin aslında yeryüzünü tamamen kaplamadığını iddia eden bir makale yazdığında denemesi William Smith’in “Kutsal Kitap Sözlüğü” editörlerince reddedildi. Ama Darwin, Farar’ın Royal Society adaylığını destekledi. Darwin'in tabutunu taşıyanlardan biri oldu ve mezarı başında etkileyici bir anma konuşması yaptı. (Karen Armstrong, Tanrı Savunusu, Pegasus Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Şubat-2019)

Kutsal Kitap Eleştiri Metodlarının Zaman İçindeki Gelişimleri ve Ortaya Çıkan Sonuçlar

Batı dünyasında akılcı anlayışın ortaya çıkması ve ilim dünyasında yaygınlaşması, Batılıların Kutsal Kitap’larına olan bakış açılarında birtakım değişmelere yol açmıştır. Batı dünyası O’nu bir yandan kutsal bir metin olarak kabul ederken bir yandan da akılcılığın ve bilimselliğin getirmiş olduğu objektif, rasyonel ve bilimsel prensipler ışığında incelenmesi gereken bir kitap olarak görmüştür. Bu bakış açısı, XVIII. asırdan itibaren Kutsal Kitap’a uygulanmaya başlanmıştır. İlk olarak Eski Ahit’i oluşturan eserler, özellikle de Tevrat metni üzerine yoğunlaşılmış, daha sonra da Yeni Ahit’i oluşturan eserler bu prensipler ışığında tetkik edilmiştir.

Kutsal Kitap’ı oluşturan eserlerin, özellikle Eski Ahit bölümüne ait kitapların oluşumlarının ve resmi olarak kabul edilme süreçlerinin (kanon) yüzyıllar hatta binlerce yıl süren oldukça geniş bir zaman aralığında gerçekleştiği bilinmektedir.

Eleştiri metodu, asıl olarak belgelerin değerini inceler. Metinlerin otantik olup olmadıklarını, nispet edilen yazarlara aidiyetlerini, orijinal şekliyle günümüze ulaşıp ulaşmadıklarını metin içi analiz (internal evidence) ve metin dışı deliller (external evidence) yoluyla gösterir.
( https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/257762 , Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 19, Sayı 31, Ocak–Haziran 2014 279, Kutsal Kitap Eleştirisi: Eski Ahit Örneği ve Modern Dönem Öncüleri, Dr. Muhammed Ali BAĞIR)

Jean Astruc (1684-1766) Metodu

Babası sonradan Hıristiyan olmuş bir Yahudi aileden gelen Astruc, önceleri bir Protestan iken daha sonra Katolik olmuştur. Tıp alanında eğitim görmüş, tıp profesörü olmuş ve Fransa kralı XIV. Louis’in saray doktorluğunu yapmıştır. Astruc’un önemi, hayatının sonlarına doğru yazdığı ve yayınlayıp yayınlamamakta uzun süre tereddüt ettiği meşhur eserinden gelir. “Conjectures sur les mémoires originauz dont il paroit que Moyse s'est servi pour composer le livre de la Génèse Avec des remarques qui appuient ou qui éclaircissent ces conjectures” -Musa’nın Yaradılış kitabını yazarken yararlandığı sanılan asıl anılar hakkındaki düşünceleri isimli, 1753 yılında neşrini yaptığı bu eseriyle, Kutsal Kitap ile ilgili yerleşik bütün inançları altüst edecek fikirler ortaya atmaya başlamıştır. Yazarın bu eseri, Tevrat’ın kaynak eleştirisi alanının en temel eserlerinden biridir. Astruc, kendisinden önce yaşamış olan bilim adamlarının özellikle Eski Ahit’le ilgili tespit ettiği problemleri belirledi. Ancak bu noktada, Astruc diğerlerinin yapmadığını yaptı ve bu problemlerin nasıl çözülmesi gerektiği hakkında çeşitli fikirler sundu. Sunduğu bu çözüm önerileri yaklaşık olarak iki asır boyunca güncelliğini korumuştur.

Astruc, aydınlatılmasını gerekli gördüğü noktaları üç ana başlık altında toplamıştır:

A) Aynı olaya ait anlatımın, tekrar ifadelerle birkaç kez yeniden anlatılması.
B) Tanrı isminin Yehova ve Elohim olarak farklı iki şekilde geçmesi.
C) Metinde bulunan kronolojik hatalar.

