David Icke Analizi: "İnsanoğlu Aynaya Bak!"


Herkese merhaba.

Bu yazıyı hazırlama sürecinde geçirdiğim rahatsızlıklardan dolayı yazının son halini sizlerle paylaşmam tahminimden uzun sürdü. Aslında gücüm ve psikolojim yetse tüm kitaplarını ve mesajlarını sizin için analiz etmek isterdim fakat buna ne ruh halim ne de sabrım dayanırdı diye düşünerek kısa kesmeye karar verdim. Benim sizi sürüklediğim yerden sizler devam edebilir ve merakınız doğrultusunda kendi analizlerinizi yaparak daha fazla kişiye ulaşmayı deneyebilirsiniz.

“Neden David Icke bu blogda yer alıyor” ve “verdiği mesaj nedir” gibi sorularınıza kısa bir açıklama olması bakımından ufak tefek bilgiler verdikten sonra yazıya giriş yapmak istiyorum. David hakkında bilgileri alıntılayarak yorumladığım internet sitesinin adresi de budur: https://bit.ly/33BtedM

Bu yazıyı takip ederken arada kendi yaptığım yorumları farklı kalınlıkta ve renkte yazılarla belirteceğim. Bu şekilde konuyu uyanık olarak takip etmenizi sağlayacağımı düşünüyorum. Ben sadece yorum yapmam gereken kısımlar için tercihimi kullansam da siz geri kalan kısımlarla ilgili de analizler yapmaya devam edin derim. İyi okumalar dilerim... 



David Icke Kimdir?

“29 Nisan 1952’de İngiltere, Leicester’ta doğdu. Babası, küçük yaşında ailesine bakmak zorunda kalmış, doktor olmayı çok istediği halde okuyamamış, hayatını işçilik yaparak kazanmak zorunda kalmış, II. Dünya Savaşı’nın korkunçluğunu, bir asker olarak yaşamış, hatta, savaş sırasında kendi hayatını hiçe sayıp, yerde yanmakta olan bir İngiliz uçağına dalarak pilotu kurtardığı için madalya bile almıştı.

İki erkek kardeşi ile birlikte zor koşullarda büyüyen David Icke okulu, sadece futbol oynayabildiği bir yer olarak görüyordu. Zaten onbeş yaşındayken de öğrenimini bırakıp, İngiltere’nin ünlü Coventry City Futbol Kulübü’nde futbol oynamaya başladı. Ancak ne yazık ki aynı sıralarda, bütün vücudu deforme eden ve çok yoğun ağrılar yaşatan bir hastalık olan ‘romatoid artrit’e yakalandı. 21 yaşındaydı, yeni evlenmişti ve kariyerinin en parlak dönemindeydi. O zamana kadar doktorların bütün uyarılarına rağmen, çektiği ağrıları maçlardaki adrenalin sayesinde gizleyerek sürdürdüğü mücadelesi, birgün yataktan hiç kalkamayacak hale gelince sona erdi. Artık futbol hayatı bitmişti, ama ailesini geçindirmek için önce yerel bir gazetede bir iş buldu, bir süre sonra da BBC’de spor programı sunuculuğu yapmaya başladı. O dönemde İngiltere ve Avrupa’da pek popüler olan Yeşiller Partisi’nin ulusal sözcüsü de olunca, tüm ülkenin tanıdığı bir yüz oldu.

1990 yılının başlarında, bazı ilginç deneyimler yaşamaya başladı. Odada yalnız olduğu sıralarda, sürekli olarak yanında bir varlığı hissediyordu. Bu durum o kadar rahatsızlık verici bir hale gelmişti ki, sonunda birgün boş odaya konuşarak, varlığını hissettiği varlığa kendisiyle bağlantı kurmasını, çünkü artık delirecek hale geldiğini söyledi. Birkaç gün sonra ise, oğlu ile sokağa çıktıkları sırada bir kitapçının önündeyken, birdenbire ayaklarını bulunduğu noktadan kıpırdatamadığını farketti. Adeta yerden mıknatısla çekiliyormuş gibiydi. Beynindeki, nereden geldiğini anlayamadığı bir ses, kitapçıdaki kitaplara bakmasını söylüyordu. Hareket edebilir hale gelip içeriye girdiğinde, onca kitabın arasından çekip aldığı kitabın bir medyum kadına ait olduğunu gördü. Kitabı derhal satın alıp okuduktan sonra, onu ziyarete gitti, ama gidişinin gerçek nedenini hiç açıklamadı. Kadının elle şifa seansları uyguladığını önceden öğrenmiş olduğu için, sadece ağır romatizması için şifa aradığını söyledi. İlk iki ziyaret olağan geçmişti, ama üçüncü ziyaretinde medyum, çok yoğun bir enerji ile mesajlar aktarmaya başladı.”

Türkiye’de de TV yayınlarına davet edilen, Youtube videolarında da övülerek ağırlanan bir kişidir. Hamza Yardımcıoğlu’nun yayına davet edilmiş ve A Haber’e ait bir program olan YAZ BOZ programında konu edilmiştir.

İşte biyografisinden bir kısmını alıp sizlerle paylaştığım kişi böyle bir insan. Ancak ben neden normal kriterlere göre böyle iyi sayılabilecek bu adam ile ilgili dikkat çeken bir yazı yazmak isteyeyim ki? Devam eden süreçte buna siz karar verin istiyorum.


“İşin en ilginç yanı ise, hiç de büyük paralar kazanma derdinde olmayışıydı.(Kuran 36:21- "Sizden bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadır." Sözüne uyulacak iyi insan rolünü oynarken bile doğru yoldaymış gibi yapamıyorlar.) Peki o halde, kendini paralarcasına aktarmaya çalıştığı bu ‘bilgi’ler neydi, neler anlatıyordu? (BİLGİ: Bu dönemde “bilgi” sürekli yenilenen bilgi, dünyanın toplumsal bilinçaltındaki yanlış bilgilerin revize edilmiş halinin aktarıldığı bilgi, uzaydan gelen üstün varlıklardan edineceğimiz bilgiler, dünya toplumlarının refahını sağlayacak bilgiler, aydınlanmanın ışığını insanoğluna yeniden verecek bilgiler gibi anlamları işaret etmek için kullanılmaya başlanmıştır.)

“David Icke’ın, bütün bir ülke halkının alaylarına maruz kaldığı çileli günlerinde hiç taviz vermeden yoluna devam etmesini sağlayan güç, uyanışının ilk dönemlerinde bir medyumun aktarmış olduğu şu sözlerle sağlanmıştı:

‘Sonsuz Sevgi’, (Sonsuz sevgi ile kastedilen nedir? Kaynağı nedir? Beklenen Mesih’lerinin resmedildiği görsellerde de Mesih olduğu söylenen kişinin göğsünün hemen üzerinde üç tane kalp vardır ve bu sonsuz sevgiyi simgelemektedir.) her zaman alıcıya almak istediğini vermeyebilir, ama verdiği mutlaka o kişi için en hayırlı olanıdır. Bu nedenle sevsen de sevmesen de aldığın herşeyi kabullen. Hoşlanmadığın ne ise üstüne git ve neden gerekli olduğunu gör. O zaman kabullenmek çok daha kolay olur.” (!)

“David Icke, ayrıntılı araştırmalarıyla kitaplarında, dünyanın üzerine çöreklenmiş olan, George Orwell’in ‘1984’ kitabında tasvir etmiş olduğu, ‘Big Brother’ tarzındaki diktatörlüğü, İllüminati’nin geçmişini ve onların farklı boyutlardan, ‘Sürüngen’ varlıklarla bağlantılarını açıklıyor, dünyanın gidişatını değiştiren 11 Eylül saldırısının ardındaki gerçekleri, Orta-Doğu ve Afrika’daki organize savaşları, sistemin kullandığı ve kendisinin, ‘Problem-Reaksiyon-Çözüm’ diye adlandırmış olduğu manipülasyon tekniğini anlatıyor.”

“David’in 20 yıldır yazmakta olduğu kitaplarında bahsettiği gerçekler, şaşırtıcı derecede doğru çıkıyor. İnanılmaz derecede ayrıntılı çalışmaları ile; tarih, sembolizm, elit soy aileleri, gizli cemiyetler, ‘Biri Bizi Gözetliyor’ tarzındaki kamera gözetlemeleri, organize edilen savaşlar, politika, iş dünyası, bankacılık, medya, mikroçipleme, zihin kontrolü, din savaşları ve ‘Sürüngen’ planı ile insanlara, Matriks filminde tasvir edilmiş olan ‘görünürdeki gerçek’ bir dünyada nasıl yaşadıklarını anlatmaya çalışıyor.” (Bugüne kadar yapılan bütün kötü planların kaynağı kim ise sonradan yapılacakları planlayan da o olduğu için, bu dünyada tutan veya tutması için çöreklediği yeni planlarının temelini hazırlatan ya da bu planlar doğrultusunda dünyayı manipüle eden varlığın gerekli bilgileri bilmesi ve gereken bilgileri kurgulamasıyla seçtiği bu elçisine aktarması hiç de zor olmasa gerek.)

“Korkusuzca, hiçbir araştırmacı yazarın dokunmaya cesaret edemeyeceği konulara değindiği ve insanları mağdur eden bu sisteme karşı olduğu için şiddetle muhalefet görüyor, alaya alınıyor, küçük düşürülmeye çalışılıyor, ama bütün bunlara rağmen David’in, insanoğlunun derin uykusundan uyanıp müthiş potansiyelini anlaması için verdiği büyük mücadele yoğun bir şekilde sürüyor. (İnsanları seven, onlar için fedakarlık yaparken çok büyük paralar kazanmayı düşünmeyen, aydınlanmanın kaynağından mesajlar getiren bu kişinin mücadelesi nasıl da peygamberlerin verdiği mücadelelere benziyor değil mi?!)

David Icke// İnsanoğlu Ayağa Kalk 


Yazının şimdiki kısmında, yukarıda bahsi geçen kitaptan aynen alıntıladığım parça parça kısımları sizlerle paylaşırken, gerekli gördüğüm noktalarda kısa spotlarla konuyu keseceğim. O durumlarda sizden de ricam; kimi zaman yazının önceki bölümlerine geri dönerek tekrar okumanız ve üzerine kendi analizinizi yapmanızdır.

Başlıyoruz!

Nesillerden beri birbirleriyle birleşerek kanlarını sürdüren soylu aileler, yani mani­püle eden kontrol sistemi, insanları manipüle ederek her şeyi unutmalarını sağlıyor. Amaçları, bizi, "bilinç"imizin dışında, yani "akıl"da tutmak. "Akıl" durumunda olunca, kitleler halinde kontrol altında tutulabiliyoruz. Bizim algılamamız, "akıl-beden bilgisayarı" içine hapsolunca, onlar da bilgisayarın gerçeği algılama özelliğini programlayıp, "bilgi" ve "elektrokimya" etkisini kontrol edebiliyorlar. (Aydınlanma Çağı olarak adlandırılan tarihsel dönem, aydınlanma felsefesinin 18. yüzyılda doğup benimsenmeye başladığı dönemdir. Batı toplumunda 17. ve 18. yüzyıllarda gelişen, akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, ön yargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi ve yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan düşünsel gelişimi kapsayan dönemi tanımlar. Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini bu süreçte akıl merkezli toplumsal düzenlemeler arayışı alır. Geniş ve genel anlamıyla aydınlanma, Ortaçağ'da hüküm süren dünya görüşüne karşı yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ve temellendirilmesi olarak belirtilir. Bu yüzyıl yeni bir ideal ile tarih sahnesinde yer alır; bu ideale göre, aklın aydınlattığı kesin doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan entelektüel bir kültür egemen olmalıdır ve bu kültür sonsuz bir şekilde ilerlemelidir. Böylece ilerleme ideali, insanın geleneğin köleliğinden kurtularak sürekli mutluluk ve özgürlük yolunda gelişeceği düşüncesine dayandırılır. https://bit.ly/2VUJUu7 O dönemde de bilgiyi ve aydınlanmayı kendi çıkarları için toplumları ayaklandırmada bunun yanında da yeni bir dönem başlatmak için kullanmışlardı. Bugün istedikleri yeni düzen için ise ellerinin tersiyle aklı geri plana atmak hususunda herhangi bir sorun görmüyorlar. Ne demek istediğimi ilerleyen paragraflarda daha iyi anlayacağınızı umuyorum.)

Akıl, düşünce yoluyla bir iletişim sürdürür. Durmadan düşünür. İnsanlar düşünmeye bağımlıdırlar, çünkü "Akıl"a bağımlıdırlar ve kendilerinin sadece "akıl"larından ibaret ol­duklarını düşünürler. Bunun sonucu olarak, düşünceler duygulara dönüşür, bu sefer insanlar duygulara da bağımlı olur. Duygusal bir karşılık almak için bir şeyi doğrudan yaşamaya bile gerek yok, sadece düşünmek yeterli. Dünya "akıl insanı" ile dolu. "O müthiş 'akıl'lıdır!" "İnanılmaz bir 'aklı' var!" "Ne kadar parlak bir 'akıl'!" Akla dayalı olan bu gerçekte, "akıl" her şey. Modern dünyada bütün her şey, "akıl"a odaklı.

Bilinçsiz akıl, dünyanın en tahrip edici ve zararlı gücüdür. Örneğin; atom bombasını yapmak akıl/zekadır, ama bilinçli akıl, atom bombasını hiç yapmamak veya kullanmamaktır. Bir sürü zeki insan var, ama bilinçli akıllı yok, çünkü insanların algılaması sadece akıl yoluyla, yani bilgisayar benzeri bir yo­rumcu ile oluyor, varlığının "gerçek kendisi" ile değil. "Akıl" düşünce yolu ile iletişim kurarken, "bilinç" bize "bilgi" sağlıyor. Buna "içgüdü" de denilebilir. Onu düşünemiyorsunuz ama hissediyorsunuz ve biliyorsunuz. Bu içgüdüye belirli bir sınıra kadar sahibiz. Bir şeyi bildiğinizi hissediyorsunuz, ama neden bildiğinizi bilmiyorsunuz. "Bu insanı görmem lazım!", "Oraya git!", "Orada ol!" gibi ... Bu bilişi açıklamak için kelimeler yok, bilgi içimizden, çok derinlerden geliyor. Evet, "bilinç"ten ... (Altını çizdiğim kısımlarla kastettiklerinin, aslında daha sonra güvenmemizi istediği “sessiz ses” diye belirttiği şey olduğunu anlayacakasınız.) Kapılar, gerçeklik konusunda içgüdüye kapatılıyor, çünkü duygularımızı takip edersek, o zaman akıl kontrolden çıkacak, dolayısıyla varlığını koruması için de savaşması çok doğal. Kimbilir kaç sefer içgüdünüz sizi bir şeyi yapmaya yöneltmişken, akıl beyninizin içinde "bıcır-bıcır" bir şeyler konuşur durur; "Bunu yapamazsın, ailen ne der, ya komşular, ya ofiste­kiler? Bu sorumsuzluk olur, senin sorumlulukların var, işin var, peki ya kariyerin? İnsanları zor durumda bırakamazsın, öyle sazan gibi atlanmaz, mantıklı değil!" vs. Evet, mantık. Peki mantık nedir? Sözlükte, "mantık" şöyle ifade ediliyor: "Mantıklı, rasyonel ve analitik düşünce, akıl, doğru karar verme, normal bir akıl durumu, akıl sağlığı" Akıl, akıl, akıl... İlk kısmına "tamam" diyelim, peki ya doğru karar verme? Hangi kıstasa göre? Aklın üstün tutulduğu gerçeğimizde, her şey akıl yoluyla tarif ediliyor. Köyün delisi doğru karar verdiğini söylerse, sorgusuz sualsiz onun dediğine göre mi yaşayacağız? Bu delilik olur, ama yedi milyar insan bunu her gün yapıyor. Havanın güzel olduğu bir gün, mantıklı olduğu için bütün aileyi bahçede çay içmek üzere toplayın. Oysa o arada içgüdünüzü kullansanız, size bir hortumun gelmekte olduğunu söyleyecektir. Aklınızı bilince açtığınız zaman, aklınızın ne kadar sınırlı olduğunu, adeta kapalı bir devre gibi çalıştığını görürsünüz, çünkü sadece beş duyuya dayalı bir gerçeği görmektedir. (Kuranda iman etmek ve gerçeğe delilleriyle inanan kişiler için kullanılan gerçeğe inananlar gibi terimler vardır. Der ki; “ “2:2- Bu, erdemliler için yol gösterici, kuşku içermeyen bir kitaptır.”
2:3- Onlar ki duyularıyla algılayamadıkları gerçekleri de onaylarlar, namazı (salat) gözetirler, kendilerine verdiğimiz rızıktan muhtaçlara verirler.” Allah’ın bizim ile kurduğu iletişimde yol almamız için yardımcı olan diğer duyusal koşulların oluşmasını bekleme süreci imanlı olmayı gerektirir ancak gerçekten inanmak için şahit olma durumu ile karşılaşıldığında, kanıtların peşinden giderek doğrulanabilir ve yanlışlanabilir bilgiler temel alınarak akıl süzgecinden geçirilen bir inanç ile Allah’a yakınlaşma durumu esastır. Bunun böyle olduğunu da 41:53 nolu ayette görebiliyoruz. “Onun gerçek olduğu onlara apaçık oluncaya kadar onlara, ufuklarda ve kendi içlerinde ayetlerimizi (işaret ve kanıtlarımızı) göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanık olması yetmez mi?” İnsanlığın hayrına olan bir bilgiyi kendi çıkarları için manipülasyona alet ettiklerini yine göstermek istedim.)  


Japon bilim adamlarının yapmış olduğu deneyler, bedenin nasıl parladığını ve günün belirli zamanlarında, yaydığı ışığın azalıp çoğaldığını göstermektedir. (Hepimizin ve evrenin enerjiden varolduğunu ve daha detaylı bir çok bilgiyi bugün Sicimlerden ve Her şeyin Teorisi ile ilgili çalışmalardan dolayı detaylı şekilde biliyoruz. Kuantum alemi üzerinden felsefe yaparak da yaratılışa yönelik fikirler üretebiliyoruz. Yine biliyoruz ki bu bilgilere ulaşmamız bizi inançlarımızı reddetmeye değil  Kuran’da bahsedilmiş ancak anlayamadığımız bir çok bilginin yeniden gözlerimiz önünde dirilmesine sebep olduğu için inancımızın kuvvetlenmesine sebep olmaktadır. Örneğin 2:238’de “Namazlara, özellikle orta namaza dikkat edin. Kendinizi tümüyle ALLAH'a vererek namaza durun.” şeklinde özellikle belirttiğinde bu saatlerde yapılan iletişimin neden önemli olduğunu anlayamazdık. Belki de daha fazla yoğunlaşabilecek bir ruhsal enerji ile dolduğumuz için bu şekilde uyarılmış olabiliriz.) Gönüllü, beş sağlıklı, erkek denek, üç saatte bir, 20 dakika süreyle tamamen karanlık bir ortamda üst bedenleri çıplak bir şekilde kameraların önünde tutuldukları zaman, araştırmacılar beden ışığının sabah 10'da en düşük, öğleden sonra 4'te de en yüksek oranda parladığını gözlemlediler. Beden aklı, enerjidir. Her şeyin enerji olduğu gibi. Bilinç açık ise, enerji özgürce akar, varlığımızın durumuna göre bilinç kapalı ise yoğunlaşır. Hiçbir şey, enerjinin yoğunluğunu, korku ve yoğun inançlar kadar çok düşüremez. (Şeytan’da araç olarak kullandığı tüm işlerle filmler, çarpıtılmış bilimsel olaylar, insanlığın aptallaşması için üretilen ürünler, hayal ürünü sihirli ve büyülü yaratıklarla dolu illüzyonlar ve insanoğlunun geleceği ile ilgili olacağını planladığı kötü vizyonlarla bunu hedeflemektedir. Uzun süre boyunca bilgi akışı sağlayarak ve filmler üzerinden telkin yoluyla insanları istediği konular üzerinde yoğun şekilde beklentiye sokar. Ayrıca insanlara korku verir ve insan olma mücadelesinden uzaklaştırmaya çalışır. “3:175  Sapkın ancak kendi dostlarına korku verir. Onlardan korkmayın, benden korkun; gerçekten onaylamışsanız.”) İnsanlar böyle bir takıntınız varsa, tabloyu/resmi asla bir bütün olarak göremezsiniz. Açık zihinler, sonsuz bilinç ile birleşebilir, bu da manipülatörlerin en büyük kabusudur. (Kendi beynine dayanmış bir silah olduğunu görebiliyor musunuz?)

