Tanrı Geni veya Tanrı Başlığı


Merhaba,


Önceki yazımda söz verdiğim gibi [ http://bit.ly/2pFyrxj ] Michio Kaku’nun Zihnin Geleceği adlı kitabından sizinle paylaşmak istediğim diğer konuya da buradan değinmek istiyorum.


Yazar, kitabın bilincin değişen durumları olan sanrılar, bipolar bozukluk, derin beyin uyarımı, komdan uyanmak ve genetik gibi durumlardan bahsedilen bir bölümünde aşağıda aktaracağım örnek olay ile giriş yaparak çıkarımlarını desteklemeye ve savını diğer örneklerle derinlemesine açıklamaya çalışacaktır. Bilimsel aktarımların arasında öznel çıkarımlarla işaret ettiği noktaları kaçırmadığımız takdirde hem yapılan ilimden faydalanabilir hem de kendi görüşümüzü bu düzlem üzerinde oluşturmayı başarabiliriz. Kişisel olarak size üzerinde düşünebilmeniz için önemle vurgulamak istediğim cümleleri kırmızı ile belirttim.


O yalnızca, Tanrı’dan sesler duyduğunu iddia eden, cahil bir köylü kızıydı. Fakat, Jeanne d’Arc, karanlıktan çıkıp; dağılmış bir orduyu, ulusların geleceğini değiştirecek zaferlere taşıyacak ve bu, onu tarihteki en büyüleyici, ilgi çekici ve trajik figürlerden biri haline getirecekti.


Yüzyıl savaşları sırasında, Orleans’tan gelen genç bir kız; Kuzey Fransa, İngiliz askerleri tarafından neredeyse yok edilirken ve Fransız monarşisi bozguna uğradığında, Fransız ordusunu zafere taşıyacak ilahi talimatlara sahip olduğunu iddia etti. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan VII. Charles, askerlerinden bazılarını onun komuta etmesine izin verdi. Herkesin şaşkınlığı ve merakına karşın, o İngilizlere karşı büyük başarılar elde etti. Bu olağanüstü kız hakkındaki haberler hızlıca yayıldı. Her zaferle birlikte ünü artmaya başladı ve bir halk kahramanı olup Fransızları etrafında birleştirdi. Fransız askerleri çöküşün eşiğindeyken, yeni kralın taç giymesine giden yolu açan zaferleri kazandırdı.


Ne var ki, ihanete uğradı ve İngilizler tarafından yakalandı. İngilizler, onun kendileri için büyük bir tehdit oluşturduğunu fark etmişlerdi; çünkü Fransızlar için güçlü bir simgeydi ve doğrudan Tanrı’dan emir aldığını iddia ediyordu. Bu yüzden onu, göstermelik bir dava ile yargıladılar. Ayrıntılı bir sorgudan sonra, kiliseye karşı gelmekten suçlu bulundu ve 1431 yılında, 19 yaşındayken yakıldı.


Daha sonraki yüzyıllarda bu olağanüstü kızı anlayabilmek için yüzlerce denemede bulunuldu. Bir peygamber, aziz ya da deli bir kadın mıydı? Bugünlerde bilim insanları Jeanne d’Arc gibi tarihsel kişiliklerin yaşantılarını açıklamak için modern psikiyatri ve sinir bilimi kullanmaya çalışıyor.


Pek az kişi, onun Tanrı’dan emir alma iddiasını sorgulamıştı., ancak pek çok bilim insanı sesler duyduğu için şizofrenik olabileceğini yazdı. Başka bilim insanları; davasından kalan kayıtlar, onun mantıklı düşünen ve konuşan bir insan olduğunu ortaya koyduğu için bu iddiayı reddetti. İngilizler, ona din ile ilgili pek çok tuzak kurdu. Örneğin, onun Tanrı’nın bir lütfu olup olmadığını sordular. Eğer evet derse kimse Tanrı’nın bir lütfu olup olmadığını kesin olarak bilemeyeceğinden, bir kafir olarak görülecekti. Eğer hayır derse suçunu itiraf etmiş olacak ve sahtekar olduğunu kabul etmiş olacaktı. Her iki durumda da kaybedecekti.