W.M.L. De Wette (1780-1849) Metodu

1805 yılında Tesniye kitabı üzerine yapmış olduğu incelemeyle doktor ünvanını aldı. Yazmış olduğu tezinde, Tesniye kitabında kullanılan edebi üslubun diğer dört kitapta kullanılan üsluptan oldukça farklı olduğunu ve bu kitabı Musa’nın yazmış olamayacağını belirtti. Tesniye kitabının yazarının, Tevrat’ı oluşturan yazarın diğer dört kitabın yazarından farklı biri olduğunu ve diğerlerinden sonra yaşadığını iddia etmiştir. Tesniye kitabının muhtemelen kral Yoşiya zamanında, M.Ö. 600 yılından önce yazıldığını söyledi. Tesniye kitabının 12. ile 26. babları arasında kalan bölümünün, farklı bir kaynaktan geldiğini ve kral Yoşiya zamanında bulunduğu rivayet edilen (II. Krallar 22-23) ve Yoşiya’nın reformlarına temel teşkil eden Tevrat metni olduğunu ileri sürdü

H. Hupfeld (1796-1866) Metodu

1853 yılında yazdığı The Sources of Genesis –Yaradılış Kitabının Kaynakları- adlı eserinde, daha önce Ilgen tarafından dile getirilen, Tevrat’ta sadece bir Elohist metnin değil, iki ayrı Elohist metnin var olduğu fikrini biraz daha geliştirmiştir

Hupfeld’e göre, Yaradılış kitabında Tanrı’ya Elohim ismiyle hitap eden iki ayrı kaynak vardır. Dolayısıyla Yaradılış kitabının oluşmasında üç ayrı kaynağın var olduğunu iddia etmiştir: Birinci Elohist (Kohenler Metni) kaynak, Yahvist kaynak ve İkinci Elohist kaynak. Birbirlerinden müstakil bir şekilde yazılmış olan bu kaynaklar, daha sonraki bir zamanda yaşamış bilinmeyen bir editör tarafından bir araya getirilmiş ve bugünkü şekli verilmiştir.

Karl Heinrich Graf Metodu

Graf, 1865 yılında yazdığı Eski Ahit’in Tarihsel Kitapları adlı eseriyle Kutsal Kitap metinlerindeki göndermelerden hareket ederek mantıksal olarak hangi metinlerin önce, hangi metinlerin sonra gelmesi gerektiğini tespit etmeye çalıştı.

Graf’a göre, Tevrat’taki üç ayrı metin, birbirinden farklı üç ayrı çağa aittir. Kohenler (P) kaynağı ise kısmen tarihe, kısmen de hukuka ait metinleri ihtiva eder, ancak bunlar birbirinden kopuktur. Tarih metni Sürgün öncesine, hukuk metni ise Sürgün sonrasına aittir ve ikisinin arasında birkaç asırlık bir zaman boşluğu vardır.

J.Wellhausen (1844-1918) Metodu

Yazmış olduğu eserlerinde, günümüzde “Dört Kaynak Teorisi” olarak bilinen Tevrat’ın kaynaklarıyla ilgili hipotezi büyük bir başarıyla geliştirdi/savundu. Bu hipotezin özünde, Eski Ahit’in değişik dokümanlardan oluştuğu görüşü yatmaktadır. Wellhausen’e göre, her biri kendine ait üsluba, ilgi alanlarına, olaylara bakış açısına, gramer yapısına ve kelime hazinesine sahip dört ayrı edebi kaynak bulunmaktadır.

Ayrıca, sonraki yüzyıllarda yaşayan, dört kaynağı düzenleyip tek bir metin haline getiren bir redaktörün bulunduğunu da tespit etmiştir. Bu kaynakların her birinin kendine has kelimeleri, içerikleri ve üslupları vardır. Metinde kullanılan üslubun ve kelimelerin, özellikle de “Tanrı” için kullanılan isimlerin, ayrıca metnin gramer yapısının ve arka planında anlatılan siyasi yapının sayesinde metnin hangi kaynağa ait olduğunun belirlenebileceğini iddia etmiştir.

Wellhausen bu dört kaynağı şu şekilde açıklamıştır:

1. J (Yahvist Kaynak): Bu kaynakta Tanrı’nın ismi devamlı olarak YHVH olarak zikredilmiştir. Yahvist metnin Güney Yahuda krallığının başkenti Kudüs’te Süleyman’ın krallığından kısa bir süre sonra (tahminen M.Ö. 950 yıllarında) yazıldığı tahmin edilmektedir. Bu metinde Davud ile Süleyman’ın kurduğu krallığın methi yapılır ve olaylara Güney Yahuda krallığı açısından bakılır. Tanrı Yehova, insanlarla konuşan ve yürüyen bir varlık olarak tasvir edilir. İsrailoğullarının önde gelen liderlerinin hikâyelerine yer verilir. Yahvist kaynakta genel olarak ilk ataların hikâyeleri, Mısır’da yaşanan baskı ve zulüm, Mısır’dan çıkış, çöldeki yaşam, Sina dağındaki ahitleşme ve vaat edilmiş topraklara ulaşmadan önce yaşananlar anlatılır.