New York, "William Alanson White" Psikiyatri Enstitüsü'nden David Shainberg, düşüncelerin, sabit ve takıntı haline gelmiş, enerji girdapları olduğunu söylemektedir. Bu girdaplar, nöron şebekesinin, takıntılar ile birleştiği bir başka işlem seviyesidir. Shainberg, bu sabitlenmiş yoğun girdapların, kendilerini, "sabitlenmiş değişmeyen görüşler" halinde gösterdiklerini düşünmektedir. Ya da şöyle düşünülecek olursa; fiks olmuş görüş ve inançlar, yoğun girdaplar oluşturup nöron ağını sabitler. Bu ağ ve düşük frekanstaki enerji alanları, kanalları kapatır, bizi beş duyu gerçeğinde tutar ve sonsuz bilinç ile bağlantımızı bloke eder. (Neden beş duyu gerçeğinin ötesine ihtiyaç duyduğunu ve sonsuz bilincin kaynağı ile kastettiğinin ne olduğunu önceki vurgularımda yapmıştım. Burada da kendini iyice açık etmiş. “İslamiyet ve türevleri gibi inançlar sizin boş beleş vesveselere düşmenizi, sözlere açık olmanızı engeller bunlar da işimize gelmez önceden haber vereyim” demenin dekodersiz hali.)

Bunlar, "bilgi"nin beyin tarafından inanmaya sabitlenmiş olan süzme işleminin, elektrik ve frekans seviyeleridir. Yani, bazı kişiler bardağı tam dolu olarak görürken, bazıları boş olarak görür veya bazıları her şeyde bir pozitiflik görürken, bazıları her şeyde negatiflik görür.

Sürekli olarak tekrarlanan bu nöron ağlarının "beyin haritaları", bilgisayardaki programlara benzer. Bunlar, siz CD'yi veya yazılım kodunu değiştirmezseniz hiç değişmezler. Bazı kişiler bunu hiç yapmaz, bu nedenle de algılamaları hep sınırlıdır. Oysa bu takıntılı düşünceden kurtulduğumuz anda, nöron ağı çözülür ve yeni gerçeğe uymak için yeniden şekillenir. Süzme işlemi değişince daha önce ulaşılmamış olan başka kavramların şifreleri çözülmeye başlanır. Bunu, "hayatımızı değiştiren" bir olay gibi deneyimleriz. Oysa bu fırsat, bir enerji kitlesi halinde hep oradadır, ama kişinin inancı, beynin onu okuyup fiziksel deneyim haline getirmesine engel olmuştur. (1 Yanlış için 99 doğru)

Bu, "akıl" ve "duygu"ların arasındaki bir dengesizlik olup, insanlığı sürekli olarak bir cehalet ve kölelik durumunda tutar. Bunu anlayabilmek, insan hallerini de anlamayı kolaylaştırır. Bu, entelektüellere göre, belki son derece alacakaranlık kuşağı boyutlarında bir açıklama gerektirebilir, ama aslında son derece basittir. Temel olarak bilişsel uyumsuzluk, biri diğeri ile çelişen iki "akıl" halinde olmaktır. Bu, zamanla, yaşam, bilgi ve davranışla çelişen bir inanç şeklini alır. Bilişsel uyumsuzluk, kişinin yaşamında, davranışlarına uymayan bir inanışın neden olduğu, bir iç stres veya rahatsızlıktır. Bu kısa cümlede, şimdi insanlığın içinde bulunduğu durumu tarif etmiş oldum. Bu rahatsızlık, bir daireyi kareye çevirmemiz için ısrar etme durumuna benzer ve bu da çoğunlukla kendimizi kandırmamız şeklinde oluşur. 'İnsanlar, sürekli olarak bilişsel bir uyumsuzluk içindeler, tabii bu da bizi kontrolünde tutmak isteyen sistem tarafından gerçekleştiriliyor. "Kes sesini, duymak
istemiyorum!" bir bilişsel uyumsuzluk ifadesidir veya "gerçek"ten kaçıştır. Kişi inanç ve algılarla karşılaşınca, bu sözleri, kendisine de ihanet eder. (Kişi gerçeğe uygun şekilde yaratılışına ihanet etmeden inandığı yaratıcıya yakınlaşmak amacıyla ve hayat ile uyum sağlamak için inanmayı tercih ederse şu ilkeye ayak uydurmalıdır: 17:36-  Bilmediğin bir şeye ardına körü körüne düşme, çünkü işitme, görme duyusu ve beyin, hepsi ondan sorumludur.)

Uyumsuzluktan, çelişki stresinden kurtulmak için kişiler çoğunlukla:

a) İnanca ters düşen bilgiyi göz ardı eder.
b) İnanç ve varsayımlarını, yeni bir bilgi veya deneyim ışığında değiştirirler.
İkincisini yaparsanız, bilişsel uyumsuzluk pozitif bir şey olur, yeni bilgi ve deneyimden
yararlanır, farkındalığınızı geliştirirsiniz. Ne yazık ki birçok kişi, birinci 'şıkkı seçer ve inancını
hep korumaya çalışır. Bunu en çok dindarlarda, akademisyenlerde, bilim adamlarında,
doktorlarda ve katı bir politik kültürel görüşü olanlarda görürüz. İnanç ile anlayış arasında
bir seçim yapmak gerektiğinde, her zaman inanç kazanır. Sorgulamadaki amaç,
kendi bilgi ve inancını zorlayan unsurlar değil, kendi inancının zarar görmesi endişesidir.

(Güneşi balçıkla sıvayamazsınız!

8:22 ALLAH yanında, yaratıkların en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir.

10:100 Hiçbir kişi ALLAH'ın izni olmadan gerçeği onaylayamaz ve O, akıllarını kullanmayanları rezilliğe mahkûm eder.

20:128 Önceki nesillerin yerleşim bölgelerinde dolaşanlar, onları yok edişimizden ders almazlar mı? Bunda akıl sahipleri için işaretler ve kanıtlar vardır.

11:17 Daha önce Musa'nın kitabı bir önder ve rahmet iken, şimdi Rab'lerinden gelen bir tanığın ilettiği kesin bir kanıta sahip olanlar var ya işte onlar onu onaylarlar.

11:28 Dedi ki: "Ey halkım, ya ben Rabbimden gelen kesin bir kanıta sahip isem ve bana bir rahmet vermiş de bunlar gözünüze görünmüyorsa? Siz onu istemezken sizi ona biz mi zorlayacağız?"

14:27 ALLAH gerçeği onaylayanları dünya hayatında da, ahirette de kanıtlanmış sözle destekler. ALLAH zalimleri ise saptırır ve ALLAH dilediğini yapar.

20:72 Dediler ki: "Bize gelen apaçık kanıtları ve bizi Yaratan'ı bırakıp seni seçmeyiz. Nasıl yargı vereceksen ver. Yargın bu dünya hayatıyla sınırlıdır!"

2:111 "Yahudi veya Hıristiyanlardan başkası bahçeye giremez" dediler. Bu, onların kuruntusudur. De ki: "Doğru sözlüler iseniz delilinizi getirin."

2:209 Size apaçık deliller gelmesine rağmen doğru yoldan kayarsanız, bilesiniz ki ALLAH Üstündür, Bilgedir.

6:81 "ALLAH'ın kendileri hakkında size hiçbir delil vermediklerini O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl olur da sizin ortak koştuklarınızdan korkarım? Hangi taraf güvenliği daha çok hak etmektedir? Bir bilseniz!"

8:42 ...Oysa ALLAH, yapılması önceden planlanmış bir işi gerçekleştirmekte idi. Böylece, yok edilen, apaçık bir delille yok edilsin, yaşayan da apaçık bir delille yaşatılsın. ALLAH İşitendir, Bilendir.

18:15 "Şu halkımız O'ndan başkasını tanrılar edindi. Onların tanrı olduğunu açık bir delille kanıtlamaları gerekmez miydi? ALLAH'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?"

20:56 Ona tüm işaret ve delillerimizi göstermemize rağmen yalanlayıp reddetti.

37:14 Bir delil gördüklerinde onu aşağılıyorlar.

40:56 Hiçbir delile sahip olmadan ALLAH'ın ayet ve mucizelerine karşı tartışanların göğüslerinde, erişemeyecekleri bir büyüklenme vardır. Öyleyse ALLAH'a sığın. O İşitendir, Görendir.

44:19 "ALLAH'a karşı büyüklenmeyin. Ben size apaçık bir delille gelmiş bulunuyorum."

98:04 Gerçek şu ki, kendilerine kitap verilmiş olanlar, ancak onlara açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.)



Gerçeğin asıl yapısını ne kadar çok anlarsak, akademik yapıların ve inanç sisteminde boğulmuş grupların açıklamaları da bir o kadar saçma gelir. Nöronlar tekrarlanan süreçte harekete geçmişken, inanç, muhakemeyi bulandırıyor, böylece en açık çelişkiler bile açığa çıkıyor. Bilinç, bizimle, kalbimiz yoluyla konuşur, zaten içgüdüyü göğüs bölgesinde hissetmemizin nedeni de budur. Tabii ki fiziksel kalbimiz demiyorum, ama spiritüel kalp de bu bölgede hissedilir. (Aşağıda verdiğim görsel I, Pet Goat animasyonundan bir kare ve sonsuz sevgi ile kastedilen tam fiziksel kalbin üzerine iki kalp göseli daha koydukları alanı temsil eder. Tüm animasyonun analizine bu linkten ulaşabilirsiniz. https://bit.ly/2BiA4bZ)



Bir karar vereceğiniz zaman, "Kalbinin sesini dinle" denir. Kalp çakrası, bu "illüzyon gerçek"in ötesindeki bilince olan ana bağlantımızdır. Başımız, yani sürekli olarak düşünme tuzağına düşmüş olan aklımız ise varlığını, beş duyu gerçeğinin kural ve koşullarına bağlı olarak sürdürür. Bu beş duyu aklı, dünyada, kontrolü elinde tutmak isteyen sistemin gerçeği olarak, her gün manipüle edilmektedir. (Bugüne kadar aklı nasıl kullandıklarını aşikar eden bir cümle.) Tamamen kısıtlanmaya, kural ve şartlara yönelik, "yaparsın" - "yapamazsın" zihniyetine dayalıdır. Çoğunlukla "korku ve endişe" ile insanlar akıl ve duygu hücresine kapatılmışlardır.

Kalp/içgüdü ise, bizi beş duyunun ötesine taşıyacak olan Sonsuz Benlik ile birleştirecektir. (Burada kastedilen sonsuz varlık şeytanidir. İnsanoğlunun ilk sınavını hatırlıyor musunuz? İnsan egeosu nedeniyle sonsuzluk vaadiyle kandırılmıştı ve o günden bu güne hep o vaade ulaşma yolunda ayağı kaydırılıyor.

Araf-7:19: “Adem, sen ve eşin bahçede durup dilediğiniz yerden yiyin. Şu ağaçtan yemeyin, yoksa zalimlerden olursunuz.”

Araf-7:20: Sapkın kendilerinden gizlenmiş olan bedenlerini ortaya çıkarmak için onlara fısıldadı: “ Rabbinizin sizi bu ağaçtan menetmesinin sebebi , ikinizin birer melek veya birer sonsuz/ebedi varlık olmamanız içindir.” dedi.)


Onun kendi elektromanyetik alanı ve kendi "gerçek"i vardır. Kalp, düşünmekten ziyade hisseder, ikinci elden bilgi yerine, o her şeyi kendi "bilir". Çoğu kişinin bir iç savaşı vardır. Düşündükleri ile hissettikleri savaşır durur. Çoğu zaman da akıl kazanır. Belki de, akla ve inanca dayalı akıl topluluğunda, böyle yapmak daha kolay gelir. Bazı kıstaslar yaratılmış ve bunlar, eğitim-bilim veya medya-tıp olarak empoze edilmiş olduğu için, bunun dışına çıkabilen kişilerle ya alay edilir ya da dışlanırlar. Bu görüş, Japonların atasözü ile açıklanabilir:

"Duvara çakılmış çivilerin yanında çıkık çivi gibi durma, yoksa ilk çekici sen yersin!" Akıl, bütün kurallara uygun olarak başını hep eğik tutar, bilinç ise; "Hey, ben buradayım!" der.

(Kalp ile görmek kalp ile düşünmek gibi kavramları hangi boyutta analiz etmemiz gerektiğine daha doğru örnekler alınabilmesi için bunları da eklemek istedim. Doğruyu nasıl kendi lehlerine kullanıyor her defasında anlaşılıyor zaten.

7:100 Önceki nesillerin yerine yeryüzüne vâris olanlara belli olmadı mı ki, eğer dilesek onları da günahlarıyla cezalandırarak kalplerini mühürleriz de işitemezler.

7:101 Bunlar, sana haberlerini aktardığımız toplumlardır. Elçileri, onlara apaçık delillerle gitmişlerdi. Ama daha önceden yalanladıklarını onaylayacak değillerdi. ALLAH kâfirlerin kalplerini böyle damgalar.

7:179 İnsanlardan ve cinlerden çok sayıda kişiyi cehenneme mahkûm ettik. Kalpleri var, fakat kavrayamazlar; gözleri var, fakat görmezler; kulakları var, fakat işitmezler. Onlar, çiftlik hayvanları gibidir, hatta daha da kötü… Ve onlar, olup bitenden habersizdirler.

8:49 İkiyüzlüler ve kalplerinde hastalık bulunanlar, "Bunları dinleri aldatmış" diyorlardı. Kim ALLAH'a güvenirse, kuşkusuz ALLAH Üstündür, Bilgedir.

9:64 İkiyüzlüler, kalplerindekini kendilerine haber verecek bir surenin inmesinden çekiniyorlar. De ki: "Alay edin bakalım, ALLAH korktuğunuz şeyi açığa çıkaracak."

9:87 Geride kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Sonunda kalpleri mühürlendi. Bundan ötürü anlayamazlar.

16:22 Tanrınız bir tek tanrıdır. Ahirete onaylamayanların kalpleri inkârcıdır ve onlar büyüklük taslarlar.

16:108 İşte onlar, ALLAH'ın kalplerini, işitme ve görüşlerini mühürlediği kişilerdir. Onlar gafillerdir.

17:46 Ve onu anlamalarını engellemek için kalplerine kabuklar, kulaklarına da ağırlık koyarız. Rabbini yalnızca Kuran'da andığın zaman nefretle geriye dönerler.*

18:57 Rabbinin ayet ve mucizeleri kendisine hatırlatıldığı halde, yaptıklarını unutarak ondan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Kalplerine, onu (Kuran'ı) anlamalarına engel olacak bir örtü, kulaklarına da bir ağırlık koymuşuzdur. Onları hidayete ne kadar çağırırsan çağır, onlar asla doğruyu bulamaz.

22:54 Bu durum, aynı zamanda, kendilerine bilgi verilmiş olanların bunun Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu anlamalarını sağlar. Böylece kalpleri onu benimser ve onaylar. ALLAH, elbette, gerçeği onaylayanları doğru yola ulaştırır.

58:22 ... Gerçeği onaylamayı kalplerine yazmış ve katından bir vahiyle desteklemiştir. ...

59:13 Kalplerine, ALLAH'tan daha çok siz korku salıyorsunuz. Zira onlar anlayışsız bir topluluktur.

83:14 Doğrusu, işledikleri günahlar kalplerini kaplamış.)


İnsanlar, beşikten mezara "akıl"ı bombardıman eden "norm"lara göre şartlandırılmışlardır. Ne yazık ki, normal diye düşündükleri şey, kendilerinin içine hapsedilmiş oldukları hücreleridir. Şaşkınlıklarından, kendi zihinsel köleliklerine katkıda bulunmakla kalmazlar, aynı zamanda kontrol sistemini, onu sorgulayacak olanlara karşı da hararetle savunurlar.

Bilinçten kopmuş olan "beş duyu aklı"; olaylar ve davranışlar üzerinde kurmuş olduğu güç mekanizmasını kaybetme korkusu yüzünden, içgüdü ile sürekli ve öfkeli bir savaş içerisindedir. Eğer birisi, içgüdüsünün, köşede bekleyen soyguncular olduğunu, bu yüzden de geri dönmeleri gerektiğini söylediğini, söylerse, diğerlerinin "aklı" hemen ondan kanıt ister. Akılları onlara, aptallığı bırakıp geziyi bozmamalarını söyler. Aynı şekilde bir başka örnekte, sonradan düşecek olan bir uçağa binmemiş olan kişiler, bilinçlerinden gelen bir içgüdüyü hissettiklerini söylerler. Bu kişiler, diğer yolculara nasıl hissettiklerini söylemiş bile olsalar, diğerleri binmekten vazgeçmeyeceklerdir, çünkü içgüdüleri onlara uçağın düşebileceğini söylemiştir, ama akılları, iş toplantısına veya yemek randevusuna katılmaları gerektiği konusunda bastırmıştır. Anlayıştaki girişimler, bilim de dahil olmak üzere, genellikle sadece aklın değil, içgüdünün bir sonucudur. İçgüdü ilhamdır, akıl ise onu sadece teyit eder. (Bu ilham olayını daha sonra ulu bir varlıktan alınan bilgi/vahiy doğrultusunda tüm hayatını değiştirmesi olarak şekillendirdiği biçimde anlatmaya devam ettiğini göreceğiz. O nedenle içgüdüye olan güveni pekiştirmeye çalışıyor.)

1989 tarihli Ölü Ozanlar Derneği filminde, öğretmen rolündeki Robin Williams, "Norm egemen" bir okuldaki öğrencilerine şöyle der: "Sıranın üzerinde ayakta durarak, kendime, olaylara farklı bir açıdan bakmam gerektiğini hatırlatırım, çünkü oradan bakınca her şey farklı görünür. Bir şey bildiğiniz zaman, ona başka açılardan da bakmak gerekir. Aptalca veya yanlış da görünse, denemeye değer." Kabul görmeye büyük bir ihtiyaç duyarız, ama başkaları onların garip veya aykırı olduğunu
düşünse bile inançlarınızın özel olduğuna güvenmeniz lazım. Yani koyun sürüsü,
"meeeeeeeeeee" dese bile …

İçgüdü ve hayat tecrübesi, bize yoldaki işaretleri ve mesajları okumamız gerektiğini gösterir ve aklın kendi yoluna gitmesine izin vereceği yerde onun üzerinde etki yapar. Akıl, "Durmaya ne gerek var?" diye sorar. "Nehirde şelale olduğuna dair bir işaret yok, o halde kanıt görünceye kadar giderim." der. Sonra da hooop şelaleye düşer. Bilince açılırsanız "Akıl"ı düşmanınız değil, müttefikiniz haline getirebilirsiniz. Beş duyu aklı, "mantıklı" olarak, içgüdüyü izlerken zorluklarla karşılaşacağını görür, yaşanan deneyim her zaman, geniş bir açıdan gereken her ne ise onu gösterir. Akıl ile içgüdünün beraberliğinde, önce kendi kendine zarar veriyormuş gibi görünen gelişmeler, pozitif bir sonuca ulaştırır. Bu gerçekleşince de akıl içgüdü ile uyumlu bir beraberliğe girer ve savaş biter. Akıl ile içgüdü birlikte "tek" olurlar, siz de içgüdünüzü izlerken, akıl'ın itiraz etmeyeceğini "bilir"siniz. (Bir çok farklı yoldan ilerlerler ancak bazı anahtar kelimlerle aynı amacı hedeflerler. Bu kelimelerden bazılar “tek olmak” ve “bilmek” gibi kavramlardır. Allah ile rekabete girmiş bir yaratık için çok tahmin edilebilir kavramlar değil mi?)

