ESMALAR "Tartışmalar, Yöntemler ve Kuran'a Göre Cevaplar"

Merhaba,

Aylardır yoğun şekilde araştırmalar yaptığım esmalar ile ilgili bu konuyu, önce kendi hayatıma alıp tecrübe edip, daha sonra da sizinle paylaşmak için çabaladığım, yeni bir yazıda daha tekrar birlikteyiz, Rabbime bu imkanı verdiği için şükürler olsun.

Yaptığım çalışmaların sonunda tam anlamıyla bu ilimin tüm gizemlerine kavuştuğumu iddia etmeyeceğim tabi ki fakat kendi yolumu çizecek, hayatımda değişiklik yapmaya yarayacak kadar ve tekrar tekrar Allah’ın doğru yolu olan, bize nurunu vesile ve ikram ettiği Kuran’ın kendine olan şahitliğine büyük bir hayranlık duyacak kadar güzel bir bilgiye ulaştığımı söyleyebilirim. Bu bilgiler hepimizin önünde, yapmamız gereken sadece gidip almak. Ben de şu anda buna fırsat bulamayanlar için pratik şekilde ancak geniş bir çerçevede sizlere konuyu aktarmaya çalışacağım.

Bu yazıyı bir kitap yazıyormuşum gibi yazdığımı düşündüğümde (75 sayfa kadar bilgi içeriyor) kullanıcı dostu bir tarafı olması için, bir de “içindekiler” kısmının olması gerektiğine karar verdim. Ancak bu içindekiler kısmında sadece konu içindeki başlıkların yer alması mümkün olacak. Ayrıca bu konuyu yazarken kendi içinde inanılmaz önemli olduğunu düşündüğüm bir takım konuları, ayrı ayrı linklerle öne çıkararak dikkat çekmeyi de hedefliyorum.  


  1. Esmaül Hüsna Nedir ve Allah’ın 99 adet İsmi mi Vardır?
  2. Esmalar Konusu Üzerinde Neden Önemle Durulmuştur?
  3. Son Dönemlerde Türkiye’de Öne Çıkan Esma Felsefelerinin Kaynağı Nedir? 
  4. İbni Arabi ve Felsefesi Hakkında Kısa Kısa…
  5. İbni Arabi
  6. İbni Arabi’nin Esmalar Hakkındaki Felsefesi
  7. Vahiy Kavramı İle Denk Tutulan “Keşif ve İlham” Meselesi
  8. Tasavvuftaki Vahdet-i Vücud Kavramı
  9. Allah bize RUHundan mı üfledi? Hepimizin mayası Allah’ın RUHundan mı geliyor?
  10. Platon’ a Göre Ruh ve Tanrı Öğretisi
  11. Tasavvuf felsefesinde ruh nedir?
  12. Kuran Anlatımları Göz Önüne Alındığında RUH Nedir, Hangi Manaları Karşılamaktadır?
  13. Esma-ül Hüsnaları Neden Belirli Sayılarda Zikir Ediyorlar veya Tekrarlıyorlar?
  14. Zikir Nedir?
  15. Esmalarla İlgili Zikir Sayısı Neye Göre Belirleniyordu?
  16. Yaşam Kodu ve Kişisel Esmalara Göre Şifa Arama Meseleleri
  17. Esmaları Belli Sayılarda Tekrarlayarak Yetenek Açmak ve Yeni Hayat Becerileri Edinmek Konusu 
  18. Ebced Adediyle Şifa Amaçlı Esma Zikretmek Nelere Sebep Olabilir?
  19. Temizlik Vakti
  20. Allah’ın Kuran’da Geçen İsimleri ve Anlamları 
  21. Analiz - Sentez
  22. Esmalar ile 19 sayısının ilişkisi
  23. İsm-i Azam (Allah’ın En Büyük İsmi) Konusu

1. Esmaül Hüsna Nedir ve Allah’ın 99 adet İsmi mi Vardır?


İsim, bir şeyin kendisiyle  bilindiği  kelimedir. Allah’ın isimleri ya da Allah'ın 99 ismi diye belirtilen anlatımlar, Kur’an ve hadislerde Allah’a izafe edildiği söylenen fiil ya da sıfatlardan türetilmiş veya doğrudan Allah'ı ifade etmek amacıyla kullanılmış olan isimlerdir. (10)


Genel anlayışa göre Allah’ın niteliklerinin ayet ve hadislerde isim, ism-i fail, sıfat-ı müşebbihe, ism-i tafdil, mübalağalı isim, isim tamlaması, sıfat tamlaması, fiil, isim anlamında mastar şeklinde ve sıla cümleleri şeklinde geçmektedir. Bunlara isim denmesinin sebebi Allah’ın bu sıfatlar ile çokça nitelenmesinden dolayıdır.