O kalabalığı şaşırtıp şöyle yanıtladı:”Eğer öyle değilsem Tanrı beni cezalandırsın, eğer öyle isem Tanrı beni korusun.” Dava katibi kayıtlara şunu yazdı:” Onu sorgulayanlar donup kalmışlardı.”


Aslında, sorgu kayıtları o kadar ilgi çekiciydi ki, George Bernard Shaw, mahkeme tutanaklarının birebir çevirisini Aziz Joan adlı oyununda kullandı.


Son günlerde bu sıradışı kadın hakkında başka bir kuram ortaya atıldı. Belki de, aslında temporal lob epilepsisi vardı. Bu hastalığa sahip olan insanlar, bazen nöbetler geçirir, ancak bir kısmı, insanın inanç yapısına ışık tutan, gizemli bir yan etkiyi deneyimler. Bu hastalar aşırı dindar olurlar ve her şeyin ardında yüce bir varlık olduğunu düşünmeden duramazlar. Olaylar asla gelişigüzel olmaz, hepsinin derin bir dinsel anlamı vardır. Bazı psikiyatrlar, tarihteki peygamberlerden bir kısmının, Tanrı ile konuştuklarına inandıkları için, bu temporal epileptik lezyonlardan muzdarip olmuş olabileceklerini söylemektedir. Sinirbilimci Dr. David Eagleman -Tarihteki peygamberlerin, din şehitlerinin ve liderlerin bir kısmında temporal lob epilepsisi var gibi görünüyor. Jeanne d’Arc’ı düşünün; baş melek Aziz Michael’den İskenderiyeli Aziz Catherine’den, Aziz Margaret ve Aziz Gabriel’den sesler duyduğuna inandığı (ve Fransız askerlerini buna ikna ettiği) için Yüzyıl savaşlarının akışını değiştirmeyi başarabilmiş on altı yaşında bir kız.- diyor.


1982 yılında yazılan akıl hastalıklarıyla ilgili ders kitaplarında, epilepsi ile dindar duygusallık arasında bir bağlantı olduğuna ilişkin yazılar vardır. Bu bağlantı, klinik olarak, Boston Gaziler Hastanesi’nden nörolog Norman Geschwind tarafından ilk kez 1975’te tanımlandı. Sol temporal loblarında yanlış  elektriksel deşarjlar olan epileptiklerin, sıklıkla dini tecrübeler yaşadığını fark etti beyindeki bu elektriksel fırtınanın, bir şekilde dini takıntıların nedeni olduğunu ileri sürdü.


Dr. V. S. Ramachandran, tüm temporal lob epilepsi hastalarının yüzde 30 ile 40’ında, aşırı dindarlık görüldüğünü tahmin ediyor. -Bazen bu kişisel bir Tanrı’dır. Bazen de evrenle  yoğum bir birleşme hissi mevcuttur. Her şeyin bir anlamı var gibi görünür. Hasta şunu söyleyecektir: Sonunda her şeyin gerçekten ne olduğunu anladım, doktor bey. Tanrıyı gerçekten anlıyorum. Evrendeki yerimi anlıyorum - evrensel düzen. -


Dr. V. S. Ramachandran, aynı zamanda bu bireylerin çoğunun son derece kararlı ve inançları konusunda ikna edici olduklarına değiniyor. Kendisi şöyle bir açıklama getiriyor: -Bazen temporal lob epilepsisi olan böyle hastaların gerçeğin başka boyutlarına erişimi olup olmadığını merak ediyorum; paralel bir evrene açılan bir solucan deliği gibi. Fakat, meslektaşlarım akıl sağlığımdan şüphe etmesinler diye genellikle bunu onlara söylemiyorum.- Dr. V. S. Ramachandran, temporal lob epilepsisi olan hastalarla çalışmalar yapmış ve bu bireylerin “Tanrı” kelimesine sıradan kelimelerden, daha güçlü bir duygusal tepki verdiklerini doğrulamış. Bu aşırı dindarlık ve temporal lob epilepsisi arasındaki bağlantının, yalnızca kişisel anlatılara dayalı olmadığı ve gerçek olduğu anlamına gelir.