Su dolu bir havuzun dibinde tutmuş olduğunuz topu bırakırsanız, suyun yüzüne fırlar, çünkü doğal hali odur. Aynı şey bilinç için de sözkonusudur. "Akıl'ı yok etmeliyiz" şeklinde bir yanlış anlama olmasın, öyle bir şey sözkonusu bile olamaz. (Öyle dersen sana iyice deli gözüyle bakarlar zaten, bu vurguyu yapman gerekiyordu.) Akıl bilgisayarın "arayüzü" dür, bilincin bu dünyadaki deneyimini sağlar. Fiziksel bir manzara diye düşündüğümüz gerçeği, deşifre etmemizi sağlayan akıldır. "Parlak zeka" veya "müthiş akıl" ile hiçbir problemimiz yok, yeter ki algılamamıza egemen olmayıp, sadece onun bir parçası olsun . . . (Çok vakit almadan tekrar yanlışa düştü çünkü söylediği değil, kastettiğiydi önemli olan.)

Yaratılışımız radyo ve televizyonlarda olduğu gibi, aynı boşluğu paylaşan frekanslardan oluşuyor. Yayılan frekanslar sadece sizin bedeninizin çevresinde değiller, bedeninizle aynı yeri de paylaşıyor, ama farklı dalga boyları ile çalışıyorlar. Eğer dalga boyu veya frekans birbirine çok yakın ise karışıyor, birinin diğerinin varlığından bu suretle haberi oluyor. Bunun dışında, birbirlerinin varlığından haberleri olmuyor, çünkü farklı frekanslarda/gerçekliklerde veya dünyalarda çalışıyorlar. Radyonuzu diyelim ki, Radyo 1 'e göre ayarladınız. Radyo l 'i dinlersiniz, ama bu arada Radyo Z, 3 veya 4'ü duyamazsınız. Frekansı Radyo 1 'den Radyo Z'ye ayarlayın, bu sefer Radyo Z'yi dinlemeye başlarsınız, ama ayarlama yaparken Radyo 1 hala oradadır. Siz dikkatinizi veya bilincinizi Radyo Z'ye vermişseniz bile o yayına devam eder. Bu, tam olarak görünürdeki, algılanan gerçek evrenin nasıl çalıştığını gösteren bir örnektir.

Görme, işitme, koklama, dokunma ve tatma şeklinde beş duyumuzla "boşluk" olarak gördüğümüz son derece küçük bir parçayı algılıyoruz. Örneğin kedilere göre "uzay" boş değildir. Çok daha görsel frekans menzilleri vardır, dolayısıyla insanların beş duyu ile sınırlanan frekanslarının çok ötesinde diğer boyuttaki varlıkları ve faaliyetleri görebilirler.

Enerji yavaş titreştiği zaman, yoğun ya da sübtil oluyor, örneğin çelik gibi, ama buna güçlü bir mikroskop altında bakacak olursa, ne kadar sert olursa olsun, hala titreşen bir enerji olduğunu görürüz. Titreşme hızı çoğaldıkça enerji daha az yoğun/sert olur, büyük bir hızla titreşmeye başlar ve insanların beş duyu menzilinden çıkar, böylece insanların göremeyeceği hale gelir, yani kaybolur. Aslında kaybolmamış, insanların beş duyu menzilinden çıkmıştır, bu da insanların hayalet veya UFO görmelerini açıklar. (Cinler gibi varlıkları) Birden görünür sonra kaybolurlar. Radyo ve televizyon istasyonları gibi birbirine karışan sonsuz sayıda algılanan gerçek vardır ve bilincinize sahip iseniz, bunların arasında gidip gelebilirsiniz. Bilim adamları buna "paralel evrenler" diyorlar. (Paralel evrenler teorisi 1954 yılında, Princeton Üniversitesi doktora adayı olan Hugh Everett’‘in merakı ile ortaya çıkan bir konudur ve tam olarak şu şekildedir. “Tam olarak bizim evrenimize benzeyen başka evren veya evrenler de var olabilir.” Bu görüşü açmak gerekirse Hugh Everett; şu an içinde olduğumuz Samanyolu Galaksisi’nin de içinde bulunduğu devasal Evren’in hiçbir farkı olmayan bir kopyasının sürdüğünü düşünmektedir. Hatta bunun zamanının bire bir aynı ilerlediğini fakat birbirinden bağımsız olduğunu düşünmektedir. Devasa çok oyunculu oyunlarda siz evrende gezerken farkı bir kişi de sizden bağımsız olarak evrende gezebilir ve sizden etkilenmeyebilir. Bu durum da örnek vermek açısından anlaşılır olabilir. Hugh Everett’’in bu düşünceleri onu bir “çocuk” ya da “kaçık” ya da “fazla hayalperest” yapıyor gibi durabilir fakat onun kuantum fiziği ve matematik üzerine yaptığı derin çalışmalardaki somutluk nedeniyle bu düşüncelerinin de üzerinde durulmasını gerektirebilir. Zira konu her ne kadar parapsikoloji gibi görünse de kuantum fiziğinde ortaya çıkan benzer bulgular (örneğin elektronların hareketi esnasında Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi araştırmalarına göre aynı anda birden fazla yerde saptanması) konuyu elle tutulur hale getirebiliyor. Bu konunun günümüzde Einstein’ı haklı çıkaran kütleçekim dalgalarının keşfi ile bağlantısını düşündüğünüzde konu elle tutulur olmaktan oldukça uzaklaşıyor olsa da içinde bulunduğumuz bedenler ile bu kadar ileri derecede bir bilimi çözebilmek sanırız mümkün olmaktan çok uzaktadır. Sonuç olarak konu her ne kadar somut dokunuşlar içerse de halen bilimsel kanıtlanabilirlik açısından oldukça uzaktadır.)

-------------------------------------------------

Sizleri konuya bilinç olarak hazırladıktan sonra başına gelen ilginç olayları anlatmaya başlıyor. Ancak öncesinde akıştan kopmanızı önlemek adına yukarıda hayat hikayesinde bahsettiğim kısmı tekrar hatırlatarak devam edeceğim.

“1990 yılının başlarında, bazı ilginç deneyimler yaşamaya başladı. Odada yalnız olduğu sıralarda, sürekli olarak yanında bir varlığı hissediyordu. Bu durum o kadar rahatsızlık verici bir hale gelmişti ki, sonunda birgün boş odaya konuşarak, varlığını hissettiği varlığa kendisiyle bağlantı kurmasını, çünkü artık delirecek hale geldiğini söyledi. Birkaç gün sonra ise, oğlu ile sokağa çıktıkları sırada bir kitapçının önündeyken, birdenbire ayaklarını bulunduğu noktadan kıpırdatamadığını farketti. Adeta yerden mıknatısla çekiliyormuş gibiydi. Beynindeki, nereden geldiğini anlayamadığı bir ses, kitapçıdaki kitaplara bakmasını söylüyordu. Hareket edebilir hale gelip içeriye girdiğinde, onca kitabın arasından çekip aldığı kitabın bir medyum kadına ait olduğunu gördü. Kitabı derhal satın alıp okuduktan sonra, onu ziyarete gitti, ama gidişinin gerçek nedenini hiç açıklamadı. Kadının elle şifa seansları uyguladığını önceden öğrenmiş olduğu için, sadece ağır romatizması için şifa aradığını söyledi. İlk iki ziyaret olağan geçmişti, ama üçüncü ziyaretinde medyum, çok yoğun bir enerji ile mesajlar aktarmaya başladı.”

Tam da burada “Şeytan Kimdir? Ne İster?” adlı blog yazımdan bir alıntı yapacağım. Dilerseniz daha sonra diğer kısımlarını okumak için linki ziyaret edebilirsiniz. https://bit.ly/2m3wqyj

“Soru: Nasıl oldu da Şeytan’a tapmaya başladın?

Cevap: Roger İkinci dünya savaşı sonrası iş aradığını ve o sırada eski bir arkadaşıyla karşılaştığından bahsediyor. Bir yemek yemeye karar veriyorlar. Arkadaşı anlatması gereken muhteşem haberleri olduğundan bahsediyor. “Ben ölümün ruhuyla konuşanlardan oluşan bir gruba katıldım diyor.” ve bir soru “ Ölmüş annenin ruhuyla konuşmak istemez misin?”, “Yoksa bundan korkar mısın? şeklinde bir yaklaşımdan sonra şoke oluyor ve konuya eğilimi artıyor.

Arkadaşı başka şeylere taparken ne kadar cesur olduğundan bundan korkmayacağını düşündüğünden bahsetmeye devam ederek onu motive etmeye çalışıyor. “Sen aynı adam değilsin değiştin korkuyor musun yoksa deyince adamımız gitmeye karar veriyor.

Muhteşem bir evde oturan medyum gibi bir bayanı ziyarete gidiyorlar. Bulunduğu yerde bir düzine insanla birlikte bu medyumun maharetlerini izlemeye başlıyor. Anlattığına göre insanlar ölmüş yakınlarıyla konuşmak istiyorlar ve konunun inandırıcılığının artmasını bekliyorlarmış.

Medyum filmlerden de aşina olduğunuz gibi ruha danışıyor ve bir ses “ .Merhaba Frank! Benimle görüşmek istemen çok güzel diyor.” Bu durumla ilişkili olan ziyaretçi ruhla konuştuktan sonra bu durumun dünya üzerindeki en güzel şey olduğunu düşünüp etkileniyor. Medyum tam bu anda kitleyi daha çok etkilemek için ruhun kendini açıkça ortaya çıkaracağını söylüyor. Roger ın anlattığına göre sanki büyük bir hayaletin rüzgarının binaya çarptığını düşünüyor. Görülen bir şeyin öylece içeri girdiğini belirtiyor.Gecelik giyinen bir kadın gördüğünü ve kadının ziyaretçiyle konuştuğunu söylüyor. Sonrasında anlatılanlara göre ölülerle konuştuklarını sanan insanlar heyecanlanıyor ve bu illüzyon ziyaretçinin etkilenip bayılmasına sebep oluyor.  

Bu tarz şeylere inanmaya ve eğilim göstermeye başladıktan sonra adamımız Şeytanlara tapan gizli bir tarikata girdiğini anlatıyor.”


------------------------------------------------------------

David Icke devam ediyor...

-Medyuma üçüncü gidişimde, şifa seansı sırasında muayene yatağında yatarken, birdenbire yüzüme örümcek ağı değmiş gibi bir his duydum. Sonra aklıma onun kitabında okuduğum bir şey geldi. Ruh/bilinç temas kurmaya çalıştığı zaman böyle şeyler olurmuş. O zamana kadar hiç böyle bir şey hissetmemiştim. Medyuma hiçbir şey söylemedim, ama o,10- 1 5 saniye sonra, birden başını geriye doğru çekip, "Vay canına, bu çok güçlü, bunun için gözlerimi kapatmam lazım!" dedi. Ben de kendi kendime, "Kendimi nelere soktum böyle!" diye söylenip duruyordum. Medyum, Çinliye benzeyen bir figür gördüğünü, onun "Sokrates benimle!" dediğini aktardı. Sokrates MÖ 469-399'da yaşamış bir Yunan filozofu, en önemli öğrencisi de Platon. Sokrates yüksek yetkililer tarafından, gençleri yanlış yönlendirdiği için suçlanıp idama mahkum edilmiş, zehri kendi içerek hayatına son vermişti. Kütüphaneler dolusu sözleri olan Sokrates'in, "Bilgelik, hiçbir şey bilmediğimizi bilmektir." sözünü herkes bilir. Çinliye benzeyen figür, medyumun algılayıp odaklanabilmesi için, diğer bir boyuttan
gösterilen bir projeksiyondu. Diğer boyuttan iletişimciler, bilgi veya düşünceyi insan diline deşifre edebilmek için bir medyumun enerji alanına veya beynine projeksiyon yapıyor. Kitapçıya girmem söylendiği zaman, bana da böyle olmuştu. Prensip aynı. Radyo programı, radyo yoluyla yayımlanarak deşifre ediliyor veya çözülüyor. İtalyan bir medyum, düşünce projeksiyonunu İtalyanca, bir İngiliz İngilizce veya başka biri de diğer dillerde duyabilir.

1990 yılının Mart ayında, medyumun, benim aracılığımla Çinli görünümlü figürden aldığı mesajlar şunlardı: - O bir şifacı. Dünyayı iyi edecek ve dünya çapında ün kazanacak.
- Çok büyük çapta muhalefet görecek, ama onu korumak için hep yanında olacağız.
- Spiritüel olarak o hala bir çocuk gibi, ama ona spiritüel zenginlik kazandırılacak.
- Bazen nereden geldiğini anlamadığı şeyler söyleyecek. Onlar bizim sözlerimiz olacak.
- Bilgi, aklına yerleştirilecek, bazen de bilgiye yönlendirilecek.
- Cesareti nedeniyle bir genç olarak o seçildi, sınandı ve bütün sınavları verdi.
- Disiplin için futbola yönlendirildi, disiplini öğrendiği zaman ileri aşamaya geçirildi.
Hayal kırıklığı ile başa çıkmayı öğrenmesi, bütün duyguları yaşaması, yeniden ayağa kalkıp
yoluna devam etmesi gerekiyordu. Spiritüel yol çok zordur, kolay girilmez.

- Bizimle temas etmek istediğini biliyorduk, ama zamanı uygun değildi. (Otel odasında göremediğim bir varlık hissettiğim zaman bunu yapmak istemiştim, ama bunu medyuma söylememiştim.) Buraya bizimle temas kurması için yönlendirildi, ama bir gün tamamen iyileşecek.
- İhtiyacı olan, istediği her şey sağlanacak, ama fazlası değil.

Medyumla sonraki seansta, figür şu mesajları verdi:
- Bir kişi dünyayı değiştiremez, ama dünyayı değiştirecek mesajlar iletebilir.
- Her şeyi yalnız başına yapma! Başkalarıyla el ele tutuşun ki, düştüğünüz zaman birbirinizi
kaldırabilesiniz.
- Üç yılda beş kitap yazacak.
- Politika ona göre bir şey değil, o çok spiritüel, politika onu çok mutsuz yapar.
- Politikayı bırakacak. Bir şey yapmasına gerek yok, bir yılda her şey gelişecek.
- Günün uçaklarından çok farklı bir uçan aracı olacak.
- Zamanın bir anlamı kalmayacak. Nerede olmak istiyorsan orada olacak.

Medyuma yaptığım ilk ziyaretlerden sonra, olaylar hızla gelişmeye başladı. Bu uyanışımın ilk dönemlerinde başka medyumlara da gittim, ama birinin, ötekinin bana neler söylemiş
olduğundan haberi bile yoktu. Konular hep aynıydı.

Gelen mesaj lar şöyleydi:
-Çileli zor araştırmalar yapmaya gerek yok. Yol önceden çizildi, sadece ipuçlarını izleyeceksin.
Sana rehberlik ediyoruz. Sana öğrettiklerimizi öğreniyorsun. Hepsi daha sen doğmadan ayarlanmıştı.
-Gerçek sevgi her zaman alıcıya, almak istediği şeyi vermeyebilir, ama bil ki senin için hep iyi olanı verecektir. Bu nedenle, sevsen de sevmesen de verileni benimse. Neden sevmediğini
tan ve neden böyle olmasının gerektiğini anlamaya çalış. O zaman kabullenmek daha kolay olur.
-O, karşılaştığı kişilerde, "bilgi"nin, yüzeye çıkmasına yardımcı olan düşüncenin pekiştiricisi
durumunda.
-Değişmen gerekiyor. Tamamen değişeceksin. Biraz ondan biraz bundan, küçük değişimlerden söz etmiyoruz, tamamen içini boşaltacaksın. Temizlenmesi gereken çok büyük bir gölge var ve bu mücadeleye odaklanmak, senin gibi insanlara bağlı.
-Senin gibi bu işin öncüsü olanlar, kar makineleri gibi. Takozun ince kenarısın. Belirli bir sınıra kadar, değneğin kirli ucu olacaksın. İşin zor, ama bu çok zor işi yapacaksın. Bunun için seçildin, bunun için buradasın, pisliği kürekle atacak, arkandan gelenlerin işini kolaylaştıracaksın.
-Kısacası değneğin kirli ucu senin tarafında. Yapacağın çok iş var, ama bunu yapabilecek kapasiten de var. Zaten bunun için sen seçildin. Pisliği kürekle açıp, arkandan gelenlere yol açacaksın.

İşte bu olaydan sonra o meşhur “içgüdü”sünü dinlemeye başlıyor. Nereye gelmek istediğini görüyorsunuz değil mi? Sihir, büyü ya da medyumlarda nasibini arayan kişiler Şeytan’ın etkilerine açık olurlar. Bu kişi de yaratıcının ona verdiği tüm nimetlere rağmen Şeytan’a yüzünü döndüğü için, onun ordusunda bir asker belki de konumu gereği onun dinin bir peygamberi ya da öğretmeni olmaktan geri adım atamayacaktır. Dünyaya salınan korku verici mesajların yayılması için iki yönlü bir bilgi kirliliğinin sağlanması gerekiyordu diye düşünüyorum. Bir taraftan komplo teorisi denilen bilgiler aynı kaynaklardan dağıtılacak bir yandan da bunlarla savaşan bir taraf varmış gibi gösterilerek gerekirse 1 yanlış için 99 doğru anlatılacak. Biz uyanık olup ortaya dağılan bilgileri iyi analiz edip Kuran rehberliğinden bir an olsun ayrılmadan sözü dinleyip güzel olanına uymalıyız ve iman eden iyi kalpli insanları aydınlatmak için gerekirse sürekli yanan bir mum olmalıyız.

Daha sonra yer alacak olan, daha da sarsıcı konu ise, insan bilincinin gerçekten uyanma durumuna geçeceğiydi. Zamanında medyum aracılığıyla bana gelen bilgilere göre, insanlığın kapatılmış olduğu "dondurulmuş titreşim" yani bu düşük frekanslı "katılık", bir enerji dönüşümü ile kırılacaktı. (I, Pet Goat animasyonunu izlediğinizde dönüşümün akıllarda ve enerji yoluyla yapılmasını hedeflediklerini göreceksiniz. Ancak animasyonun analizini verdiğim linkten izlemenizi tavsiye ederim. En iyi açıklamayı onun yaptığını düşünüyorum. https://bit.ly/2VO1Q9T ) Çok sonraları da öğrenmiş olduğum gibi, birçok antik gelecekte, "fiziksel dünya", bizim bugün yaşamakta olduğumuz boyuttan çok daha akışkan ve daha az yoğun bir özellikteydi. Örneğin Avustralya'daki Aborjin kabilesine mensup şamanlar, dünyanın "rüya gibi olan zamanı" dedikleri, bu eski yüksek titreşimsel durumuna döneceğini söylüyorlar. Zaten artık dünyanın bu, "bilgi"sizlik ve "körü körüne itaat" halinden kurtulacağı muhteşem bir değişimin arifesindeyiz.

(Onlara göre bizi, bu bilgisizlikten, bilginin kaynağı olarak gördükleri şeytan liderleri kurtaracaktır. Bilginin kaynağı olan yüce Rab’dır.)

Başka bir medyuma gittiğimde, "Hiç Peru'ya gitmeyi düşündün mü?" diye sordu. Oraya gitmemi ve kutsal sulardan içmemi önerdi. Tamamen içgüdüsel dürtülerle, hayatımı yeniden yazacak olan deneyimi yaşamak üzere, 1991 yılının Şubat ayında Peru, Lima'ya uçtum. Lima havaalanında uçaktan indiğim zaman bavulum elimde, sanki kaybolmuş küçük bir çocuk gibiydim.

Şimdi ne olacaktı? Andlardaki, eski İnka medeniyetinin merkezi olan Cusco'ya gitmek gibi bir dürtü içerisindeydim. Sonra uçakların iniş kalkış panosuna baktığımda Cusco uçağına 35 dakika kalmış olduğunu gördüm.

Havaalanı çok kalabalıktı ve ben daha bilet bile almamıştım. "Bu uçağı yakalamam çok zor!" diye düşündüm. Birden gayet iyi İngilizce konuşan Perulu bir adam, kalabalığın arasından çıktı ve bana nereye gideceğimi sordu. "Cusco" dedim. "Otelin var mı? diye sordu. "Hayır", yoktu. "Biletin var mı? diye sordu, ona da "Hayır" cevabını verdim. "Ben sana otel ve bilet bulurum." dedi. Tabii ki komisyonunu da alarak işleri inanılmaz bir hızla halletti. Az sonra "check in" yaptırmak üzere kuyruğa girdiğimde, "Hayır, hayır, kuyruğa girme, beni izle!" dedi.