Bazı kaynaklara göre rivayetlerdeki 99 rakamının Allah’ın isimlerinin sayısını değil, çokluğunu ifade ettiğini, Allah’ın isimlerinin 99 ile sınırlı olmadığı belirtilmektedir. (3)
Allah’ın isimlerinin İslam mitolojisinde belirli sayılarda tekrar edilerek duaların kabulü, nazar ve büyü bozma tedavilerinde kullanıldığını da görüyoruz. Kimi kaynaklarda Kuran dışı isimlerin kullanıldığı da görülür. Bunlardan bazıları Şafi, Kafi, Hannan, Mennan, Hüda, mehterde Hazret-i Yezdan, Yunus Emre’nin şiirlerinde kullandığı Çalab gibi isimlerdir.
Kuran ise tüm güzel isimlerin- sıfatların- Tanrı’ya ait olduğunu bildirir.
7:180 En güzel isimler ALLaH'ındır; öyleyse O'nu onlarla çağırın. O'nun isimlerini tahrif edenleri bırakın; yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.
17:110 De ki: "İster ALLaH diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız, tüm güzel isimler O'nundur. " Namazda ne ilan et, ne de gizle; ikisinin arasında bir yol tut.

Her ne kadar halk arasında Tanrı’nın 99 isme sahip olduğu yaygınsa da bu inanç Kuran’a uymaz. Tirmizi adındaki hadis kitabında rivayet edilen bu 99 isimlik liste, Kuran’da geçen birçok ismi içermediği gibi “güzel olmayan” bazı isimlere de yer verir. ed-DaRR: Elem ve zarar verici şeyleri yaratan ve el-KABID: Sıkan, daraltan gibi… (20) Kuran’da yer alan allah’ın isimlerinin ise 115 adet olduğunu görüyoruz. Yazının devam eden kısımlarında, tüm isimlerin yer aldığı bir tabloya bağlam içerisinde yer vereceğim.

Muazzez İlmiye Çığ, tarihteki esma çalışmalarının toplum üzerindeki etkisini bir örnekle açıklar. Bu çabaların tek tanrıcılığa giden yolda gerçekleştirilen değişimlerden birisi olduğunu kaydeder. O’na göre çok tanrıcı olan Sümerler daha sonra bu tanrıların isimlerini Marduk üzerinde toplarlar ve Marduk’un 50 kadar ismi olur. Muazzez İlmiye Çığ, aynı eğilimin Allah’ın isimleri konusunda da yaşandığını söyler ve bir araştırmacının Ahad ve Samed isimlerinin Allah’a atfedilmesi konusundaki analizini aktarır. (10)

2. Esmalar Konusu Üzerinde Neden Önemle Durulmuştur?


Esmaü’l-hüsna  ile  ilgili  oldukça  araştırma  yapılmıştır. Bu  konudaki araştırmaların  çokluğu, insanın   Esmaü’l-hüsna yoluyla  Allah’ı  tanımaya  ne  denli  meraklı olduğunu göstermektedir. İnsan var oldukça yaratıcısına olan bu merak da devam edecektir. (13)

Sadreddin Konevî’nin (ö. 673/1274) ifadesiyle, Tanrı’nın aleme tesirinin mümkün olabilmesi için veya alemin Tanrı’yı tanıyabilmesi için her ikisi arasında belirli bir münasebet bulunmalıdır. Konevî bunu, “Bir şey, kendisine her yönden zıt başka bir şeye tesir edemez” ve “Bir şey kendisinden  bütünüyle  zıt  bir  şey  tarafından  bilinemez”  ifadeleriyle  dile  getirir.