Psikolog Michael Persinger,  bir çeşit transkraniyal elektrik uyarımının bu epileptik lezyonların etkilerini başlattığını öne sürüyor. Eğer böyle ise manyetik alanların, birinin dini inanışlarını değiştirmede kullanılması mümkün müdür?
Dr. Persinger’in çalışmalarında denek, kafasına beynin belirli bölümlerine manyetik enerji gönderebilen bir cihazın bulunduğu bir başlık (lakabı Tanrı Başlığı) takıyor. Sonrasında denek ile görüşüldüğünde, kendisi sıklıkla yüce bir ruhun huzurunda bulunduğunu iddia ediyor. Scientific American dergisinden yazar David Biello -Üç dakikalık uyarımlar boyunca etkilenen denekle; yaşadıkları ilahi algıyı kendi kültürleri ve dini kelimeleriyle Tanrı, Buda, koruyucu varlık ya da evrenin mucizesi şeklinde adlandırdılar. “ Bu etkinin isteğe bağlı oluşturulabilmesi beynin dini duygulara yanıt vermek üzere donatıldığını gösteriyor.


Bazı bilim insanları daha da ileri gidip beynin dindar olmasını tetikleyen bir “Tanrı Geni” bulunduğunu öne sürdüler. Madem çoğu toplumlar bir tür din yaratmış, o zaman dini duygulara karşılık verebilme yeteneğimizin genomumuzda genetik olarak programlanmış olması olası gözüküyor. (Aynı zamanda, bazı evrim kuramcıları, dinin ilk insanların yaşam şansını arttırmaya hizmet ettiğini söyleyerek, bu gerçekleri açıklamaya çalıştı. Din çekişen bireylerin ortak bir mitoloji ile birbirine bağlı kabileler oluşturmasına yardım etti. Bu da kabilelerin birliği sağlama ve hayatta kalma şansını arttırdı.)


Tanrı başlığının kullanılması gibi bir deney, kişinin dini inançlarını sarsabilir mi? Bir MRG makinesi, dini uyanış yaşayan birinin beyin etkinliğini kaydedebilir mi?


Bu fikirleri test etmek için, Montreal Üniversitesi’nden Dr. Maria Beauregard, MRG’ye girmeyi kabul eden ve Kamelita rahibelerinden oluşan on beş kişilik bir grup toplandı. Deneye katılabilmek için her biri, Tanrı ile yoğun bir birliktelik yaşamış olmalıydı.


Aslında Dr. Maria Beauregard, rahibelerin Tanrı ile mistik bir iletişim kuracağını, daha sonra bunun da MRG taraması ile kaydedileceğini ümit etmişti. Ancak etrafınızın manyetik bobinler ve ileri teknoloji donanımlarla sarılı olduğu bir MRG makinesinin içi, dinsel bir aydınlanma için ideal bir yer değildir. Rahibelerin yapabildikleri en iyi şey, önceki dinsel deneyimlere ilişkin anıları hatırlamak oldu. Rahibelerden biri “Tanrı isteğe göre çağırılamaz.” diye açıkladı. Sonuç karmaşıktı ve kesin değildi, ancak deney boyunca beynin bazı bölgeleri açıkça aktive oldu.


  • Öğrenme ve muhtemelen aşık olmadan sorumlu olan kaudat nukleus (Belki de rahibeler Tanrı’ya koşulsuz bir sevgi duyuyorlardı.)
  • Vücudun duyularını ve sosyal duyguları algılayan insula (Belki de rahibeler Tanrı’ya ulaşırken kendilerini diğer rahibelere yakın hissediyorlardı.)
  • Uzaysal farkındalığın oluşmasına yardım eden pariyetal lob (Belki de rahibeler fiziksel olarak Tanrı’nın huzurunda olduklarını hissetmişlerdi.)