2. E (Elohist Kaynak): Bu kaynakta Tanrı’nın ismi devamlı olarak Elohim olarak zikredilmiştir. Elohist metin, Kuzey İsrail krallığında kaleme alınmıştır. Kuzeyde yaşayan Yahudiler, Güney Yahuda krallığının bakış açısını yansıtan metnin gözden geçirilmiş ve Kuzeylilerin bakış açısını yansıtması beklenen yeni bir versiyonuna ihtiyaç duydular. M.Ö. 850 yıllarında kaleme alındığı tahmin edilen bu metinde Tanrı’nın ismi Elohim olarak kullanıldı. Mekân isimleri olarak Kuzeylilerin tanıdıkları isimler zikredildi. Tanrı ile ilgili olarak Yahvist metinde geçen antropomorfik unsurlar bu kaynakta kullanılmadı. Kuzey İsrail krallığının M.Ö.722 yılında düşmesinden sonra güneye göç eden Kuzeyliler beraberlerinde kendi yazdıkları Elohist metni de getirdiler. Yahvist ve Elohist kaynaklar, Yahuda’da beraberce yaşayacak olan Kuzeyliler ve Güney Yahudalılar tarafından sonraki yüzyılda birleştirilerek tek bir kaynak haline getirilmiştir.

3. D (Deuteronist-Tesniyeci Kaynak): Bu kaynağın yazarı, hemen hemen Tesniye’nin tamamı, Yeşu, Hâkimler, Samuel ve Krallar kitaplarını yazmıştır. Wellhausen’e göre Tesniye, Kral Yoşiya’nın zamanında, M.Ö. 622 yılında bulunmuş olan kitaptır (II. Krallar, 22). Kudüs lehine olmak üzere mabedin birliğini ilan eden bu kitap, Kudüs şehrinde yaşayan din adamlarının işidir. Nihayet, bir yazar Tesniye’yi de diğer kaynaklara (JE) katmış ve bu arada da bazı değişiklikler olmuştur. Tesniye kitabı aslında Kral Yoşiya zamanında yazılmış bir eserdir. II. Krallar 22. babta anlatılan, bu eserin mabette bulunma hikâyesi bir hile-i şer’iyye olarak değerlendirilmiştir.

4. P (Priestly Code- Kohenler Kaynağı): Bâbil sürgünü döneminde ve sonrasında, Yahudi din adamları tarafından yazılmış bölümlerdir. Kaynaklarda P harfi ile gösterilir. M.Ö. 586 yılında Kudüs’ün düşmesinden sonra Bâbil’e nakledilen Yahudiler tamamıyla yeni bir dini sorunla karşı karşıya kalmışlardı: Yahudi cemaatin yabancı topraklardaki sosyal ve dini hayatının düzene sokulması. İşte bu dönemde yaşayan Yahudi din adamları, bu şartlar altında hem yeni kurallar koymak hem de İsrail tarihini yeni bir açıdan ele almak gayesiyle Ruhban metnini yazmışlardır. Wellhausen’e göre P kaynağı, Kutsal Kitap’ın yazımında kullanılan en son kaynaktır. P kaynağının yazımına Sürgün döneminde başlanmış ve Ezra–Nehemya reformları döneminde tamamlanmıştır. Sürgün sonrası dönemde yaşamış olan meşhur Ezra (Ezra’nın görev tarihi M.Ö. 458 olarak belirlenmiştir) tarafından P kaynağı yazıya geçirilmiştir. M.Ö. 400 yıllarına doğru, Kohenler sınıfına ait bir yazar, daha önceki dokümanlarla P kaynağını birleştirmiştir. M.Ö. 330 yıllarında Büyük İskender zamanında Tevrat artık kanonik kabul ediliyordu. Bu tarihten sonra, Tevrat’a herhangi bir ilave olmamıştır1. Bu teoriye göre, Tevrat gerçekte farklı zamanlarda ve mekânlarda, dört ayrı kaynaktan derlenen metinlerin bir araya getirilerek, iç içe geçirilip birleştirilmesinden oluşmaktadır. Böylece, günümüze ulaşan Tevrat’ın, Musa’nın yazdığı bir kitap değil, farklı zaman ve mekânlarda yazılmış metinlerin, daha sonraki bir zamanda yaşamış kişiler tarafından derlenmesi sonucu oluşturulmuş bir eser olduğu ortaya çıkmış oluyordu.

( https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/257762 , Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 19, Sayı 31, Ocak–Haziran 2014 279, Kutsal Kitap Eleştirisi: Eski Ahit Örneği ve Modern Dönem Öncüleri, Dr. Muhammed Ali BAĞIR)

Bu bölümün de böylece sonuna geliyoruz. Serinin üçüncü ve son bölümü ile çok yakında yine birlikte olmak dileğiyle.

Hoşça kalın!



Yorumlar