19:81 Kendilerine destek olsunlar diye ALLAH'ın yanında tanrılar edindiler.
19:82 Tam tersine! Bu hizmet etmeyi reddedeceklerdir ve onlara karşıt olacaklardır.
19:83 İnkarcıların üzerlerine sapkınları yolladığımızı görmez misin? Onları kışkırtıp duruyorlar.
19:84 Acele etme; biz onlar için saydıkça sayıyoruz.


Beni kuyruğun en önüne "desk"in başına getirdiğinde, görevli yaptığı işi bıraktı ve ilk önce benim biletimi kesti. Lima'ya indikten bir saat kadar sonra, Cusco'ya gitmek üzere alanda yürüyordum. Bu tür tesadüfler ve eşzamanlılık, sonraki üç inanılmaz hafta boyunca da yer aldı, o zamandan beri de devam ediyor. Otele ulaştığımızda yatağa oturup ne yapacağımı düşünmeye başladım. Birkaç gün önce karşılaşmış olduğum birisi, Cusco'daki bir arkadaşının telefon numarasını vermişti, bunun üzerine numarayı çevirdim. Karşıma, yerel bir seyahat şirketinin yöneticisi olan bir kadın çıktı! Bir saat içerisinde bana bir seyahat planı hazırladı ve bütün ayarlamalar yapıldı. Ayrıca Perulu bir rehber bana ülkeyi gezdirecekti. Ertesi gün rehberle tanışmak üzere evine gittim. Kapı açıktı ve adam yerde uyuyordu. Gözlerini açar açmaz, "merhaba" veya "günaydın" diyeceği yerde, "Gece rüya gördün mü?" diye sordu. Evet görmüştüm. Rüya çok netti, ön dişlerimden birisi düşüyordu. "Baban veya büyükbaban hayatta mı?" diye sordu. "Babam hayatta." diye karşılık verdim. "O rüya, genellikle, babanın veya büyükbabanın öleceğini gösterir." dedi. O sırada Peru'da, Lima'nın dışında uluslararası telefon görüşmesi yapmak çok zordu. Ancak bir hafta sonra evi telefonla aramayı başardığımda babamın o rüyayı gördüğüm gece İngiltere'de ölmüş olduğunu öğrendim! Anlaşılan, Peru'da planlanandan daha fazla kalacaktım.

Sonraki üç hafta boyunca ülkenin her yerini gezerken, her gün düzenli olarak bir şey olmaya başladı; her sabah rehbere, içgüdüsel olarak gitmek istediğim yeri söylüyordum, o ise bunun mümkün olamayacağı karşılığını veriyor, ama önünde sonunda kendimizi orada buluyorduk. Ünlü Machu Picchu gibi birçok unutulmaz yeri ziyaret ettim. Sonunda Güney Peru'da Tıticaca Gölü'nün yakınında bir yerde bulunan Puno'ya vardık. Rehber, İnka Harabeleri'nin bulunduğu Sillustani'de bir otele götürdü. Rehbere, otelde yöreye ait, turistik amaçlı birçok poster arasında gördüğüm bir yere götürmesini söyledim. O mevsimde oraya gitmenin çok pahalıya mal olacağını söylemesine rağmen içgüdüm o kadar yoğundu ki, ne pahasına olursa olsun gitmek istediğimi belirttim. Önerisi üzerine bir turist minibüsü kiralayıp yola çıktık. Şoför, rehberim ve ben … Çok ıssızdı. Yanında laması ile birkaç çocuk, turistlere resim satmak için bekliyordu, ama benden başka turist yoktu. Yoğun Peru güneşinin altında bir saatten fazla bir süre harabelerde dolaştıktan sonra, biraz da hayal kırıklığı içerisinde, minibüse dönüp yerime oturdum. Çok hoş bir yerdi, ama oraya gitmem için zorlayan içgüdüye pek uymuyordu.

Yola çıktıktan iki üç dakika sonra pencereden dışarıyı seyrederken sağ tarafta yüksek bir tepe dikkatimi çekti. Oraya bakarken kafamda bir ses sürekli olarak; "Bana gel! Bana gel!" diyordu. Bu da nesi? Şimdi de bir tepe benimle konuşuyordu! Şoförden durmasını istedim ve "Birkaç dakikaya kadar dönerim." diyerek indim. Tepenin en üst kısmında, aşağıdan görünmeyen, ama belim hizasında taşlardan oluşmuş bir daire vardı. Dairenin ortasında durup Sillustani'ye ve uzaktaki dağlara doğru baktım. Gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu, güneş o kadar sıcaktı ki, yüzüm yanıyordu. Birdenbire, bacaklarımı kıpırdatamadığımı fark ettim. İngiltere, Ryde'da sokaktaki gazetecinin önünde olan şey yeniden oluyordu, ancak bu sefer çok daha güçlüydü. Bilinçsiz bir şekilde kollarımı yukarıya doğru kaldırdım. Deneyin! Kollarınızı 45 derecelik bir açı ile yukarıya doğru kaldırmış olarak birkaç dakika durduğunuz zaman ne kadar ağrıdığını fark edeceksiniz. (Trans)

Ben bir saat boyunca böyle durmuşum. Her şey geçene kadar hiç fark etmedim, ama sonra kollarımda müthiş bir ağrı oldu. Sanki birisi kafamı matkapla deliyormuş gibiydi. Sanki yerden çıkan enerji ayaklarımdan tepeme kadar çıkıyordu. Sanki iki yollu bir akış vardı. İçimden bir ses duydum: "Bundan yüzyıl sonra bile bu andan söz edecekler. Yağmuru hissettiğin zaman hepsi bitecek!" Yağmur mu? Havada hiç bulut yoktu ki yağmur olsun! Bana neler oluyordu böyle? Orada dururken yerimden kıpırdayamıyordum, ama bütün bedenim elektrik prizine takılmışım gibi titriyordu. Zaman kavramımı kaybetmiştim. Algıladığımız anlamda zaman yoktu, ne geçmiş, ne gelecek, sadece o anı yaşıyordum. Araba kullanırken, aldığınız son mesafeleri algılayamadığınız gibi, bilincimin bir içine giriyor bir dışına çıkıyordum. Arabayı bilinçaltınız sürerken, bilinciniz rüyada gibidir. Bilincime döndüğüm zaman uzaktaki dağların üzerinde gri bulutlar gördüğümü hatırlıyorum. Gittikçe koyulaşıyorlardı. Uzakta olmakla birlikte yağmur yağıyordu. Bulutlar büyük bir hızla yaklaştı ve güneşi kapattı. Bedenim o kadar şiddetli bir şekilde titriyordu ki, ayakta zor duruyordum. Yağmuru yüzümde hissettiğim anda enerji akışı durdu. Bacaklarım pelte gibi olmuş, kollarım ve omuzlarım
ağrıyordu. Az sonra Perulu rehberin, taş çemberin dışında beklemekte olduğunu gördüm.

Ellerimden enerji akıyordu, arabaya gidince, boşaltmak için elime kristali aldım. Birkaç hafta önce, İngiltere Glastonbury'de girmiş olduğum bir dükkanın sahibi onu bana verirken, "Bunu alsanız iyi olur." demiş, onu almaya yeterli paramın olmadığını söylediğimde ise, "Hayır, sadece alın!" demişti. Sonraki 24 saat boyunca ayaklarım yanmaya ve titremeye devam etti. O gece hiç uyuyamadım.


18:102 İnkarcılar, benim dışımda kullarımı veliler edinerek kurtulacaklarını mı sandılar? O inkârcıların konağı olarak cehennemi belirledik.
18:103 De ki: "İş yapanların en kötüsünün kim olduğunu size bildireyim mi?"
18:104 "Onlar, iyi iş yaptıklarını zannettikleri halde dünyadaki çabaları boşa çıkanlardır."
18:105 Onlar, Rab'lerinin ayetlerini ve O'nunla karşılaşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa çıkar ve diriliş gününde de onlar için bir değer biçmeyiz.
18:106 İnkar ettikleri, ayetlerimi ve elçilerimi hafife aldıkları için, onlara en uygun ceza cehennemdir.
18:107 Gerçeği onaylayıp erdemli davrananlara gelince, onlar durak olarak neşe ve mutluluk dolu bahçeleri haketmişlerdir.
18:108 Orada sürekli kalıcıdırlar, orayı hiçbir şeyle değişmek istemezler.



1991 yılının başlarında, Gerçek'in Titreşimleri adlı kitabım basıldı. Alay konusu olduğum diğer konu ise, kendim için kullanmış olduğum "'Tanrı'nın çocuğu" (!) terimiydi. Kendimi İsa falan zannettiğimi söylüyorlardı. Bazı kitaplarımda, varlığını her zaman kabul ettiğim İsa, bir insandı. Oysa ben, Tanrı'nın çocuğu diye kullandığım terimi, her şeyin kaynağı olan "Sonsuz Bilinç" kavramı açısından kullanmıştım. 

19:88 Hatta "Rahman çocuk edindi" dediler.
19:89 Siz, küstahça bir tez ileri sürdünüz.
19:90 Bu küstahlıktan ötürü neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar göçecektir.
19:91 Rahman'a çocuk yakıştırdılar diye…
19:92 Çocuk edinmek Rahman'a yakışmaz.

Hepimiz bir okyanustaki damlacıklar gibiyiz. "Sonsuz Bütün"ün parçasıyız, ama bir algılama seviyesine göre "ayrı kişilikler"iz. (Tasavvuf ve Kuantum Felsefesi ile verilen mesajların aynı kelimelerle anlatıldığını görüyorsunuz. "Ben karşımdakini kıramam çünkü o aslında benim, herkeste kendimi görebilmeye başladıktan sonra hepimizin bir olduğumuzu ve kavgaların boş olduğunu düşünüp kendimi sakinleştiririm" bla bla.. Bu sözleri hatırladınız mı?) Hatta hepimiz, "Sonsuz Bütün"ü oluşturuyoruz, tıpkı damlacığın okyanus, okyanusun da damlacık olduğu gibi. Dünyayı kurtarmaya falan geldiğimi söylemeye çalışmıyordum ki, sadece var olan herkes ve her şey gibi, yalnız fiziksel bir kişilik olmaktan öte, "sonsuz"un bir görünümü idim. "Sonsuz Bilinç"e Tanrı derseniz, o zaman hepimiz, sembolik olarak Tanrı'nın kızları ve oğulları/çocukları oluruz. (112:1 De ki: "O ALLAH bir tektir." 112:2  "ALLAH Sonsuz ve Mutlak/İlk sebeptir." 112:3  "Doğurmamıştır, doğurulmamıştır." 112:4  "Hiçbir kimse de O'na denk değildir." 2:116 "ALLAH çocuk edindi" dediler. Haşa, O yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.)

Tabii ki, o zamandan bu yana, bu konudaki farkındalığım çok gelişti, ama o zamanki yorumlarımın temelinde de bu vardı. (Sözlerinden hangi birini düzelteyim ?!? I pet goat daki uyanış tasfirine uyan anlatımlarla devam ediyor) Peru'daki o tepede, devasa bir "Kundalini" (Kundalini deneyimi: Kişinin başına gelen bazı travmatik olayların, doğum, menapoz gibi durumlarda da enerjinin uyandığı anlatılmaktadır.) deneyimi yaşamıştım. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi, fiziksel beden, "Çakra" denilen enerji döngüleri yoluyla, beş duyunun çok ötesindeki "Bilinç"e bağlı. İleride göreceksiniz, bu bile "gerçek"in sadece tek bir yönü. Bu çakralar vücudun her tarafında var, ancak asıl olan, yedi ana çakra. Her bir çakra varlığın/benliğin farklı bir seviyesini temsil ediyor. Örneğin, karın bölgesinin üst kısmına gelen "Solar Plexus çakrası" duygusal seviyemize bağlı, zaten bu nedenle korku ve endişe hissettiğimiz zaman midemiz etkilenir. Duygular solar plexus'ten gelip, fiziksel'e dönüşür. Çakralar bedenle, endokrin sistemindeki, epifiz, hipofiz ve tiroid bezleri aracılığıyla bağlanır ve çakranın frekansı, bedeni sayısız yönde etkiler. Fiziksel olan üç alt çakra ile zihinsel ve ruhsal olan üç yüksek çakra arasındaki denge noktası Kalp Çakrası'dır. Varlığımızın, fiziksel ve manevi seviyelerini buradan dengeleriz. Bu bizi, bilincimizin en yüksek seviyesine bağlar. Kundalini deneyiminde, inanılmaz güçlü bir enerji, omurganın altında en alt çakradan boşalır. Bu işlem, İshak Bentov'un Suılking The Wild Pendulum adlı kitabında şöyle anlatılmaktadır;

"Yoga edebiyatında anlatıldığı üzere Kundalini, omurganın dibinde bir yılan gibi kıvrılmış durumda bulunan enerjidir. Bu enerji uyandığı zaman omurgaya girer, yukarıya doğru yükselir, deneyimi yaşamakta olan kişi, bunu, yılana benzeyen bir ışık olarak görür ya da algılar. Kafaya çıktığı zaman, ışık çubuk, kafanın içine işler, yani sanki enerji kafatasının içinden yukarıya doğru çıkıyormuş gibi algılanır. Bu olay gerçekleştiği zaman kişinin "aydınlandığı" söylenir. Sonuç olarak bu kişiler yüksek benliğine de kavuşur, medyumluk, şifacılık veya durugörü yeteneklerine de sahip olabilir."

İşte Peru'da bana bu olmuştu. Kafamdaki barajın yıkılması duygusu bundan kaynaklanmıştı.
Kundalini omurgamdan adeta patlamış, bütün çakraları harekete geçirmiş, beynim bilince ermiş, uyanmıştım. (I, Pet Goat animasyonu da insanlığın bu şekilde bir uyanış ile uyanacağını işaret eden bir anlatım ile doludur.) Kolektif uyanış nedeniyle bu, sayıları gittikçe artan kişilerin de başına gelmektedir. Üstelik mutlaka benim başıma gelmiş olduğu gibi, kafayı patlatacak şekilde bir şiddetle gerçekleşecek diye bir kayıt da yoktur. Benim "Gerçek"in Titreşimleri diye adlandırdığım enerji transformasyonu sürdükçe, bu, daha birçok kişinin başına da gelecektir. O başlangıç patlamasından sonra kafamdaki kaosla, bir enerji durumundan diğerine geçip durdum. Böylece birdenbire kendime döndüm ve dünyayı farklı bir gözle görmeye başladım. Kafamın işleyemediği bir bilgi bombardımanı ve kavram kargaşası içinde kaldım. Gerçek olduğunu sandığımız dünya, sadece üretilmiş bir illüzyondu. (Evren bir hologram mı? adlı tartışmaları incelerken bir de bunu düşünün.) Peki neden, kim veya ne tarafından?

1990'daki ilk medyum iletişimindeki, "Bilgiler aklına konulacak, diğer zamanlarda da bilgiye yönlendirileceksin! " sözleri gerçekten de tam bir kehanetti. (The Matrix :))

Takip eden yıllarda, nefes kesen koordinasyonlar ve eşzamanlılık ile insanlarla karşılaşıyor, belge ve kitaplara rastlıyor veya sürekli olarak, hayatın doğası ve dünyada neler olup bittiğine dair anlayışımı geliştirecek tecrübeler yaşıyordum. Ayrıca, kafamda birdenbire beliren, insanlar ve olaylarla ilgili düşünceler, daha sonra araştırmalarımın doğru olduğunu gösterdi. Eşzamanlı bir biçimde, önsezisel olarak yöneltiliyordum. Bu olmasa, o kadar çok bilgi ve bağlantıyı yapmam mümkün olamazdı. İnsanların beyinlerinin/akıllarının açılmasını isteyen bir güç var, bu kesin. Benim aklımı/beynimi açtığı kesin, dolayısıyla keşfettiklerimi duymak isteyen herkese aktarıyorum. (Adam daha ne desin? Eliyle mi göstersin işte burada diye!)

Benim yapmam gereken içgüdümü izlemek. Eğer dinlemeye hazırsak, "Bilinç'' hepimizle konuşuyor.

(Peki biz hazır mıyız?

Sad-38:82: Dedi ki, “Büyüklüğüne and olsun, tümünü azdıracağım.”
Sad-38:83: “Ancak onlardan kendilerini sadece sana adayan kulların hariç.”

 Ben-i İsrail-17:62: “Benden üstün kıldığın şu kişiyi görüyor musun? Beni diriliş gününe kadar geciktirirsen, onun soyunu pek azı hariç sahiplenip perişan edeceğim.” dedi.

 Nisa-4:119: “Onları saptıracağım, onları kuruntularla oyalayacağım, hayvanların kulaklarını yarmalarını (böylece etlerini haram etmelerini) emredeceğim. Allah’ın yaratışını/tasarımını değiştirmelerini emredeceğim.” Kim Allah yerine sapkını dost ve egemen edinirse apaçık bir kayba uğramıştır.

2:120: Şeytan onlara söz verir, ümit verir, Gerçekte, sapkının onlara verdiği söz kandırmadan başka bir şey değil.

35:6 Sapkın sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman edinin. O partisini sadece cehennem halkı olmaya çağırır.

2:169 O size kötülüğü, hayasızlığı ve ALLAH’a bilmediğiniz şeyleri yakıştırmanızı emreder.

4:120 Onlara söz verir, ümit verir. Gerçekte, sapkının onlara verdiği söz kandırmadan başka bir şey değil.

2:168 İnsanlar! Yerin helal ve temiz ürünlerinden yiyin, sapkının adımlarını izlemeyin; o size açık düşmandır.

2:169 O size kötülüğü, hayasızlığı ve ALLAH’a bilmediğiniz şeyleri yakıştırmanızı emreder.

2:208 Gerçeği onaylayanlar, tümüyle teslim olun. Sapkının adımlarını izlemeyin; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.

3:175 Sapkın ancak kendi dostlarına korku verir. Onlardan korkmayın, benden korkun; gerçekten onaylamışsanız.

6:121 Üzerinde ALLAH’ın ismi anılmayanlardan yemeyin. Çünkü o, yoldan çıkmadır. Sapkınlar, sizinle tartışmaları için dostlarına vahyeder. Onlara uyarsanız siz de ortak koşmuş olursunuz.

 7:175 Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz, ancak onlardan sıyrılmış geçmiş kimsenin ne duruma düştüğünü anlat onlara. Sapkın onu saptırıncaya kadar izlemişti.

 7:27 Ademoğulları, sapkın, ana babanızın vücutlarını kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak bahçeden çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. O ve kabilesi sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler. Biz, sapkınları, onaylamayanların dostları yaptık.

 7:200 Sapkından ne zaman kötü bir düşünce zihnini tırmalarsa, ALLAH’a sığın; O İşitendir, Bilendir. 7:201 Erdemlilere her ne zaman sapkından karanlık bir öneri ulaşsa hemen hatırlarlar. Böylece hemen görürler. 7:202 (Sapkınlar) kardeşlerini ise azgınlığa sürüklerler ve bundan hiç geri durmazlar.

 26:221 Sapkınların kime indiğini size bildireyim mi? 26:222 Onlar her günahkar iftiracıya iner. 26:223 Kulak verirler;ancak çoğu yalancıdır. 26:224 Şairlere ise azgınlar uyar. 26:225 Onların her vadide koştuklarını (duruma göre yön değiştirdiklerini) görmez misin? 26:226 Ve onlar yapmadıkları şeyleri söylerler.

 41:36 Sapkından herhangi bir düşünce seni etkisi altına alırsa ALLAH’a sığın. O İşitendir, Bilendir.

6:128,129-Hepsini sürüp topladığı gün: "Ey cinler topluluğu, siz çok sayıda insan harcadınız." Onların insanlardan olan dostları: "Rabbimiz, bize verdiğin sürenin sonuna erişinceye kadar birbirimizden hoşlandık" derler. "Yeriniz ateştir" der. ALLAH'ın dilemesi hariç, orada ebedî kalacaklardır. Rabbin Bilgedir, Bilendir. Zalimleri böylece eşleyerek birbirinin dostları yaparız. Yaptıklarından ötürü…

14:22 Karar yayımlandıktan sonra sapkın onlara şöyle dedi: “ALLAH size gerçeği söz verdi, ben ise size söz verdim ve sözümden caydım. Benim sizin üzerinize herhangi bir gücüm yoktu; ben sizi çağırdım, siz de bana katıldınız. Bundan dolayı beni kınamayın, yalnızca kendinizi kınayın. Ne siz beni kurtarabilirsiniz ne de ben sizi kurtarabilirim. Beni ortak koşmanızı zaten önce de inkâr etmiştim. Zalimler için acı bir azap vardır.“)


Önsezim oraya gitmemi, bir şey yapmamı veya birisi ile görüşmemi söylüyorsa bunu yapıyorum. Mantığımla sorgulamadan sadece yapıyorum. Geriye baktığım zaman veya o anda bile yapmam için iyi bir neden olduğunu görüyorum. Ancak bazen bu eşzamanlılığın olumsuz olduğu zamanlar da var, bunu daha sonraki sayfalarda açıklayacağım. İlle de "Olmalıydı!" diye bir şey yok.