Dr. Maria Beauregard beyinde çok fazla bölgenin, pek çok muhtemel anlamı olabilecek şekilde aktive olduğunu, bu nedenle aşırı dindarlığın bu aktivasyonlarla uyarılıp uyarılamayacağını söyleyemeyeceğini kabul etmek sorunda kaldı. Yine de, ona göre beyin taramalarında rahibelerinin dini duygularının yansımaları olduğu açıktı.


Peki bu deney rahibelerin dini inançlarını sarstı mı? Hayır. Hatta, rahibeler onunla iletişim kurabilmemiz için beyindeki bu “radyo”yu Tanrı’nın yerleştirdiği sonucuna vardı.


Ulaştıkları sonuç, Tanrı’nın insanları bu yetenekle yarattığıydı. Böylece onun varlığını hissedebilmemiz için beyin, Tanrı tarafından verilen bir ilahi antene sahipti. David Biello şu sonuca varıyordu: -Ateistler beyinde maneviyat bulmanın, dinin ilahi bir kuruntu olduğunu gösterdiğini savunsalar da rahibeler beyin taramaları sonucunda heyecanlandı. Tanrı’nın onlarla etkileşim kurduğuna ilişkin kanıt bulmuş gibiydiler.- Dr. Maria Beauregard - Ateistseniz ve bu türden bir deneyim yaşarsanız bunu evrenin muhteşemliğiyle ilişkilendirirsiniz. Eğer bir Hristiyan iseniz Tanrı ile bağdaştırırsınız. Kim bilir belki ikisi de aynıdır.


Benzer şekilde, Oxford Üniversitesi’nde bir biyolog ve açık sözlü bir atesit olan Dr. Richard Dawkins de bir seferinde dini inanışların değişip değişmeyeceğini görmek için Tanrı Başlığını taktı. İnanışları değişmedi. Yani sonuç olarak aşırı dindarlık; temporal lob epilepsisi ve hatta manyetik alanla uyarılabilmesine karşın, manyetik alanın, birinin dini görüşünü değiştirebileceğine dair ikna edici bir kanıt bulunmuyor.






Yukarıdaki yazının alt metin okumaları yapıldığında aşırı dindarlık ve her şeyin ardında bir yaratıcı vardır fikri taşıyan insanlar hastalıklı olarak yansıtılmış. Hatta tarihteki kimi peygamberlerin bu rahatsızlıktan muzdarip olabileceğinden söz edilmiştir. Tanrı fikrine inanmadıkları için olmayan biriyle konuşmanın da kimi bilim adamlarının öznel yargılarına göre hastalık olarak tanımlanması normal olabilir.


Ancak sonraki sorgulamalarında beynin o olmadığını düşündükleri Tanrı kelimesine sıradan kelimelerden daha duygusal tepki verdiğini doğruladıklarında bunun yalnızca kişisel anlatılara dayalı olmadığını ve gerçek olabileceğini anlamışlardır.


Allah, insanı kendisine düşünerek ulaşabileceği ve olup biteni anlamlandırabileceği bir alt yapı ile donatarak yarattığı için kişi bu arayışa ya da yönelişe girdiğinde, beyindeki “anten veya radyo” anında bu arayışa cevap vermektedir. Bu durum genel anlamda düşünüldüğünde hiçbir şeyden habersiz yaratılmış ve dünyaya gözlerini açmış bir insanın kişisel alan duygusu ve evrenin farkına varabilmesi için bu sistem gereklidir. İnsan bu donatımı sayesinde “evren, tanrı ve sonsuzluk” gibi soyut kavramlar üzerinde düşünebilmektedir.

"Tanrı'ya İnanç Geni" bulundu

Açıklama tüm dünyada  büyük tartışma başlattı.

ABD Ulusal Kanser Enstitüsü'nde görevli olan Hamer, 1998 yılında, insanın genetik yapısının inanç üzerindeki etkisini araştırmaya başladı. Hamer, ilk olarak, genetik yapıları aynı olan "tek yumurta ikizleri" üzerinde inceleme yaptı. Ardından genetik yapıları tam olarak örtüşmeyen, ancak "aynı ortamda büyüyen" kardeşlerin inançlarını karşılaştırdı.

Araştırmaya göre, kardeşler, aynı ortamda yetişseler de farklı inançlara sahip olabiliyordu. Ancak Hamer, genetik yapıları aynı olan tek yumurta ikizlerinin Allah inancının da neredeyse "aynı" olduğunu gördü. Bunun üzerine, genler ve inanç arasında bir bağ olduğu kanısına vararak, araştırmasını bu yönde derinleştirdi.

Hamer, daha sonra, insandaki 35 bin genden hangisinin "inancı etkilediğini" bulmaya çalıştı. Yıllar süren araştırmanın ardından, "monoamin" enzimlerinin salgılanmasını kontrol eden 9 gen üzerinde yoğunlaştı. Ve sonunda "İnanç Geni"ni bulduğunu açıkladı.. Hamer'e göre, monoamin enzimleri, insanın bilinç, algılama ve hafıza gibi duyularını yönlendiriyor.

Ancak, bilimadamının "İnanç Geni" adını verdiği gen, insanoğluna, asıl ayırt edici özelliği olan "kişisel ve evrensel farkındalık" yeteneği de kazandırıyor. Böylece insanın "evren, sonsuzluk, tanrı" gibi soyut kavramlar üzerinde düşünmesini sağlıyor.

Bu yüzden, aynı "genetik yapıya" sahip tek yumurta ikizlerinde enzimler, "aynı genin kontrolünde ve tümüyle aynı biçimde" salgılandığı için "inanç yapıları" da aynı oluyor.

BÜYÜK TARTIŞMA BAŞLATTI

Tanrıya İnanç Geni açıklaması, tüm dünyada büyük bir tartışma yarattı. Virginia Üniversitesi'nin psikiyatri uzmanı Lindon Eaves, "Tanrı kavramının beyinde şekillendiği doğru olabilir" açıklamasını yaptı. Eaves, " Peki neden bu kavram oluşuyor ona bakmak lazım? Yani neden beyinde "inanma" isteğini doğuran kimyasal aktiviteler yaşanıyor? Bence bunun cevabı yine Tanrı'nın gücünde yatıyor" diye konuştu.

Bazı bilimadamları genin bulunmasının "Tanrı'nın insan vücuduna nüfuz ettiğini ve gücünü gösterir" savunmasını yaparken, Ataistler, "inanç geni" keşfinin "Tanrı'nın olmadığının" bir kanıtı olduğunu öne sürdü. (http://www.hurriyet.com.tr/tanriya-inanc-geni-bulundu-266098)

Allah, Kuran’da şöyle buyuruyor:


7:172- Rabbin, Ademoğullarının bellerinden soylarını çıkarırken onları kendi kendilerine tanık tutar: "Ben, Rabbiniz değil miyim?" "Evet, tanıklık ediyoruz" derler. Böylece diriliş günü, "Biz bundan habersizdik" diyemezsiniz.


7:173- Yahut, "Atalarımız önceden ortak koştu ve biz de onlardan sonra gelen soylarıyız, bizi bidat ve hurafelere dalanlardan dolayı mı yok edeceksin" diyemezsiniz.


7:174- Ayetleri böyle açıklıyoruz ki (bize) dönebilsinler.


Allah kâlû belâda yani bizler yaratılmadan evvel ruhlar aleminde, dünyada yaşayacak bütün insanların ruhlarını bir araya toplayıp “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye sormuş ve bizler de “elbette Rabbimizsin” demişiz. Bu kodlamayla bizi dünyaya gönderen Allah, başka bir ayetinde şu bilgiyi de aktarmıştır.


3:106- O gün bazı yüzler aklanır, bazı yüzlerse kararır. Yüzleri kararanlara: "Gerçeği onayladıktan sonra inkâr mı ettiniz? İnkârınızdan dolayı azabı tadın."