1990'da bana söylenilen ilk şeylerden birisi, yani "Gerçek"in Titreşimleri'nin konusu, insanlığın uyanışı idi. Şimdi bunun her geçen gün daha arttığını görüyorum. Hepimizin bildiği, ama unutmamız için manipüle edilmiş olduğumuz gerçeğe uyanıyoruz. "Akıl"ın egemenliğindeki "bilinç"e bağlanmanız için alay edilmekten, lanetlenmekten korkmayın. Önseziniz ne diyorsa onu dinleyin, çünkü "bilinç''iniz konuşuyor, yani "Sessiz Ses". (VESVESE VE FISILDAMALAR) Onu izleyin ve macera başlasın!

Başlıyoruz!

"Mega" uyanışımı takip eden şaşkınlık ve "büyülenmişlik" halim geçmeye başlamış, kendimi inanılmaz bir yolculuğun başında bulmuştum.

Eşzamanlılık ya da büyük tesadüfler beni insanlara, kitaplara, belgelere ve deneyimlere götürüyor, elime devasa bir bulmacanın parçalarını veriyordu. 1 992 itibarıyla, motif oluşmaya başlamıştı. Başlangıçtaki ana tema, Mezopotamya denilen bölgeydi, yani Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki topraklar. Buralar tarihte Sümer, Babil, Kaide ve Irak olarak biliniyordu. İlk uyanımdan çok kısa bir süre sonra hayatımı Mezopotamya, özellikle de Sümer ve Babil girdi. Okuduğum kitaplarda, medyumlarla konuşmalarımda ve konuştuğum kişilerde hep referanslar Sümer ve Babil'i ve Antik Mısır'ı gösteriyordu.

Farklı uygarlıkların, bu yüksek uygarlıklar için kullandıkları farklı isimler var, ama en yaygın olanları "Lemuria" olarak da bilinen "Mu" ile Atlantis. Atlantis'in Atlantik Okyanusu'nda, Mu'nun da Pasifik Okyanusu'nda yer aldığı anlatılıyor. Lemuria ve Atlantis'in bulunduğu tahmin edilen yaklaşık konum. Bazı araştırmacılar bu hikayelerin, bugün Asteroid Kuşağı olarak bilinen kayıp gezegene ait olduğunu ileri söylüyorlar. Bu iddiayı destekleyecek her türlü kanıta açığım, ancak hiç kuşku yok, dünya gerçekten, Atlantis ve Mu hakkındaki efsanelerde belirtilmiş olduğu üzere bir tufan ile hiç kuşku yok, dünya gerçekten, Atlantis ve Mu hakkındaki efsanelerde belirtilmiş olduğu üzere bir tufan ile karşı karşıya kalmıştı. Bu felaketler dünyadaki birçnk antik mit veya efsaneye konu olmuştur. İncil'deki Büyük Tufan ile ilgili bilgiler,çok çok eski kayıtlardan elde edilmiştir. Nuh Peygamber ile Büyük Tufan hikayesinin aynısı, Mezopotamya uygarlıklarından MÖ 4000-MÖ 2000'de Sümerlerde ve MÖ 2000-MÖ 3000'de Babillerde anlatılmıştır'. Bu bilgiler, şimdi Irak olan bölgede buluna kil tabletlerden alınmış olup İncil'dekinden binlerce yıl daha eskiye dayanır.

Gılgamış'ın İncil'deki adı Nuh'tur. Mezopotamya'nın Gılgamış Destanı oldukç:ı. aşinadır. Büyük bir sel olur, Gılgamış, hayvanları ve ailesini kurtarmak için bir tekne inşa eder ve suların çekilmekte olduğunu anlamak için kuşları gönderir. Sonunda tekne bir dağın tepesinde kalır.

Eskiler bütün bunların, Altın Çağ'ın sonu olduğunu söylemiştir. Antik Yunan'dan şair Hesiod, kıyametten önceki dünyayı şöyle anlatır: "İnsanlar Tanrılar gibi yaşarlardı. Hırsları, dertleri, sıkıntıları yoktu. Kutsal varlıklarla mutlu bir birlik içinde, günlerini huzurla, büyük bir eşitlik içerisinde, karşılıklı güven ve sevgiye dayalı bir şekilde geçiriyorlardı. Dünya şimdikinden çok daha güzel, bereket içindeydi. İnsanlarla hayvanlar aynı dili konuşuyor, birbirleriyle, telepati yoluyla iletişim kuruyorlardı. Erkekler yüz yaşındaki çocuklar gibiydiler. Yaş nedeniyle hiçbir güçsüzlükleri/ hastalıkları yoktu, daha üst hayat alanına hafif uyku halinde rahat bir şekilde geçiyorlardı." (Bir videoda duymuştum bu kısmı - reptillianlarla ilgiliydi.)

Eskiden öyleydi, şimdi yine öyle olacak. Jeolojik felaketler ve negatif bir gücün araya girmesi ile Altın Çağı'n sonu geldi. Dünyanın jeolojik ve biyolojik kayıtlarına bakıldığı zaman, birçok olağanüstü kabarmanın yer almış olduğu anlaşılıyor. Önemli üç kabarmadan birisi, 14.000- 1 5.000 yıl, ikincisi 1 1 .000- 13.000 yıl ve diğeri de 7 .000-8.000 yıl önce yer almış. D. S. Allen ve J. B. Delair adlı iki araştırmacı, Dünyanın Neredeyse Öldüğü Zamanlar adlı kitaplarında, eskilerin anlattığı efsaneleri, jeolojik ve biyolojik kayıtlarla karşılaştırınca, ortaya aşağı yukarı aynı hikaye çıkmış. Birçok kimsenin bilmemesine karşın Himalayalar, Alpler ve And Dağlan şimdiki yüksekliklerine 1 1 .000-1 3.000 yıl kadar önce ulaşmışlardı. Bolivya-Peru sınırındaki Tıtikaka gölü, 13.000 fitteki konumu ile dünyanın denizcilik yapılabilen en yüksek gölü olarak biliniyor. Oysa, 13.000 yıl kadar önce burası deniz seviyesindeymiş. İngiltere'nin tanınmış doğal tarih belgesel yapımcısı David Attenborough'nun, dağların en yüksek noktalarında bulunan balık fosillerini gösterişini hatırlıyorum. Peki, bu nasıl oluyordu? Tabii ki bu dağlar eskiden deniz seviyesindeydi de ondan.

Antik Yunan'dan, MÖ 427-347'de yaşamış olan Platon, Kanunlar adlı eserinde, devasa bir selin ovaları basması nedeniyle Atlantis'te tarımın yükseklerde yapıldığından söz ediyordu.

Botanikçi Nikolai Vavilov, dünyanın dört bir yanından topladığı 50.000 vahşi bitki örneğini inceleyip, çoğunun sekiz farklı bölgeden çıktığı, hepsinin de dağ bitkisi olduğu sonucuna ulaşmıştı. Bütün bu kanıtları ve eski efsaneleri bir araya getirince, dünyanın birçok kere jeolojik felaket geçirmiş olduğunu biliyoruz. Aslında dünyanın her yerinde batık şehirler ve yapılar olduğuna dair bir sürü kanıt mevcut. Kıyamet sonrasında, toplumun resmi tarihi, ancak yeniden belirli bir gelişme aşamasına geldikten sonra bırakılan kayıtlarla başlar, eskiden olanlar yazılır, sembolize edilir, kulaktan kulağa nesiller vasıtasıyla geçer. Küresel jeolojik felaketten sonra bu binlerce yıl sürer. İşte "Altın Çağ"a da aynen böyle olmuştur … Bu tapınaklar, taştan yapılmış daire şekilleri, dikili taşlar ve diğer inanılmaz eski yapılar, sadece Güneş'e, Ay'a ve belirli yıldız sistemlerine göre değil, aynı zamanda dünyanın farklı yerlerinde de olsalar birbirleriyle hizalanmış olarak yapılmışlardı. İnşaat tekniği ve tasarımları, dünyanın farklı yerlerinde de olsalar aynıydı, yeterince geriye gidilecek olursa, eski toplumların birbirinden kopuk olmadıkları anlaşılır.

Güney Afrikalı madenciler tarafından 3 milyar yıl öncesine ait metal küreler, dinozor kalıntıları ile humanoid ayak izleri bulundu. Dünyanın yüksek teknoloji tarihi ile ilgili sayılı örneğin verildiği kitaplar var.

Michael A. Cremo ve Richard Thompson'un Yasak Arkeoloji adlı kitabı da bunlardan birisi. Neden bu keşifler resmi tarihe dahil edilmiyor? Neden okullarda okutulmuyor? Yirmi yıldır söylüyorum, "bilim", elit aileler tarafından denetleniyor ve fonlar veriliyor, ama bu da sahte tarihi satmak için, doğru olanı keşfetmek için değil! Bu ailelerin bunu neden yaptıkları açık. Okulda ve üniversitelerde gerçek diye okutulan insanlık ve dünya tarihi aslında o değil! 1936'da ölen araştırmacı ve yazar Albay James Churchward, Mu tarihçisi olarak şöyle yazıyordu: (Şeytan kendi partisini yine kendi istediği ölçüde kendi yetiştirdiği insan vasıtasıyla kendi enformasyon kaynaklarıyla eleştirtiyor!)
"Medeniyetler doğup, devresini tamamladıktan sonra yeniden ve yeniden unutuluyor.
Güneşin altında yeni olan hiçbir şey yok. Öğrendiğimiz ve keşfettiğimiz her şey daha önce
vardı. İcatlarımız ve keşiflerimiz, yeniden keşfediliyor ve icat ediliyor." Felaketlerden sonra, eski efsanelerde bir sürü şey yeniden keşfediliyor. İnsanlık tam olarak
yeniden başlıyor.

Bir dağın tepesindeki tapınağa, büyük bir olasılıkla ünlü "kayıp" şehir Machu Picchu'ya sığınıp kurtulmuş olanlar And Dağları'ndaki Cusco'ya dönüp her şeye yeniden başladılar. Tufan öncesinin insanları, teknolojik olarak, sonradan gelenlerden daha ileriydiler ve yeni nesiller gelip gittikçe orijinal bilginin saflığı kaybedildi. Sonuç olarak anılar, çok çeşitli yollarla sembolize edilerek, mitoloji ve efsaneler halinde korundu. (Bu şekilde mitleri ve efsaneleri bilginin gerçek kaynağıymış gibi kabul etmemiz için alt yapı hazırlanıyor.)

Binlerce yıl önce belirmiş olan, çağdaşlarından çok daha gelişmiş olan yeni uygarlıklar bile, tufan öncesinde yer almış olan medeniyet seviyesine ulaşmamışlardı. Bunlara Orta Amerika'dakiler, Güney Amerika'daki tufan sonrası İnka devri, Batı Afrika, Mısır, Sümer, İndus Vadisi ve Çin dahildi. Bilim tarihçileri Sümer'i, İncil'deki "Shinar", medeniyetinin beşiği olarak tarif ederler, ancak değildi. Bu, jeolojik bir felaketten sonra yok olan, Altın Çağ'dan sonra ortaya çıkan tufan sonrası medeniyetlerdendi. Yine de Sümerlerin insanlığın tarihinde büyük önemi vardır. Ayrıntılar hakkındaki görüşler farklılık göstermekle birlikte, Sümerler devrinin MÖ 4000-2000 arasında yer aldığı belirtilmektedir. Ardından aynı bölgede Keldaniler, Asurlular ve Babiller yaşadı. Sümerler, dağlık bölgeden, şimdi Irak olan "Bereketli Hilal" topraklarına geldiler. Bazıları daha önce onların Afrika'da yaşadıklarına inanmaktadır, ancak Sümerler, Büyük Tufan' dan sonra şehirlerde yaşayan, duvarlar, yollar ve okyanus aşan gemiler icat eden ilk insanlardı. Sümerler tam olarak, oldukça gelişmiş bilgilere sahip olarak, ortaya birdenbire çıktılar. Bugün "ilk" olarak benimsediğimiz yüzlerce buluş, 6000 yıl önce Sümerler tarafından bulunmuştu. Yıldızları inceleyen, yazıyı, hukuku, tarımı ve hayvancılığı geliştiren hep onlardı. Resmi olarak bugünden ancak 200 yıl önce keşfedilmiş olan gezegenlerin varlığını onlar çoktan kaydetmişlerdi. Tarih, Eski Mısırlılardan, Romalılardan ve Yunanlılardan üstün medeniyetler diye söz eder. Oysa bütün bu uygarlıkların bilgisi, Sümerlerin kültüründen kaynaklanıyordu. Bu, Sümerlerin "Sözde Tanrı"larından ileride söz edeceğim.

Sümerler denilen medeniyetin asıl kaynağı, bizim "zaman" kavramımızla, birkaç bin yıldan daha geriye dayanıyor. Onların tarihi, kil tabletlere dayalı olarak oluşturuldu, bunlar da 1 9. yüzyıl itibarıyla ortaya çıkarıldı. Bu tabletlerden "Sümer Tabletleri" diye söz edeceğim. 2003'te lrak'ın işgali ve müzelerin sistematik bir şekilde yağmalanmasıyla, bu bölgeyle ilgili binlerce paha biçilmez bilgi kaynağı yok oldu. İlerideki sayfalarda bunun önemini daha iyi kavrayacağız. MÖ 1 900'de, son hanedan da yıkıldıktan sonra, Sümer tarihçileri, Mezopotamya'ya yerleşmeden ve Sümerler olarak tanınmadan önceki, uzak tarihlerini yazdılar. Daha sonra Babil'de çıkan kayıtlar, krallarının 240.000 yıl geriye gittiğini iddia etmektedir. Ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için, tufan sonrası toplumların, tufan öncesindeki ileri derecede gelişmiş toplumların bir uzantısı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Afetlerin ve uzun süren nekahet döneminin ardından, bilginin saflığı biraz bulanmıştır. Diğer nedenlere daha ileride değineceğim. Birdenbire, aynı zamanlarda, Mısır'da ve bugünkü Hindistan'da bulunan İndüs vadisinde çok gelişmiş uygarlıklar belirdi. (Eskiden nasıl yapıldığına şaşırdığımız piramitler, yapılar, bulunan fosiller ve teknolojiler düzeyinde bir medeniyetin Mısır’da ve bugünkü Hindistan’da bulunan İndüs vadisinde yeniden belirmesi!!)
(Büyük Tufan" dan sonra birdenbire ortaya çıkan çok gelişmiş uygarlıklar olan Sümer/Babil, Mısır ve İndüs Vadisi’nin çok yakın bağlantılı uygarlıklar olduğunu belirtmektedir.)

Felaketlerden önce, ortak bir din ve bilgiye dayalı küresel bir toplum vardı. Sarsıntılardan sonra, bu toplumun yerini birbirinden tecrit olmuş topluluklar aldı. (Kendi böldü, kendi istediği yönde birleştirecek.) O zaman orijinal bilgi farklı şekillerde ifade edildi, değişti ve bin yıllık dönem içerisinde etkisi azaldı. Ancak hala, çeşitli kültürlerdeki sayısız mitoloji, isim ve ritüellere bakacak olursanız ortak temaları görürsünüz. Ben de bunu, Afrika Zulu kabilesinin şamanı olan Credo Mutwa, birkaç kez benim için "kemikleri atınca" gördüm. Credo'nun, bir sepet dolusu, hayvan kemiklerinden oyularak yapılmış çeşitli sembollerden oluşan malzemeleri vardı. Bunları yere attığı zaman oluşturdukları şekle göre geleceği okuyordu. Avrupa'da üzerinde eski Germen yazısı olan taşları ve Tarot kartlarını hatırladım. Aynı bilgi farklı şekilde ifade ediliyordu. Bu ortak anlayışın kaynağı, daha önce de belirtmiş olduğum gibi her şeyin titreşen bir enerjisinin olduğu idi. Katı görünse de, daha derindeki seviyelerde farklı frekanslarda titreşiyorlardı. (Sicim teorisi ve kuantumu kendi amaçlarına giden yolda kullanmaya çalışıyorlar.)
Aynı şey, insan vücudu, akıl ve duygulara için de sözkonusu. Credo'nun attığı kemikler de titreşen enerji alanları, Üzerlerine kazılmış olan sembollerin de titreşimi var. Düşünce bir form oluşturuyor, eğer belirli bir anlama göre sembolize ederseniz o frekansa göre titreşir. Credo kemikleri atmadan önce, henüz hepsi sepetteyken, üzerlerine ellerimi koymamı istedi. Bundaki amaç, benim enerji alanımla kemiklerin enerji alanını birleştirmekti. İnsan enerji alanı, sadece o anda yer alan olayın bilgisini tutmakla kalmaz, düşünce ve duygularımız, yani titreşim durumumuz, frekansımız değişmediği sürece imkan ve olasılıkları da aynen takip eder. Zaten mesele gelecek falan değildir. Sadece o anın potansiyeli vardır, yetenekli kişiler de çeşitli tekniklerle o potansiyeli okurlar. Ellerimi sepetin üzerinde tutarken, kemikler benim enerji alanımla birleşiyor, kemiklerin temsil ettiği frekans da benim frekansıma, yani benim auram veya aurik alanıma kilitleniyordu. Benim "titreşimsel manyetizm" dediğim olay, aynı dalga boyundaki radyo istasyonlarına benzetilebilir. Kemikler, daha sepetteyken, o kişinin enerji alanı ile bağlantılıyken, hangi düzen içerisinde yayılacakları bellidir. Yani yerde iken o kişinin enerji alanını temsil ederler. Credo gibi kişiler de kemikleri değil, sizi okurlar. Kitapçıda, içinde benim için gerekli bilgilere sahip, önüme düşen çok kitap oldu.

Kitaplar enerji alanlarıdır, frekansları da, kelimelerle ifade edilen düşünceye dayalı olduğu için içeriklerine bağlıdır. Beş duyuya dayalı farkındalığım nedeniyle onları okumam gerektiği için, bilincimin/farkındalığımın daha derin seviyeleri, kitapların frekansı ile birleşmişti. Gözlerime göre, kitaplar önüme mucizevi bir şekilde düşüyordu, oysa aslında o olayı oluşturan enerjik bir birleşmeydi. Bir kitap görüp onu hemen okumam gerektiğini düşünsem veya bir şey duyup onunla ilgili bir şey yapmam gerektiğinde de aynı şey sözkonusu olur, yani titreşimsel bir bağlantı kurulur. (Kuran’ın ilk mesajı;

96:1  Yaratan Rabbinin ismiyle oku.
96:2  O, insanı bir embriyodan yarattı.
96:3  Oku, Rabbin En Cömert/Yüce olandır.
96:4  Kalem yoluyla öğretir.
96:5  İnsana bilmediklerini öğretti.)



KANBAĞI/SOY

Mezopotamya'nın önemi ile ilgili bilgilerle birleşen ve Büyük Tufan ile örtüşen bir bağlantı vardı. Tufan öncesinde belirli kan bağları oluşmuş, dünya düzene girdikçe de gelişmişti. Bugün dünyayı yönetiyorlar. Amaçları her şeyi ve herkesi kontrollerinde tutmak. "Elit kan bağı" Tufandan önce dünyanın her yerine yayılmıştı, Tufandan sonra da, Güney ve Kuzey Amerika, Mısır, İndüs vadisi, Çin ve Sümer gibi gelişmiş uygarlıklarda da boy gösterdi. O zaman da dünyada önem taşıyorlardı, ama Sümer Mezopotamya'dan kaynaklanan kan bağı olan "elit" ailelerin çok özel bir önemi var. 2003'te lrak'ın işgal edilmesinin ardında petrol, Ortadoğu'nun kontrolü gibi amaçlardan başka tarihsel ve başka nedenler de mevcut. Bu vesile ile lrak'taki müzelerden çok önemli kil tabletler de yağmalandı, çünkü insanlara yutturulmuş olan tarihin sahte olduğu ortaya çıkacaktı. (Irak’ı işgal edip yağmalayan bu güçler, bu adamı yönlendiren güç aynı güç neyin doğru bilgisi!?)
Bu kan bağlarının kaynağı ile ilgili konuyu daha ilerideki sayfalarda ele alıp, neden kendilerini "özel" bulduklarına değineceğim, ama şimdi bana verilmiş olan sıra çerçevesinde anlatmam gerekiyor. (Ona verilmiş sıra!?)