Bu ayeti okuyan kişinin sorması gereken soru şu olabilir: Cehenneme giden insanlar hayatı boyunca hiç Allah'a inanmamış ateist, şüpheci ya da farklı bir görüşte yaşayıp ölmüş de olabilir. O zaman burada “neden” onayladıktan sonra inkar mı ettiniz diye sormaktadır?
Evet, anladığınız gibi ve başta da bahsettiğim gibi; biz zaten Allah'ın varlığını onayladık ve o şekilde bir bilinç düzeyi ile dünyaya gönderildik. Biraz düşünüp yaratılış, evren, tanrı gibi konulara kafa yormamız sonrasında kolayca bulabileceğimiz bir donanıma da sahibiz. Ancak bu kadar merhamet ile ve bilgiyle donatıldığımız halde yaratılışına ters olanı yapabilen kişiler de var. Onlar ayette belirtildiği gibi inkar sebepleri için atalarına uyduklarını veya farklı sebepleri öne sürdüklerinde Allah o şahitlik anını hatırlatıyor ve söylüyor "Ayetleri böyle açıklıyoruz ki bize dönebilsinler" diyor. Nereden geldik nereye gidiyoruz diye düşünmeye başladığımız anda kafamızdaki anten çalışmaya ve yönünü bulmaya başlayacak yeterki biraz çabalayalım.


13:2- Görebileceğiniz bir direk olmadan gökleri yükselten, sonra tüm yönetime egemen olan, güneşi ve ayı buyruk altına alan ALLAH'tır. Hepsi belli bir süre için akıp gitmektedir. Tüm işleri kontrol eder ve ayetleri detaylı olarak açıklar ki Rabbinizle kavuşma konusunda kuşkunuz kalmasın.


2:19- Ki onlara bir musibet geldiğinde, 'Biz ALLAH'a aidiz ve O'na dönücüyüz,' derler.


Son olarak “Bazı psikiyatrlar, tarihteki peygamberlerden bir kısmının, Tanrı ile konuştuklarına inandıkları için, bu temporal epileptik lezyonlardan muzdarip olmuş olabileceklerini söylemektedir. Sinirbilimci Dr. David Eagleman -Tarihteki peygamberlerin, din şehitlerinin ve liderlerin bir kısmında temporal lob epilepsisi var gibi görünüyor.” kısmına da değinmeden bu yazıyı bitirmek istemiyorum.


Çalışmam sırasında aklıma Reza Aslan’ın “Tanrı Yoktur Allah’tan Başka” isimli kitabında okuduğum satırlar geldi ve aynen aktarmak istedim. İnanmak konusunda zorlanan kişiler olabilir ve peygamber olan kişilerin aslında beyin rahatsızlıklarının bulunduğunu düşünmek durumu onlar için kolaylaştırıyor da olabilir. Ancak az bir bilgiye bile sahip olurlarsa bu konunun üzerinden yüzeysel olarak geçmeden, biraz daha kafa yorabilirler diye düşünüyorum.  


MS 610’da bir gece, Hira Dağı’nda inzivaya çekilmişken, meditasyon yaptığı bir sırada Muhammed tüm dünyayı değiştirecek bir karşılaşma yaşadı.


Bir mağarada tek başına oturmuş, derin bir meditasyona dalmıştı. Aniden gözle görülmeyen bir varlık ona sarılıp sıktı. Kurtulmak için uğraştı ama hareket edemedi. Karanlıktan şaşkına dönmüştü. Göğsündeki baskı arttı, öyle ki, nefes alamaz hale geldi. Ölüyormuş gibi hissetti. Son nefesini verirken, bir ışık ve ürkütücü bir ses, “tıpkı, şafağın sökmesi gibi” üzerini kapladı.


“[Ezberden] Oku!” buyurdu ses.
“Ne okuyayım? dedi Muhammed.
Görülmeyen varlık onu daha fazla sıkıştırdı. “Oku!”
“Ne okuyayım?” diye tekrar sordu Muhammed, göğsü içeriye doğru bastırılıyordu.
Varlık onu bir kez daha sıkıştırdı ve ses bir kez daha buyurdu. Sonunda, artık daha fazla dayanamayacağını düşündüğü anda, göğsünde hissettiği baskı kesildi ve mağarayı dolduran sessizlikte Muhammed bu sözlerin yüreğine kazıldığını hissetti:


Oku, o yaratan Rabbinin adıyla,
İnsanı bir kan pıhtısından yarattı.
Oku, O cömertliğinin sonu olmayan Rabbindir.
Kalem ile öğretendir;
O, insana bilmediği şeyleri öğretti. (96:1-5)


Peygamberin en yakın ve sevgili eşi olacak Ayşe, peygamberliğe dair ilk işaretlerin Hira Dağı’ndaki deneyimden çok önce başladığını iddia etmiştir. Bu işaretler Muhammed’e rüyalarında saldırıyordu ve o kadar rahatsız ediciydi ki, giderek daha çok yalnız kalmak istemesine neden oluyordu. Ayşe, “Yalnız kalmayı her şeyden çok sever.” diye aktarıyordu.


Anlaşıldığı kadarıyla, Muhammed bu rahatsız edici vizyonların yanında sesler de işitiyordu. İbni Hişam, Peygamber’in “Mekke vadilerinde” inzivaya çekilmek için gittiği sırada, yanından geçtiği taşların ve ağaçların “Selam sana ey Allah’ın Resulü” dediklerini kaydeder.


Bu olduğunda, Muhammed “sağına ve soluna döner ve arkasına dönüp bakar ama ağaçlar ve taşlardan başka bir şey göremez.” Bu sesli ve görsel halüsinasyonlar Hira Dağı’nda Allah’ın çağrısına kadar devam etmiştir.


Tabii ki, peygamberlik deneyimini peygamberden başkası tarif edemez, ancak peygamberlik bilincinin edinilmesinin yavaş gelişen bir süreç olduğunu düşünmek mantıksız ya da dine küfür niteliğinde değildir. İsa’nın mesih karakterinin doğrulanması için göklerin ayrılmasına ve başına bir güvercin konmasına ihtiyacı var mıydı yoksa Tanrı tarafından ilahi bir görev için ayrıldığını bir süredir fark ediyor muydu? Aydınlanma, genellikle anlatıldığı gibi, Sidarta’nın Bodi (incir) ağacının altında oturduğu sırada aniden şimşek gibi mi çaktı yoksa aydınlanma, gerçeklik illüzyonunun zaman içerisinde gelişmesinin sonucu muydu? Belki, bazı söylencelerde iddia edildiği gibi, Muhammed’e vahiy “şafağın sökmesi gibi” gelmiştir ya belki yaşadığı bir dizi açıklanamaz doğaüstü deneyim ile zaman içinde peygamberlik bilincinin farkına varmıştır. Bunu bilmeye imkan yok. Ancak, Muhaammed’in, kendisinden önce gelen tüm peygamberler gibi, Allah’ın çağrısını almayı istemediği kesin gibi görünüyor. Bu deneyim onun moralini öylesine bozmuştu ki, ilk aklına gelen kendini öldürmek olmuştu.


Muhammed sadece ayıplanacak şarlatanlar olarak gördüğü (Bir defasında “Onlara bakmaya bile dayanamıyorum.” demişti.) Kahinlerin göklerden mesaj aldığına inanıyordu. Hira dağında yaşadığı deneyim onun da bir kahine dönüşmeye başladığı anlamına geliyorsa ve Mekke’de ki dostları onu artık bu şekilde görmeye başlayacaksa, ölse daha iyiydi.


Muhammed  “Kureyşliler’in bana kahin demelerine izin vermeyeceğim! diye yemin ediyordu. “Dağın tepesine çıkarım, bir uçurumdan kendimi atıp ölürüm de rahata kavuşurum.”