"Elit" kan bağları, eski toplumların liderleri, kral, kraliçe ve imparatorları oldular. Yönetmeyi kendilerinin hakkı olduğunu düşünüyorlardı, peki neden? Kan bağları yüzünden ... Hiç düşündünüz mü, neden kraliyet ve aristokrat aileleri kendi aralarında evlenirler? Aynı şey banka, iş ve medya topluluklarında da sözkonusudur. Nüfusun diğer kısmında olmayan genetik şifreyi korumak isterler, çünkü kendi aralarında evlenmezlerse kan bağları sulanır. Bugün hala kan bağları nedeniyle ülkenin başında olan kral ve kraliçeler mevcut. House of Windsor ailesini ele alalım, (aslında Alman Saxon-Coburg-Gotha). Kraliçe Elizabeth II, Buckingham Sarayı'nda aile kan bağları nedeniyle oturma hakkına sahip, oysa bu, monarşiyi gezegendeki en ırkçı kurum yapıyor, çünkü İngiltere ülkesinin başı, ancak beyaz ırktan olup, aile kan bağları Protestan Hıristiyan bir asilden gelir. Bu, ırkçı ve dini ayırım yapılmaması için her gün yeni kanunlar çıkaran bu ülkede, yapılıyor. İnanılır gibi değil, ama doğru.

Bir gün İngiltere'nin ırk eşitliği komisyonunun web sitesini ziyaret ettim (şimdi farklı bir adı var) iş başvurularında, ırkçı ayırımını yasaklıyorlar. Halktan araştırma yapıp örnekleri bildirmelerini söylüyorlardı, ben de Kraliçe'yi ve monarşiyi şikayet ettim ve komisyonun başı olan Trevor Phillips'in böylesine ırkçı bir kurumdan, neden İngiliz İmparatorluğu'nun nişanını kabul ettiğini sordum. Komisyon avukatından aldığım cevapta sorunun anlaşılamadığı, dolayısıyla da araştırılamadığı bildiriliyordu. Tarih boyunca, bugüne kadar kan bağı olan aileler için ayrı, başkaları için ayrı kanunlar vardır. (Fransız ihtilalinde de, Arap baharında da, dünya savaşlarında da iki taraflı oynayan şeytan avaneleri yine ırkçılık konu olduğunda iki taraflı oynuyor. Kendisi üstün yaratıldığını düşündüğü için girdiği günah nedeniyle huzurdan atılmış ancak şimdi kendi adamına ırkçılığın kötü bir şey olduğunu söyletiyor. Tam bir fesat!)

Sümer İmparatorluğu, Babil İmparatorluğu oldu ve imparatorluk terimi, her nerede yerleşmişlerse Mezopotamya'daki aile kan bağlarını izledi. MÖ 3000 itibarıyla denizden ve karadan uzun mesafeler katettiler. Önemli hedeflerden birisi de Avrupa, özellikle İngiltere'ydi. İşte bu nedenle İngiltere'deki klasik semboller Ortadoğu'dan veya şimdi Türkiye olan Küçük Asya'dan gelir. Buna, beyaz zemin üzerindeki kırmızı haç ile İngiltere'nin bayrağı, İngiltere'nin azizi St. George, hatta İrlanda ve İskoç gaydaları da dahildir. Denizler aşıp gidenler Sümerler, Mısırlılar, Fenikeliler, Danaanlar ve daha başka birçoğu, ama aslında hepsi aynı insanlardı. Liderleri ise kesinlikle kan bağı olanlardandı, çünkü hepsi aynı orijinden geliyordu. Arkalarındaki güç ile birlikte, politik ve ezoterik bilgileri ile İngiltere ve Avrupa' da büyük taş daireler ve yapılar yapmış olanlar hep bu insanlardı.

Bu özel yerler Stonehenge, Avebury, Brittany'de Camac, Fransa ve 3000 dikili taş ve esrarengiz yuvarlak kuleleri ile İrlanda. Taşları manyetik enerji içeren ley hatları veya meridyenlere, Güneş'e ve Ay'a göre dizmişlerdi ve yeryüzünün içlerine nüfuz ediyordu. Sümer ve Babil toplumları bitince, halkları başka yerlere göç ettiler ve anlaşılan bu göç etmiş oldukları yerlere, Christpher Columbus'tan binlerce yıl önce gittikleri Amerika da dahildi.

Columbus, kan bağı olan soyun bir ajanıydı ve nereye gittiğini gayet iyi biliyordu. İddiaya göre Hindistan'ı ararken Amerika'yı bulması hikayesi tarihte ve günümüzde yer alan olayları gizlemek amacıyla uydurulmuştu. (Bu anlatılanların da uydurma olduğu gibi)
Roma'yı ve Roma İmparatorluğu'nu kuranlar, hepsi birbirine bağlı olan Sümer, Babil, Mısır soyuydu. Bugün dünya hala Roma Hukuku ile yönetiliyor. Daha sonra Roman kilisesini kurdular, bu da yeniden adlandırılmış olan Babil diniydi. Roma imparatorluğu, soyunu Kuzey Avrupa'ya taşıdı, evlenerek Mısır'daki soy ile birleşti ve Tufan öncesi uygarlığı oluşturdu. Romalılar ve diğerleri ile birlikte Avrupa'ya gelen bu ırk karışımı ile yeni gelenler, Avrupa'nın asil aileleri, yani aristokratlar oldular. Yani aslında Sümer, Babil, Mısır ve ötesinin aristokratları idiler. Güçlerinin ana merkezleri ise Roma ve Londra veya Babilondon idi. Bu şehirler bu soyun kontrol merkezleri oldu. Vatikan ise şebekesi ile Avrupa'daki bütün ülkelerde Hıristiyanlık adı altında her şeyi kontrolü altında tutuyordu. İnsanlar/halk isyan edip diktatörlüğe karşı çıkınca yeraltına çekilip politika, bankacılık, iş dünyası, askerlik, bilim, tıp, eğitim ve benzeri işlerle ilgilenmeye başladılar, bugün de bulundukları yerler bunlar. House of Windsorlar gibi bazı kraliyet aileleri hala yaşıyor, ama bu yöneten elitlerin çoğu, politik ve ekonomik sistemin içinde gizli olarak yer alıyorlar. Hala taç takarak veya işadamı kıyafetiyle, kendilerini "Özel", "Üstün" ve "Asil" olarak görüyorlar. Sümer, Babil ve Mısır soyu, Avrupa koloni imparatorlukları ile globalleştiler. Üzerinde güneş batmayan İngiliz/Britanya İmparatorluğu, egemenlik ve işgal açısından oldukça genişlemişti. Sümer, Babil, Mısır ve Britanya İmparatorlukları hep aynı gücün farklı ifadeleriydi ve amaç hep global işgal ve kontroldü. Karargahlarını nereye kurmuşlarsa, ardından imparatorluğun gelmesi hiç tesadüf değildi. İtaat, kontrol ve egemenlik takıntıları sürüyordu. İngiliz İmparatorluğu ve daha küçük diğerleri, Fransa, İspanya, Almanya, Belçika, Portekiz ve diğerleri bu soyun, gizli cemiyetler şebekesi ile birlikte dünyaya taşınmasına izin verdi, dalkavukları ve bütün ajanlarını güçlü mevkilere getirdi. Gizli cemiyetlerin bu şebekesi Altın Çağ'ın sonraki aşamalarında Atlantis ve Mu'da kurulmuş olup, Tufan öncesi zamana dayanır.

Atlantis ve Mu'nun batışındaki kötü izlenim, bu gizli cemiyetlerin ardındaki kara rahiplerden gelir. Atlantis ve Mu, Tufandan sonraki dünyada, özellikle Sümer, Babil ve Mısır'da, "Sırlar Okulları"yla devam ettiler. Tabii ki bütün bu sır okulları kötü amaçlı değildi, ama bu soyun versiyonları kötüydü ve zaten iyi olanları da içlerine çektiler. Farmasonik tarihçi Manly P. Hali, Atlantis'in kara rahipleri, "Sır Okulları"nın kontrolünü ellerine geçirdikleri zaman Mısır'da ne olduğunu şöyle anlatmaktadır. Her yerde aynı hikaye vardı:

Eskilerin törensel büyüleri hep kötü olmamakla birlikte, içlerinden sahte kara büyü okulları da çıkıyordu ... Atlantis'in kara büyücüleri, ilkel sırların ahlakını yozlaştırıp tümüyle ele geçirinceye kadar insanüstü güçlerini kullanmayı sürdürdüler. Önce başlayanların işgal etmiş olduğu pozisyonları ele geçirip, spiritüel iktidarın gücünü aldılar.

Kara büyü, devletin dinini etkiliyor, kişinin entelektüel ve spiritüel faaliyetlerini felç ediyordu. Firavun, rahipler tarafından seçilmiş olan Kızıl Konsey'in elinde kukla oluyordu. Altın Çağ'ın sonraki döneminde bunlar olmuştu. Sonra bugünün dünya dinleri! ile gizli cemiyetler ağı oluştu. Gerçeğin aslı hakkındaki bilgi ve bu konunun manipüle edilmesi, iyi ya da kötü değil, bunun nasıl kullanıldığı önemli … (Zaten okuyanın bilinç altına verdikleri mesajlarla kendi kendilerini rahatlıkla açık ediyorlar. Ayık olunması yeter!)

Bu soy, bu bilgiyi ele geçirdi ve insan nüfusunu tuzağa düşürdü. Bu soyun kontrolündeki Avrupa İmparatorlukları, bir ülkeyi ele geçirdikleri zaman, o eski bilgiyi taşıyan veya vakıf olan şamanları öldürttüler. Hıristiyanlık, "Şeytan"ın ajanlarını yok etmeyi haklı göstermek için bir araçtı. Aslında eski bilginin yayılmasını önlemek için bunu bahane ediyor, böylece yerine hayatın sahte versiyonunu koyuyorlardı. Zamanla bu aile kan bağları veya soy çok güçlendi ve bilgiyi tamamen ele geçirirken, insanlar da alabildiğine cahil bırakıldılar. Birçok Hristiyan'm "gizli" anlamına gelen "okült" bilgileri, sadece "Şeytan'ın işi" olarak nitelendirdiğini duyuyorum. Oysa bu sadece, seçime göre "iyi" veya "kötü" olarak kullanılacak bir bilgi! Bunu anlamaktan kaçındıkları için de, bu bilgileri kötüye kullanan kesim tarafından kontrol ediliyorlar. Bu "Soy", kendi bildiklerini, insanların bilmesini istemiyor. Buna bağlı olarak, birçok Hıristiyan ve birçok başka kesim, dini inançları yüzünden hiç bilmemeyi tercih ediyor. Din, akıl ve algılamayı kontrollerinde tutma açısından çok güçlü bir araç.

Gizli cemiyetlerin mensuplarının çoğunun, böyle bir İllüminati derecesinin olduğundan bile haberleri yok. Kendi gizli cemiyetlerinin en yüksek noktasının o olduğunu sanıyorlar. Asıl programın veya amacın ne olduğunu bilmiyorlar, çünkü "bilgi", farklı derece, grup ve semboller labirenti içerisinde birçok bölüme ayrılmış. Sembolleri yanlış yorumlarsanız hiçbir şey anlayamazsınız, çünkü asıl "bilgi"nin, sadece o belirli soydakilerde kalması için, düşük derecedekiler sistematik olarak yanlış 
yönlendiriliyorlar. Gizli cemiyetler, hükümetler ve şirketlerin içerisinde "Dışlanmışlar"ın olması gerekiyor, çünkü global programlarının gelişmesini sağlamak için yeterli sayıda değiller. Gizli cemiyetlerin içerisinde, dışarıya karşı masum bir görüntü yaratmak amacıyla onları özellikle "bilgisiz" tutuyorlar, böylece kendi bildiklerini onların öğrenmesini engelleyen bir yapı oluşturuyorlar. İllüminati, gerçeği her zaman karmaşık bir derecelendirme, seviye, çelişki, mistik ve yalanlar kompleksi içerisinde gizliyor. (Kendi amaçları için büyük dünya olayları kurgulayıp bir anda bir çok insanın canını feda edebilen, bunu gözden çıkarabilen insanlardan kendi üyelerine ve kurdukları sisteme bir taşlama geliyor.)

Neler olduğunu çok az kişi anlayabilsin diye, her şey çok bölüme ayrılmış. Bu soyun kendi şebekesi için kullandığı isim İllüminati, ama aslında isim kullanmayı tercih etmiyorlar. Bu da keşfetmeyi iyice· güç kılıyor. Birçok kişi, binlerce yıl öncesine dayanan gizli cemiyetler soy şebekesi olan İllüminatisiyle, 1776'da resmi olarak kurulmuş olan Bavyera İllüminatisini karıştırıyor. Bunun, birçok dünya olayında önemli etkileri olmuştur. Fransız İhtilali de buna dahildir, ancak Bavyera İllüminatisi şebekenin kendisi olmayıp, sadece ağın bir ipliğidir.

Komünizm olsun, faşizm olsun, ırk ayrımı olsun, koloni yönetimi olsun, bir diktatörlükte yaşıyorsanız en azından nerede duruyor olduğunuzu bilme avantajına sahipsinizdir. Kontrol edildiğinizi, biraz da sizi kimin kontrol ettiğini bilirsiniz. Bu tür bir diktatörlük sonsuz değildir, gereken cevabı gerçekleştirecek olan birliğin sağlanması biraz zaman alsa da, önünde sonunda özgürlük arzusu o diktatörlüğün sonunu getirecektir. İnsanlara dört beş yılda bir seçim hakkı sağlanarak özgür oldukları illüzyonu veriliyor, oysa perde arkasında gölge hükümet veya partiyi yöneten aynı azınlık. Demokrasi "çoğunluğun yönetimi" olsa da, aslında bir tiranlık. Özgür ve açık bir toplumun sis perdesinin ardına saklanan bir azınlığın diktatörlüğü. Ömeğ'n, oğul Bush ve Obama, kesinlikle aynı kişiler tarafından kontrol ediliyorlar, çünkü teorik olarak Beyaz Saray' da Demokratların veya Cumhuriyetçilerin olması hiç fark etmiyor.

Ana fikir, çok derinden kontrol edilmelerine karşın, insanların kendilerini özgür hissetmeleridir. Kendini özgür hissedersen, özgür olmak için isyan etmezsin. Bir hücrede oturursan demir parmaklıkları görürsün, hapishanede olduğunu anlarsın, ama yine hücrede olup parmaklıkları görmüyorsan, o zaman istediğin zaman dışarı çıkabileceğini düşünür, kendini özgür sanırsın. Bunu kimse yapmaz. Hükümetler sürekli olarak özgürlükten bahsederler, çünkü amaçları, demir parmaklıkları olmayan hapishaneyi satmaktır. Anlamamız veya görmemiz şan, şöyle ki, bir avuç o soydan kişilerin kontrol ettiği, tek partili bir diktatörlük ile yönetiliyoruz. (Büyük bir yalana inandırmak için söylenen 99 doğrudan birini burada da alıyoruz.)

Şimdi "özgürlük savaşları"nın çoğunun, neden hep aynı koloni güçleri tarafından tasarlandığını biliyoruz, çünkü parmaklıkları olmayan hapishaneyi başlatmak için kendileriyle savaşılmasını istiyorlar. Amerika'daki, Eski Baston Çay Panisi denilen olay, İngilizlerin çay vergisini protesto etmek amacıyla Amerikan kolonilerinin isyan etmesi şeklinde tarihe geçmişti, oysa tamamen, Amerikan kolonilerini isyana teşvik için planlanmıştı. Mohawk Kızılderilileri gibi giyinmiş adamlar, malum soyun kontrolündeki gemilere çıkıp, 342 sandık çayı Boston Limanı'na dökmüşlerdi. ( En Büyük Sır kitabıma bkz.) Bütün olay, Londra, Great Queen Street'deki Mother Lodge/Ana Loca'daki Masonlar tarafından planlanıp yürürlüğe sokulmuştu. İngiltere'yi yöneten, İngiliz veya Sümer-Babil-Mısır soyu, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı başlattı ve gölgelerin arasında yürüttükleri diktatörlüğü iyice güçlendirdiler. Bağımsızlık savaşından sonra da, sözde anık "eski" sömürgeleri olan ülkede, farklı isimlerle kendi soylarından olan kişileri ve gizli bir cemiyet şebekesi bıraktılar. Böylece istedikleri kişileri güçlü yerlere getirerek, yine istedikleri şekilde manipüle edeceklerdi. İngiliz
elit grup ile aynı soyun talimatlarıyla Avrupa'daki hükümetler de, bunu bütün sömürgelerde yaptılar. Bugün hala sürmekte olan Afrika'nın bağımsızlığı hareketi, aynı soyun manipüle etmesinden kaynaklanır, çünkü seçmiş oldukları Afrikalı liderler, hep onların dümen suyunda hareket ederler. Zimbabwe'deki Roben Mugabe buna çok iyi bir örnektir.

Onun tiran yönetimi, o günün İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Carrington ile Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ın dayatması ile desteklenmişti, çünkü her ikisi de aynı soy şebekesindendi. Afrika da, Amerika dahil eski sömürgeler de, hiçbir zaman özgür olmamışlardır.

Görünürdeki yönetimin yerini, perde arkasındaki daha da uğursuz bir yönetim, fiziksel işgalin yerini de, finansal işgal alır. İnsanlar hayatlarını, bir algılama hapishanesinde yaşıyorlar, soylu "elit"in amacı da sonsuza kadar onları burada tutmak. 

Çalışan kimselerin çoğu, dünyayı köle etmek isteyen bu müthiş komplonun bir parçası olduğunu bilmez. (Aynı senin gibi!) Sadece yaptıkları ne ise o bilgiye sahiptirler, daha fazlasına değil. Gizli teknolojiyi inşa etmek için kullandıkları da aynı tekniktir. Farklı bölümlere, farklı kişiler yerleştirilir ve hiçbirisi bir şey bilmez. Sadece bu bölümleri bir araya getiren çok az kişi gerçek bilgiye sahiptir. Bu teknik, "bölümlere ayırma" veya "bilme ihtiyacı" olarak bilinir.

İllüminati şebekesi kocaman bir örümcek ağına benzer. Örümceği temsil eden faaliyetteki gölge kişiler, "House of Rothschild" bankacılık hanedanıdır . Ağdaki, oldukça önemli kuruluşlardan birisi de, Round Table/Yuvarlak Masa adlı gizli bir cemiyettir. Bu cemiyet, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Rothschild ailesinin bir ajanı olan Cecil Rhodes'un liderliğinde Londra'da kurulmuştur. Cecil Rhodes, bütün Afrika'yı Rothschild ailesi ve İllüminati için yağmalamıştır. Şimdi Zimbabwe ve Zambia olarak tanınan ülkeler, eskiden Rhodesia/Rodezya olarak, onun adı ile anılırdı. Bu "Yuvarlak Masa" 20. yüzyıl boyunca "Think tank" organizasyonları kurdu, bunu hala da sürdürüyor ve gözünü bu kuruluşların üzerinden hiç ayırmıyor. Think tank'ler, bu "Elit soy"un dünyayı istediği gibi manipüle etmesi için uygun birer kanaldır. Round Table'ın uyduları arasında; 1920'de kurulmuş olan Londra'da Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü/Royal lnstitute of lnternational Affairs, ABD' de 1921 'de kurulmuş olan Dış ilişkiler Konseyi/Council on Foreign Relations, 1954'te kurulmuş olup Avrupa, Kuzey Amerika ve bütün dünyada faaliyet gösteren Bilderberg Grubu/The Bilderberg Group, 1968'de kurulmuş olan ve çevre hareketlerini manipüle edip insanların sebep olmuş olduğu "küresel ısınma yalanı"nı satan Roma Kulübü/Club of Rome ve 1973'te kurulmuş olan asıl ilgi odağını Avrupa, Amerika ve Japonya gibi gösterip, küresel erişimi bulunan Üçlü Komisyon/Trilateral Commission bulunmaktadır. 1945'te kurulmuş olan Birleşmiş Milletler de, 1957'de kurulmuş olan Avrupa Ekonomik Topluluğu/European Economic Community veya şimdiki adıyla European Union/Avrupa Topluluğu da bu şebekenin birer oluşumudur. Avrupa Topluluğu, 1957'de Roma Antlaşması aracılığı ile kurulmuştu. Bu "Yuvarlak Masa" gruplarının üyeleri ve katılımcıları ulusal hükümetlerde, Avrupa Topluluğu'nda ve NATO' da anahtar pozisyonlarda görev yapmakta olup, bankacılık, iş dünyası, medyada da yer almaktadırlar.