Muhammed bir kahin ile karşılaştırılmaktan edişe duymakta haklıydı. Vahyin ilk birkaç ayetindeki mükemmel şiirselliğin gözden kaçması mümkün değildir. İlk okuma ve hemen ardından gelen okumalar, kahinlerin vecd ile aktardıklarına çok benzeyen kafiyeli dizeler haline gelmiştir. Bu alışılmadık bir durum değildir; sonuçta Araplar Tanrıların şiir biçiminde konuşmalarına alışıktı; bu onların dillerini ilahi bağlama yükseltiyordu. Ancak çok sonraları Muhammed’in mesajı Mekke’nin elit tabakasına ulaşmaya başladığında, düşmanları kahinlerin kehanetleri ile Muhammed’in okumaları arasındaki benzerliklere işaret edecek ve alay ederek “Deli bir şair için ilahlarımızı bırakmalı mıyız? (37:36) diyeceklerdi.


Kuran’da Muhammed’in kahin olduğu iddiasını yalanlayan onlarca ayet olması, konunun ilk müslüman toplulukları açısından ne kadar önemli olduğunu gösterir. Muhammed’in hareketi bölgede yayılmaya başladıkça, vahiy giderek daha çok düz yazıya benzemiş ve ayetlerin ilk başlardaki kehaneti andıran tarzı ortadan kalkmıştır. Ancak, başlangıçta Muhammed kendisi için ne söyleneceğini çok iyi biliyordu ve çağdaşları tarafından kahin olarak anılma düşüncesi onu intiharın eşiğine sürüklemişti.


Sonunda Allah Muhammed’i aklının başında olduğunu iddia edip, kaygılarını giderdi.


Mağarada yaşadığı deneyimden dolayı hala korku içinde ve titremekte olan Muhammed eve döndü, karısının yanına kıvrılıp yattı. “Beni örtün, beni örtün.” diyordu.


Hatice hemen üzerine bir örtü örttü, titremesi ve sarsılması geçinceye kadar ona sıkıca sarıldı. Sakinleştiğinde, başına gelenleri anlatmaya çalışırken açıkça ağladı. “Hatice” dedi, “Galiba deliriyorum.”


Hatice onun saçlarını okşayarak, “Öyle söyleme” dedi. “Allah sana bunu yapmaz, o senin dürüstlüğünü, çok güvenilir olduğunu, güzel kişiliğini ve nezaketini bilir.”


Ancak Muhammed’i sakinleştirmeyi başaramayanınca, Hatice kıyafetlerini topladı ve kocasına ne olduğunu anlayabileceğini bildiği tek kişiden yardım istedi: Hristiyan kuzeni Varaka’dan. Varaka, Muhammed’in yaşadığı deneyimin ne olduğunu anlayacak kadar kutsal kitap bilgisine sahipti.


Varaka, kuzeninin anlattığı hikayeyi dinledikten sonra “O kavminin peygamberidir” dedi. “O, iyi kalpli olanlardandır.”


Muhammed hala emin değildi, özellikle de Allah tarafından seçildiyse ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Daha da kötüsü güvenceye en çok ihtiyaç duyduğu zamanda, Allah susmuştu. Hira dağındaki, o ilk vahiy deneyiminden sonra uzun bir sessizlik dönemi geldi. Öyle ki, Muhammed’in yaşadıklarının doğruluğundan hiç şüphe etmemiş olan Hatice bile bir süre sonra bu yaşananların anlamını sorgulamaya başladı. Muhammed’e “Rabbin galiba sana yüz çevirdi.” diye itirafta bulundu.


Sonunda Muhammed’in moralinin en bozuk olduğu zamanda, göklerden ikinci bir ayet, ilkiyle aynı acı verici şekilde gönderildi; bu kez Muhammed’e istese de istemese de, artık Allah’ın resulü olduğu söyleniyordu:


Sen, Rabbinin nimeti sayesinde deli değilsin.
Senin için bitmeyen bir ödül var;
Sen ahlaklı bir adamsın.
Yakında, sen de, onlar da kimin deli olduğunu göreceksiniz. (68:2-5)" !!!


Başka bir yazıda görüşmek üzere, hoşça kalın.

Yorumlar