Bu da merkezi koordinasyon yoluyla ortak bir strateji geliştirilmesini sağlamaktadır. (Hapishanenin demirlerini silen illüzyonlar yaratan bilgiler veriliyor.)

Burada anahtar kelime olan "bilgi almak", tabii ki "talimat almak" anlamına geliyor. Başkan Jimmy Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Zbigniew Brzezinski, Barack Obama'nın da mentoru olup, David Rockefeller ile birlikte Yuvarlak Masa, Üçlü Komisyonunun/Trilateral Commision'ın kurucusudur. Rockefeller Ailesi, Sümer soyundan gelmiş, emirleri aldığı Rothschild ailesiyle karışmıştır. Rockefeller'ların rolü, ABD'nin alt kuruluşlarını yönetmektir. Vatikan'ın servetini Rothschild ailesinin yönettiğini veya Çin hükümetinin finans danışmanının Rothschild olduğunu kaç kişi bilir?

Fabian Cemiyeti, tamamen bir gizli cemiyet olup, 1900'de, İngiltere'nin İşçi Partisi'nin kurulmasının arkasındaki güçtür, hala da öyle. Önceki Başbakan Tony Blair, bir Fabiancı olup, tam bir paravan kişidir. 1995'te, selefi olan John Smith'in ölümünü takiben onun İşçi Panisi'nin liderliğine getirilmesinin ardında Fabian Cemiyeti vardır. Blair, Fabian planına kazandırdığı müthiş ivme ile on yıl Başbakanlık yaptı. Blair'in 1 997'de seçilmesi ile birlikte, yaklaşık 200 Fabian üyesi İngiliz Parlamentosu'na girdi.

Bugün İşçi Partisi'ni kontrol eden güç, Peter Mandelson, Fabian Cemiyeti'ne son derece yakındır. Fabiancılar İşçi veya Sosyalist partilerle sınırlı değillerdir. Organizasyon, bütün politik yelpazede Fabian/İllüminati işbirliği ile manipülasyon yapıyor, dolayısıyla politik partilerin birbirinden farklı olduğunu söylemek mümkün değil. Dört Fabiancı; Sydney ve Beatrice Webb, Graham Wallas ve George Bernard Shaw, bir İllüminati üniversitesi olan London School of Economics/Londra Ekonomi Okulu'nu kurdular.

Bu okulda okumuş olan en önemli öğrenciler arasında multi milyarder finansör David Rockefeller ve George Soros gelir. Oğul Bush yönetimindeki "teröre karşı savaş"ın kışkırtıcısı, "yeni muhafazakar kabalı"ndan Richard Perle ve Başkan Kennedy de bu okulda okumuştu, inanılmaz sayıda dünya lideri, politikacı, hükümet danışmanı, yönetici ve gazetecinin, bu okul ile bağlantısını göreceksiniz. Tıpkı Oxford ve Cambridge üniversiteleri gibi, burada İllüminati malı olan ya da olacak olan kişilerin yetiştirilmeleri sağlandı.

Birçoğunun bundan haberi bile yok. Fabiancı Tony Blair, kendisi gibi London School of Economics'ten mezun olan Cherie Blair ile evli. "Tapınak" adıyla tanınan Tapınak Şövalyeleri kontrolündeki hukuk merkezinde hukukçu olarak yetiştirildiler.

Avustralya Başbakanı Bob Hawke da, denizaşırı birçok ülkedeki liderler gibi bir Fabiancıydı. Avustralya İşçi Partisi Senatörü Chris Schacht'in bir konuşması sırasında yirmi yıllık bir Fabiancı olduğunu belirttiği ve "Haberiniz bile yok, biz Fabiancılar CIA, KGB, MiS, Avustralya İstihbarat Örgütü/ASIO, IMF, Dünya Bankası ve birçok başka organizasyonun kontrolünü ele aldık." şeklinde konuştuğu kaydedilmiş.

Plan ortaya dökülünce şu sonuç çıkıyor; dünya hükümetinin diktası, kafa kaldıracak herhangi bir ülkeye, hemen dünya ordusu NATO'yu veya Birleşmiş Milletler'in barış gücünü yerleştirecek. Ülkelerin ulusal orduları, dünya ordusunun birimleri olarak, dünya polis gücü ile birlikte çalışacak. Şimdi bu doğrultuda yol alıyoruz, mutlaka zaman içerisinde bu da şekillenecektir. Global finans kuruluşlarının yerini dünya merkez bankası, para kurlarının yerini de tek tip elektronik kur alacak, tabii bu da birçok özgürlüğü yok edecek. Bugün kredi kartınız bilgisayar sistemi tarafından reddedildiği zaman, nakit ile ödeme şansınız oluyor, ama nakit olmazsa ve bilgisayar kartınıza veya mikroçipinize "hayır" derse ne olacak? O zaman hiçbir şey alamayacaksınız, zaten amaç da bu. Global nüfusu mikroçipleme planı hakkında uzun süredir uyarılar yapıyorum. Bu, yeni doğan bebeklere uygulanıyor ve bugünlerde açık açık öneriliyor. Bu tabii ki, sadece elektronik künyeleme ve sürekli gözetleme amaçlı ama asıl amaç çok daha kötü, bunu ilerdeki sayfalarda açıklayacağım. (Hep bildiğimiz şeyler yeni bir şey yok. Bilderberg den bahsediyor.) Bilderberg belgelerinden, yeni otoriteler yaratmaktansa, bir anlaşma ile ortak pazarın gelişmesi yoluna gidileceği anlaşılıyordu. Ortak Pazar veya Avrupa Ekonomik Komitesi, İllüminati gücünün bir merkezi olan Roma' da, Roma Antlaşması ile l 957'de kuruldu. Babil Kilisesi; Sümer, Babil ve Mısır soyunun Babil Kilisesi'nin, Roma Kilisesi olarak yeniden adlandırılmış haliydi.

"Antlaşma" tekniği bildiğimiz bir taktiktir, hep kullanılır. Tıpkı 2009'daki Lizbon Antlaşması'nda
gördüğümüz gibi, şimdiki Avrupa Birliği'ni, kendi başkanı, dış politikası, ordusu, polis gücü
ve bürokratik kontrol sistemi ile tam yetkili hale dönüştürme tasarısıdır.

Doğu Avrupa'ya Avrupa Birliği tarafından yasadışı temin edilmiş olan para ile yeni bir demiryolu ağı inşa ediliyor. Gerektiğinde Dünya Ordu birliklerinin, daha doğrusu NATO'nun kullanımına açılacak. (Bu Gotthard olabilir mi? https://bit.ly/2NuXlyO)

Bu örgüt, ülke ekonomilerini bu acımasız global sistemden korumak isteyen ülkelere çok miktarda haciz getirmektedir. Amaç hiçbir ülkenin kendi kendine yeter duruma gelmemesi, dünya sistemine bağımlı olmasıdır. Bağımlılık=kontrol. Bu nedenle her yerde yaratılmış bağımlılık görüyoruz. Bereket varken, özellikle düzmece kıtlıklar yaratılıyor.

Allah’ın sistemi : Bereket=Seçenek=Özgürlük.
Şeytanın sistemi: Kıtlık=Bağımlılık=Kontrol.


Bu kriminal faaliyetin sonucu olarak bereketli dünyamızda her gün 25.000 kişi açlıktan ölüyor. Ekonomileri ve hükümetleri entegre etmedeki ikinci aşama ise, tek bir  pazar yaratmak amacıyla, Transatlantik Ekonomik Entegrasyonu anlaşmasının imzalanması ve bir Transatlantik Ekonomik Konseyi'nin kurulması.

Global toplumun tümden dönüşümü için insanların hayatlarını, hatta düşüncelerini bile kontrol edecek olan bir dünya hapishanesi ve bunu kontrolünde tutan bir devlet yapılamaz mı? Bunun büyük bir bölümü gerçekleşti bile. (Güç gösterisine izin veriliyor.)

1969'da, Dr. Richard Day, İllüminati'nin "Planlanmış ebeveynlik" cephesinin tıp direktörüydü. Bu Rockefeller ailesi tarafından, "öjenik/insan ırkının ıslahı" için desteklenen bir kurumdu. Dr. Day, New York'taki Mount Sinai Tıp Fakültesi'nde de profesör idi. 20 Mart l 969'da, 80 doktorun huzurunda Pittsburgh Pediatri Topluluğu'na bir konuşma yaptı. Herkesin teyp cihazlarını kapatıp not almayı durdurmalarını, böylece onlara gelmekte olan yeni dünya sistemini ve Amerikan sanayinin nasıl sabote edileceğini söyledi. İzleyicilerden, Pittsburgh'den bir pediatrist olan Dr. Dunegan not almayı sürdürdü ve bir dizi teyp kaydı ile verilmiş olan ayrıntıları inceledi. 2004'te ölen Dr. Dunegan şöyle demişti: "Belirtilen plana göre, dünyanın farklı bölgelerinde birleşik bir global sistemde farklı bir sanayi ve ticaret yapılacaktı.

ABD'nin sürekli üstünlüğü ile bağımsızlığı ve kendi kendine yetmesi değiştirilecekti, çünkü yeni bir yapı oluşturulacak, bunun için de önce, eski yırtılıp atılacaktı. Amerikan sanayi buna bir örnekti. Dünyanın her bir bölümünün bir özelliği olacak, böylece "uluslararası bir bağımlılık" olacaktı. ABD, tarım, yüksek teknoloji, iletişim ve eğitim merkezi olarak muhafaza edilecek, ama ağır sanayi "dışarıya" gönderilecekti. Bu onlarca yıldan beri Avrupa'da zaten var olan bir şeydi. Çeşitli ülkelerin ekonomi ve endüstrileri, kendi kendilerine yetmesin diye hedef seçilmiş, yerlerine "özelleşme" getirilmişti.

Bu, herkesin herkese bağımlı olmasını sağlıyor, böylece dünya ekonomisi tek bir kontrol merkezinden yönetiliyordu. Dr. Dunegan, Richard Day'in anlattığı planın; tıp, gıda, laboratuvar, ürünü hastalıklar ve kanser tedavisini baskılama yoluyla, bütün nüfusu nasıl kontrol ettiğini anlatmıştı. 1969'ta, "Şu anda bütün kanser çeşitlerini tedavi edebilecek durumdayız." demişti. İfşa edilmesine karar verilirse, bütün bilgiler Rockefeller Enstitüsü'nde dosyalanmıştı. Hiç düşündünüz mü, neden bu komplonun içinde olanlar bu kadar uzun yaşıyorlar?

1990'lı yılların sonunda görüşmüş olduğum bir CIA bilim adamı, halktan saklanmış olan gizli bir serum ile kanserden iyileşmiş olduğunu söylemişti. Day'in ifadesine göre, insanların kanserden ölmelerine izin verilirse, nüfus artışı yavaşlatılabilirdi. l 969 yılında kürtajın serbest bırakılacağını söylemişti. Gıda ikmali denetlenecek, böylece hiçbir şey kaçırılmayacaktı. Güvenli olmayacağı bahanesi ile kimse özel olarak yiyecek yetiştiremeyecekti. Gençler zamanlarının çoğunu okulda geçirecek, ama hiçbir şey öğrenemeyecek, aile önemini kaybedecekti.

"Elit Soy" şiddeti, pomoyu, medyada ve sinemada müstehcenliği arttıracak, bu da insanları pomoya, şiddete yöneltip, hayatın çok kısa, istikrarsız ve hayvanca olduğu düşüncesi içine girmelerine neden olacaktı. Müzik kötüleşecek, algılamayı programlamak için kullanılacaktı. Toplum iyice kontrol edilecek, halklar elektromanyetik cihazlarla künyelenecekti. Nispeten dayanıklı olan ülkelerin halkları, işsizlik ve yoğun göçlerle yok edilecek, iklim değişikliği savaş silahı olarak kullanılacak, kıtlık ve açlık yaratılacaktı.

Nüfus kontrolü, bebek sahibi olma müsaadesi, üreme olmadan seks, seks eğitimi de;ken, gençler dünya hükümetinin birer aracı haline getirilecek, vergi fonlu kürtaj, homoseksüelliğe teşvik, sekssiz üreme teknolojisi kullanılacak, ailenin önemi kalmayacak, ötenazi ile tıp imkanları kısıtlanacak, tıp kontrol altına alınacak, yaşlılar elimine edilecek, özel doktorluk kalkacak, teşhisi tedavisi zor hastalıklar üretilecek, kanser tedavisi baskılanacak, suikast amaçlı kalp krizleri artacak, dinler karıştırılacak, eski dinler gidecek, İncil'de değişiklikler olacak, okullar beyin yıkama amaçlı olarak yeniden yapılandırılacak, çocuklar okulda daha fazla zaman geçirecek, ama hiçbir şey öğrenmeyecek, "bilgi"ye ulaşım denetlenecek, kütüphanelerden bazı kitaplar kaybolacak, ahlaki ve sosyal kaos yaratmak amacıyla kanunlar değiştirilecek, şehir ve kasabalarda uyuşturucu teşvik edilecek, alkol kullanımı arttırılacak, seyahatler kısıtlanacak, daha çok hapishaneye ihtiyaç duyulacak, hastaneler hapishane olarak kullanılacak, psikolojik ve fiziksel güvenlik kalmayacak, toplum suçları artacak, nüfus ve ekonomi değişecek, sosyal kökler koparılacak, spor sosyal yönetim ve değişim amacıyla kullanılacak, eğlence yoluyla şiddet ve seks aşılanacak, implant edilen kimlik kartları mikroçipler, gıda kontrolü, iklim kontrolü, sahte bilimsel araştırmalar, terörizm, gözetleme, insanları gözetleyen televizyonlar ile totaliter global sistem gelecekti! (Hepsi şu anda olup biten şeyler.)

Şimdi uysal uysal oturup bütün bunların gerçekleşmesini mi bekleyeceğiz, yoksa ayağa kalkıp, konuşup bunları red mi edeceğiz? Bunların hepsi doğru, plan bu, çoğu gerçekleşti, gerçekleşmeye de devam ediyor! Bana rehberlik eden gizli güç, elime bilmecenin parçalarını veriyordu.(Bu adam bir kukla.)

Soyu genişletmek için her on dakikada bir seks yapacak halleri yok, onların bir "Rothschild sperm bankası" bile var.

Rothschild ailesinin, İncil'deki Yahudilerden geldiğine, dolaysıyla da Tevrat'ta, Mısır ve İsrail'den kaynaklandığına inanmaya yönlendiriliyoruz. Bu doğru değildir. Onlar Sümer kaynaklıdır ve ben, Global Komploya son vennek için David leke Rehberi adlı kitabımda bu hikayeyi bütün ayrıntıları ile vermiş bulunuyorum. Sümer ve Babiller kuzeye, Kafkas Dağlarına ve bugün Gürcistan olarak bilinen topraklara göç ettiler. Dr. Sandor Nagy, Macar Kültürünün Unutulmuş Beşiği adlı kitabında, Mezopotamya'dan, iki ayrı Sümer halkının çıkmış olduğunu anlatır. Birisi Türkiye üzerinden, bugün Macaristan, Bulgaristan, vampir efsanelerinin beşiği olan Romanya'daki Transilvanya, diğeri Karpat Havzası'nda eski Yugoslavya olan Sırbistan ve Hırvatistan. Diğer Sümer halkları ise doğuya, sonra kuzeye, Kafkas Dağları'nı aşarak Hazar ile Karadeniz arasına gittiler. Bu sonraki Sümer halkı "Hazarlar/Kazarlar" diye tanındı, yeni ülkeleri de Kazariya oldu. MS 740'ta Kazariya'nın kralı Bulan, halkı ile birlikte Musevi dinini benimsedi.

Kazariya'nın yıkılmasını takiben Musevi olan halk kuzeye göç edip, doğu Avrupa'daki Yahudi
komitelerini kurdu, çoğu da Batı Avrupa'ya kaydı. Onların arasında sonradan "Rothschild"
adını alacak olan aile de vardı. Yüzyıllarca çeşitli adlar altında yaşadılar. "Bauer" de bu isimlerden birisiydi. Kazarlar, bugün kendisine Yahudi diyen % 90'lık bir nüfusun atalarıdır ve İsrail denilen topraklarla hiçbir ilgileri yoktur. Yurtları Ölü Deniz değil, bir zamanlar Kazar Denizi olarak bilinen Hazar Denizi'dir.

Arkeolojik ve lengüistik araştırmalar, eski Filistin'in İncil'de tarif edilenden çok farklı olduğunu anlatmaktadır. Adem ile Havva da, Nuh da, İbrahim de, Musa da yoktur. Şimdi neden olmadıklarını biliyoruz. Bunlar, Sümer, Babil ve Mezopotamya'daki eski kayıtlara dayanarak yaratılmış karakterlerdi.

Filistin tarihi, "bağımsız" olarak araştırılacak olursa, bu dönem, İncil' deki İsrail hakkında zaten az olan bilgiyi iyice çürütmektedir. Bırakın efsanelerde adı geçen imparatorluğu, Birleşik Monarşi, Kudüs'ün başkent veya Batı Filistin'e egemen, birleşik bir politik güç olduğuna dair bile hiçbir bulgu yoktur. Kral Saul, Davut veya Solomon adlı kralların yaşadığına dair kanıt olmadığı gibi, en eski dönemlerde Kudüs'te bir tapınak olduğuna dair bilgiler de yoktur. Peki, bu nasıl olur? Çünkü hepsini kurgulamışlar da ondan! Büyük bir Yahudi nüfus bunu bilmez, ama Rothschild'ler ve birleşmiş oldukları aileler bilirler. Arthur Koestler gibi bazı Yahudi yazarlar, Yahudi halkının İsrail ile hiçbir bağlantısının olmadığına dair kanıtlar sunmuştur. Alfred M. Lilienthal, Amerikan Dışişleri Bakanlığı eski görevlilerinden olup, buna "İsrail'in Aşil topuğu/zayıf noktası" demektedir, çünkü bu bütün iddiaları çürütmektedir.

Koestle, 13 . Boy adlı kitabında şöyle demektedir: "O zaman ataları Ürdün'den değil, Volga'dan, Canaan'dan değil, Kafkaslardan geldi demektir. Kafkasların eskiden Aryanların yurdu olduğuna inanılırdı. Genetik olarak da İbrahim, İshak ve Yakup değil, Hun, Uygur ve Macar boylarına bağlı idiler. Eğer durum bu ise, o zaman "Yahudi karşıtı" deyiminin boş olduğu çıkar, her şey hem öldüren hem de kurban olan tarafların bir yanlış anlamayı paylaşmalarına dayanmış olur. Kazar İmparatorluğu, yavaş yavaş geçınişten ortaya çıkarken, anlaşılan tarihte hiç vaki olmamış bir aldatmaca ile karşı karşıya kalıyoruz."

Kazarlar, Hunlar, Macarlar, hep Mezopotamya'daki Sümerlerden geliyor. Macarlarda, eski bir geleneksel Hıristiyanlık öncesi kayıt, bunların Babil kralı Nimrod'un sülalesinden geldiğini anlatır. Nimrod, İncil'de Nuh'un torununun torunu olan Cush'un. oğludur. Efsaneye göre Nimrod'un iki oğlu vardır; Magor ve Hunor. Nagor'un Macarların, Hunor'un da Hunların ataları olduğu söylenir. Çok ilginç olan bir bağlantı ise, Nimrod'un İllüminati soyu ile onların satanist dinindeki Tanrı olmasıdır. Eski Bizans kaynakları ise, Macarlara "Sabir" de denildiğini, bunların Sümer ve Babil'den kaynaklandığını bildirmektedir. Eski ve ortaçağ kaynakları, İskitler, Hunlar (Kazarlar) , Avarlar ve Macarların aynı halk olduğunu anlatsa da, Macar yetkililer bunu umutsuz bir şekilde reddetmektedirler. Üstelik Sümer soyu, Uzak Doğu ve Çin'dekiler ile de evlilikler yoluyla karışmıştır. Kafkas-Çin-Türk kombinasyonu, İllüminati açısından çok önemli Kraliyet soyu üretmiştir. Kazar İmparatorluğu doğu Avrupa'daki ilk feodal devlet olup bir dizi savaşlar sonucu ve Cengiz Han'ın Moğol istilası ile yıkılmış, yüzyıllar boyunca gücünün ve etkisinin azalmasıyla Kazar halkı, çeşitli
yönlere doğru göç etmeye başlamıştır.

Kazarlar artık Yahudi olarak tanınmaya başladılar ve İncil'deki İsraillilerin soyundan geldiklerini iddia ettikleri bir tarih oluşturdular. 16. yüzyılda papalık diktatörlüğünün, 1 7. yüzyılda da Ukrayna' da Kazakların kıyım yapmaları, Kazar Yahudilerinin, Macaristan, Bohemya, Romanya ve Almanya'ya yeniden büyük çaplı göçler yapmalarına neden oldu. O zamana kadar Almanya' da hiç Yahudi yoktu. Arthur Koestler, "Böylece batıya yeniden büyük bir göç başlamıştı ve bu İkinci Dünya Savaşı'na kadar 3 yüzyıl boyunca sürecekti." diye anlatıyordu. Avrupa, ABD ve İsrail'deki mevcut Yahudi komitelerinin ana kaynağı buydu.

Bir başka Yahudi yazar, Stewart Swerdlow, Koestler'Inkinden tamamen farklı bir araştırma
zemininden bilgiler vermektedir. Bilgilerinin çoğuna, New York'ta Long Island'daki "Montauk" "Devlet-Ordu-Beyin-Kontrol Programı"na hizmet etmeye zorlandığı zaman sahip olmuştu. Mavi Kan, Gerçek Kan adlı kitabında şöyle anlatmaktadır: "Sümerler, çoğunlukla Kafkas Dağları'nda yerleşip sonra 'Kazarlar' oldular. Buradan Avrupa'ya yayılıp, Vikinglere, Franklara, Tötonik /Alman halklarına ulusal kimlik tohumları attılar.

Unutmayın Atlantis battığı zaman, kurtulanlardan bazıları Bacı Avrupa'da, Bricanya Galler'de
geliştiler. Bazıları ise Yunaniscan'a ve İtalyan yarımadasına geçti. Buralardaki insanlar, Sümerler gelmeden önce de buralarda idiler. Bu mavi soy liderleri, İncil'deki Canaanit halkı gibi, Ortadoğu halkları ile de karıştı".Bu demektir ki, uzun süredir belirtmiş olduğum üzere, Roma İmparatorluğunuı:ı "Elit" aileleri, Avrupa krallıkları ve aristokrasiyi oluşturmak üzere evlilik yoluyla Avrupa'daki bütün "Elit" aileler ile karıştılar. Yani hepsi aynı soydan geliyor.

Swerdlow şöyle anlatıyor:
"Babil, Sümerlerin geliştirdiği bir uygarlıktı. Orta Asya'ya doğru genişledi. Aslında binlerce
yıldır gelişen Mavi Kan organizasyonları, kendilerine, "Babil Kardeşliği" diyorlardı. Sonradan, Avrupa'daki gizli Atlantis-Mısır okulları ile birleşti ve Freemasons/ Farmasonlar oldular. Bazı göçmenler Bauer adını aldı, şimdi ise Rothschild olarak biliniyorlar. Aile, derhal Avrupa'daki finans ve ticaret kuruluşlarının kontrolünü eline geçirdi."

Ben şimdi burada, "Dünyayı kontrol eden bir Yahudi komplosu var." demiyorum. Demek istediğim şu: "Öncelikli ve genel olarak Yahudi halkı, bu önde gelen ailelerin umurunda bile değil. Bu soy, bütün halklara, bütün ülkelere sızmış olan bir soy şebekesinin asıl oyuncuları. Amaçları da global bir faşist/komünist diktatörlük kurup başına geçmek!"

Siyonizm; ana hatlarıyla, küresel şebekeye bağlı olarak, kutsal kitapları Babil'in kitabı Talmud ve ezoterik bilgisinin gizli geleneği de Kabala olan gizli bir cemiyettir. Bu Arapça "khabba", gizlenmek ya da gizlemek anlamına gelmektedir. Bundan, "Elit kabal"ın varlığını gizlenerek sürdürmesi gibi, çok yerinde bir anlam çıkıyor. Siyonizm, Yahudi halkının menfaati için kurulmadığı gibi, tam tersine İllüminati ve Rothschild hanedanı onları, arkasına saklandıkları bir perde olarak kullanıyor.

----------------------

Sonlara yaklaşırken kendisi ile ilgili yazıların yayınlandığı bir siteden aldığım bilgileri de analiz etmek istiyorum.


Sürüngen beynin kölesiyiz. Hepsi sürüngen beyin ile bağlantılı, dolayısıyla bu büyüden kurtulmanın bir aşaması olarak önce sürüngen beyinden kopmak lazım, çünkü sürekli olarak bizi korkuyla besliyor; “Şundan kork! Bundan kork!” Güvensizlik, anksiyete, zaten algılamamızı manipüle etmek için yapılan hep bu. Böylece bizi düşük frekanslı halde tutuyorlar, dolayısıyla algılamamız “Ay Matriksi”ne hapsoluyor.

Yapabileceğimiz şeylerden birisi, sadece günlük hayatımızda bu kertenkele beyinle bağlantıyı kesmek. Kızdınız mı, 10’a kadar sayın. Geçmedi, 50’ye kadar sayın. Hala birilerini dövmek mi istiyorsunuz, bir daha 50’ye kadar sayın. Çünkü sürüngen beyin düşünmez, sadece tepki gösterir, bu nedenle çok hızlıdır.

Oysa beyinin “neokorteks” bölümü ayrıntılı olarak uzun düşünür, bu yüzden sürüngen beyinden daha yavaş çalışır. Bu nedenle bir olay olur, sürüngen beyinimizle anında tepki gösteririz, aradan bir iki dakika veya yarım saat falan geçer, “neokorteks”imiz aklı selimle olayı düşünür ve sonra “Aman Allahım! Ben ne yaptım? Bütün onları ben mi söyledim, aman Tanrım, olamaz!” deriz.

Bu bir tepki sistemi, reaksiyon! Eğer tepki göstermezsek, duygusal tepki bütün o duygular, mesele yok, ama bu sürüngen beyin yoluyla manipüle ediliyoruz. “Sakin ol, bunda birşey yok, azıcık düşün, araştır, ne düşünüyorsun, tart!”, arkasından çözüm gelir. Bu bir problem, tepki, çözüm denklemi. İnsanlar kitleler halinde bu şekilde manipüle ediliyorlar, buradan, kafadan!

Sonra insanlar. Bakıyorsunuz, bu dünya delirmiş, çünkü sistem insanlara hizmet etmiyor, insanlar sisteme hizmet ediyorlar. Sistemi değiştireceklerini sanıyorlar, oysa sistem insanları değiştiriyor! Böylece, etkileşimin farklı yollarının olduğu, yemek ve barınak sağlamanın eski sol beyin çağındaki bilgilerini algılayamıyoruz. Yaşamanın, bundan farklı şekilleri de var! Oysa bunları düşünmek bile angarya geliyor.

(Buraya kadar verdiği doğru bilgileri şimdi güzelce pişirip GDO’lu şekilde önümüze servis edecek.)

Oysa farkındalığımızı geliştirirsek, etkileşimin farklı yolları belirecektir. İnançlarla kör olmuşuz. İnanmak! İnsan ruhunu kontrol altına almanın en önemli silahlarından birisi onların birşeye inanmalarını sağlamaktır. Bunun, o ya da bu din veya o ya da bu politik görüş olması gerekmez. Birşeye güçlü bir şekilde inandığınız sürece sizi kapanda tutar, çünkü o inanma duygusu, etrafına bir duvar örer ve o inancı değiştirebilecek bütün sınırları kapatır. Birdenbire kendinizi posta pulu gibi bir kısır ve kısıtlı bir alemde veya bir noktacığın içinde bulursunuz. Ve bu arada, son derece engin olan doğal algılama yeteneğiniz kaybolur gider! Dini bir inancınız olmuşsa, onda kurallar talimatlar vardır. İnancın çevresi duvarla örülür, “bizden olacaksan şuna inanman lazım, şuna inanırsan olmaz, yoksa sen de onlardan olursun” ve bunun gibi niceleri. Oysa hepimiz “sonsuz olasılık” ız, böyleyken kalıplaşmış inancın içinde ne işimiz var? (Oysa hepimiz sonsuz olasılık’ız mı?:))

Din zihinde olur. (İbadet etmene gerek yok yani. Erdemli işler yapmana iyilik peşinde rekabet edip koşmana hiç gerek yok!) Din sadece kiliseye gitmek değildir, çeşitli ifadeleri vardır. Zihinin de çeşitli dinleri vardır. Öyle görünmez, ama bunlar zihinin bağımlılıklarıdır.

Bu akıl. “Buna inanmalısın!” Burada tek bir olasılık var, o deyişte ne der? Sadece tek bir olasılık vardır, o da aklımız. Oysa bilinç, tek bir olasılık, dolayısıyla bildiğimiz din de bu çağ değişikliğini aşamayacak, çünkü o da akılın bir başka ifadesi. (Eski dostu bilinç yine sahnede.)

Bir hipnoz gösterisinde kişilere hipnoz uygulanıp dindar oldukları söylenmiş. Bu şekilde inananlar çoktur. Akılın, birçok hapishanesi vardır. Dinsel inanç, ırksal inanç; mesela ırkçılıkta şu var: “Benim elbisem seninkinden farklı, o halde ben senden daha iyiyim!”. Bu, “Ay”da iki astronotun, hangisinin uzay kıyafetinin diğerinden daha iyi/güzel olduğunu tartışmasına benziyor. Benimki şurada yapıldı, hayır benimki burada yapıldı, ben senden üstünüm! Bu çocukluk! Bütün bunlar o kadar çocukça ki! Bu arada ırkçı olanlar sadece beyaz ırktakiler de değil, bu öyle bir zihniyet ki, bütün ırklarda dışavuruyor. Dünyanın her yerinde ırkçılık var.

Bu ırkçı bir inanış değil, bu bir zihin hali ve birisi beden bilgisayarının, durumunun veya renginin başkalarından daha üstün olduğunu düşünüyorsa, zihni ve öğrenmesi tamamen kontrol altında tutuluyor demektir.

Politik bir inanç, kendini tanımlama inancı veya “Ben sıradan biri Joe” veya “Zavallı aciz ben” inancı, bütün bunların hepsi kaybolacak, kaybolması lazım, eğer kendimizi “Gerçek”in Titreşimleri’ne açacaksan böyle olmalı, çünkü hepsi bu kendimizi sınırlamamızla ilgili, “yani zavallı aciz ben” sınırlaması. Araştırmacıların araştırmaları, kesin inanışlar olduğu zaman beyinin, nöronları belirli bir ağ içerisinde ateşlediğini gösteriyor. Yani realite süzülüyor ve beyin nöronların ateşlediği şekildeki bir realiteyi deşifre ediyor, yani bilgiyi kendi inancını koruyacak şekilde süzüyor. Ve araştırmada görüldüğü gibi inanç sisteminizi değiştirdiğiniz zaman nöronlar farklı bir şekilde ateşleme yapmaya başlıyorlar. O zaman dünyayı farklı bir şekilde görüyorsunuz. Zihinlerimizi açtığımız bir noktaya ulaştığımız zaman bir “biliş” haline geçiyoruz. Aklımızın inanışından öteye biliş bilincine geçince, erim, algılama ve anlayış ve farkındalıkla erişiminiz ötelere geçiyor. Kendimizi bilincimize açarsak herşey değişiyor, bunu yapmak için boş bir kağıda ihtiyacımız var. Mesele yeni birşeyler öğrenmek değil, eğer varlığımızın o seviyesine geçebilirsek o zaman herşeyi biliriz. (Vaatler vaatler hep bir Tanrı’ya özenme, onun sıfatlarının peşinde koşma…Allah bilendir, bilgedir.) Aslında mesele, bizi o seviyemize geçmekten alıkoyan programı silmek! (Sen ve senin gibi olanlar silmekte özgürsünüz, hesap günü geldiğinde doğru ve yanlış Yargı Gününün Sahibi tarafından birbirinden ayrıldığında her şey aşikar olacak.
11:121  Gerçeği onaylamayanlara de ki: "Elinizden geleni yapın, biz de yapacağız."
11:122  "Sonra bekleyin, biz de beklemekteyiz."
11:123  Göklerin ve yerin gizlilikleri ALLAH'a aittir. Tüm işler sonunda ona döner. O'na hizmet edin ve O'na güvenin. Rabbin onların yaptığından habersiz değildir.)


Benliğimizin derinliklerindeki asıl olan biz, “bütün olasılık” ile bütün önyargılı düşünceler veya peşin hükümleri salmak için boş bir kağıda ihtiyacımız var. Önsezisel biliş, neyi düşüneceğimizi ve ne hissedeceğimizi bilir. “Bu asla mümkün olamaz!" düşüncesi yerini, “bu koşullara, bu bilgiye ve hissettiklerime bakılırsa görelim bakalım mümkün olacak mı?” düşüncesine bırakır. Ve birden “hayır, bu mümkün değil!” demeyi bırakır, hemen tepki göstermeden “bir bakacağım” demeye başlarız. Kendi deneyimimden biliyorum, başlangıçta çılgınca görünen birşey, çok derin boyutlara erişebilir, çünkü bizler “bütün olasılık”ız. Eğer “bu mümkün, bu değil” şeklinde düşünüyorsak benliğimizin derinliklerinden hareket etmiyoruz demektir. Kendimizi kısıtlayıp “akıl” alemine girmişizdir.

İkincisi; zihinsel köle olmaya karşı özgürlüğü seçmek ve o özgürlüğe kavuşmak için hazır olmak. (Bu çalışmaların hepsinin amacı zihinsel olarak insanoğlunun çöküşüne zemin hazırlamak.) Bunu seçtiğimiz zaman enerji alanımızda bir değişim olur. Bu değişim yer alırken, buna ben manyetik çekim diyorum, insan vücudunun enerji alanı zihinsel, duygusal, hatta ruhsal varlık halimizin titreşimsel ifadesi, kendine senkronize olduğu titreşim alanlarını çeker. Bunlar kişiler, yerler, konumlar, hayat tarzları, iş, fırsatlar veya tam tersi olur. Bu değişim yer aldığı zaman, niyet özgürlükse, köle olmamaksa, kim ve nerede olduğumuzu anlamaksa, bu enerji değişikliği ile kendimize yeni kişiler, yeni yerler, yeni fırsatlar vs çekeriz. Böylece eskisinden farklı bir titreşim hali ile senkronize oluruz.  https://bit.ly/33BtedM

("Kuantum Teorisi, Tek Bilinç, Kuantum Düşünce- Yeni Dünya Dinine Hoşgeldiniz!" başlıklı yazıma göz atmanızı öneririm. https://bit.ly/2MqoYIl )

David Icke’nin bir konferasında yaptığı konuşmadan alıntıladığım sözleriyle, bu adamın ve partisinin asıl amacını iyice gözler önüne sermek istiyorum.

“İşte kendine elit diyen ırk size bunları yapıyor şimdi ayaklanma zamanı, ezilen tüm halklar ortak bir amaç ve aynı çatı altında birleşsin. Bu birleşme gerçekleştiğinde bütün bu insanlar kendilerini ezen bu hiyerarşinin aynı hiyerarşi olduğunun farkına varacaklar. Bu insanların birleşmesi onların korkulu rüyası.”

Bu adam bir kova içme suyunun içindeki iki damla sidikten ibaret bir hitabet ile insanları kendi (şeytanın) partisinin çıkarlarına doğru topluca sürüklerken farkında olduğu veya olmadığı bir büyü, sihir ya da başka kötü güçlerin etkisiyle ele geçirilmiş olduğu için farkında olmadığı ancak ele geçirilmeye razı olduğu yaratıklarla birlikte yanacağı fırına odun taşımaktadır. Şeytanın planı zayıftır. Bugün size bunu bir daha kanıtlamaya çalıştım. Eğer gerektiği kadar okursak veya analiz eden, düşünen bir insan olmaya çalışırsak, doğru ve yanlış arasındaki farkı algılayabilmek için bizi yaratandan destek istersek, hiçbirimiz bu ateşe odun taşımayız.

Allah her şeyi ikili, çiftli bir sisteme göre yaratmıştır. İyi varsa kötü de vardır ve niteliğini sergileyecektir. Bedenlerimiz bu savaşta zarar görebilir, yıpranabiliriz, yavaşlayabiliriz, yara alabiliriz ancak ilerlemeliyiz. Bunu bir bayrak yarışı olarak düşünebiliriz. Ben veya bir başkası gücümüzün yettiğince mücadele ettikten sonra yara alıp, yavaşlayabiliriz ancak önemli olan mümkün olduğunca iyiliği bir sonraki insan nesline taşımak. İnsanoğlunun kendine ve en önemlisi onun yaratıcısı olan Tanrı’sına ihanet etmemesi için çabalamak topluca kurtuluşa ermemiz için en önemli koşuldur diye düşünüyorum.

Şeytan, insanların yaratılışından bu yana dünya halkları için nefretle hazırladığı planını hayata geçirmek için durmadan çalışıyor. Bunun için en önemli silahları hipnoz, sihir, büyü, cinlerden ve insanlardan kötülüğe meyletmiş gruplar ve yanlış bilgilendirme. İnsanlar doğru ve yanlış bilgi arasında yeterince bocaladıktan sonra gerçeğin ne olduğunun bir önemi kalmadığı ana yaklaşacak, işte o zaman beyni ile düşünemeyen insan sadece hisleriyle hareket edecek. Kandırmacalarla gerçekleri birbirine karıştırmış hale gelmeleri sonrasında, özüne ihanet eden bir son ile de şeytanın planının kölesi olacak. Amaç bu. Yeni dünya düzeni ile toplumları tek bir toplum yapmak. Bu nedenle uzaydan gelen tehlikeler ya da insanlık dışı yaratıklardan gelmesi beklenen tehlikelerle insanlar korkutuluyor.

İnsanlığın bugüne kadar gelen bilinci ile oynanarak yeni bilgiler veriyormuş gibi aydınlatma kisvesinde insanlığın çöküşüne hazırlanıyor. Ancak ülkeler ve büyük silah güçlerinin dışında güçlerden gelecek tehlikelerde dünya toplumları birlik olur. Çok büyük yıkımlardan sonra dünya halkları birlik olur ya da çok büyük hedefler doğrultusunda, mesela uzay görevlerinde dünyada birbirini yiyen bir çok ülke insanları birlikte çalışmaktadırlar.

İnancı kuvvetli olmayan insanların bilgiyi, en ayrıntılı şekilde ve objektif olarak analiz etmesini, masal ile gerçeği ayırt edecek bir zeka ile kuşanmasını, Kuran’ın tabiriyle “gerçekten inanan” kişilerin Kuran ile olan bağlarını hiç koparmadan, son nefeslerine kadar akıllarını kullanarak okuyup, ilim-bilim yapıp, sevgi dolu bir dille toplumları uyaracak hale gelmelerini umuyorum.

Bir toplum kendisini değiştirmedikçe Allah’ın da onların durumunu değiştirmeyeceğini unutursak, iyilikten çok kötülük için gece gündüz çalışan bu toplulukla birlikte ateşe sürüklenmekten kurtulamayız. Bizleri aklı hür, bedeni hür özgür bireyler olarak yaratan Evrenlerin Rabbi’ne teşekkürümüzü ancak iyiliği seçerek özümüze ihanet etmeyerek gösterebiliriz. İyiliğin karşılığı, yalnızca iyilik değil midir?

Başka bir yazıda görüşmek dileğiyle. Hoşça kalın!

Yazarın diğer kitapları: 





Yorumlar