Yaratılışındaki en önemli gaye yüce yaratıcısını tanımak, ona iman ve itaat etmek olan insanın kulluğunu yerine getirebilmesinin en önemli adımlarından birisi, onu en iyi şekilde tanımasıdır. Allah’ı anlama ve anlamlandırmadaki nasıllık, ona karşı insanın davranışlarını, onun emirlerini algılama ve hayata geçirmedeki tavrını kısaca kulluğunun niteliğini belirlemede en önemli etkenlerdendir.

Allah’ın isimleri, sıfat ve fiillerinin O’nun zatına nispet edilen mana ve kavramlar olduğu, bu isim ve sıfatların Allah hakkında yücelik ve aşkınlık ifade ettikleri, insanlarda saygı hissi uyandırdıkları, zikir ve duada kullanımlarının duanın ve ibadetin kabulüne vesile olacağı, kalbe huzur ve sükûn vereceği, insana ilahîlütuf ve rahmet telkin edeceği belirtilmektedir. (3)

Ben her zamanki analiz yöntemim ile islamiyet inancına dünden bugüne tesir etmiş tüm katmanları inceleyerek ilerlemek adına, öncesinde düşünce sahiplerinin görüşlerini kendi ağızlarından vermeye çalışıyor, ardından durumları kanıtlarıyla doğrulamaya veya yanlışlamaya çabalıyorum. Bu tarzı tercih ederken amacım sonrasında sizin de konuyla ilgili kendi özgün düşüncelerinize sahip olabilmenizde yardımcı olabilmek. Tasavvufi inançların İslamiyeti içten çökerttiğine ve hadislerin dinin kesinlikle ikinci kaynağı olmadığına inanan bir insan olarak objektif olmak adına önce tek tek genel anlayışı aktaracağım daha sonra da ortalığı güzelce temizleyeceğim. :) Şimdi yeniden konuya dönmeliyiz.


Esma-i Hüsna’nın bu özelliklerinin yanısıra Tasavvufî düşünce ve kültürde ona ilave değerler de verilmiştir. Buna göre: 1-Sufîler zikirlerini Esma-i Hüsna üzerine bina etmişlerdir. 2-Mevcudat Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisinden ibarettir. 3-Seyr u sülûk tarzları (Seyru Sülûk: İnsana Allah tarafından verilen gizli kabiliyetlerinin ortaya çıkmasında yardım eden sistemin adı olduğuna inanılır. Manevi bir yolculuktur. Bu süreç sonunda insanın Allah’ın halifesi olabilecek kemale erebileceği düşünülür. Bu ise bir şeyhin yardımı ile olur. Sülûk esnasında mürşid, insana ayna tutar ve ona kendisini tanıtır. Sufilerin sıkça kullandığı “Kendini bilen rabbini bilir” sözü bu manaya işaret eder.) Esma-i Hüsna’ya göre belirlenmiştir. (4) (Günümüzde yayılan Esmalarla ilgili konuların bir çoğunun temelinde tasavvufi görüşler yer almaktadır. İlerleyen aşamalarda bu görüşlerin İslamiyete inanan insanları sürüklediği şirk çukurundan gerektiği ölçüde bahsedeceğiz.)

Hadisleri dinin ikinci kaynağı olarak gören insanlar tarafından da esmalar konusu aktarılan hadis kaynaklarından gelen bir takım bilgiler nedeniyle ayrıca önemli görülmüştür.

Ebu Hureyre'den geldiği düşünülen rivayete göre Muhammed peygamber şöyle söylemiştir: "Şüphesiz Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Yüzden bir eksiktir. Kim, bu isimlerin hakkını yerine getirir ve ve gereğine göre amel ederse, cennete girer." (Buharî; hadis no: 2736. Müslim; hadis no: 2677).

Bazı alimler, Allah’ın güzel isimlerinin 99 sayısı ile sınırlı olmadığı konusunda şu hadisi delil göstermişlerdir: Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre Muhammed peygamber şöyle söylemiştir.

-"Allahım! Ben senin kulunum. Erkek ve kadın kullarının çocuğuyum. alnım (kontrolüm) senin elindedir. Benim hakkımda senin hükmün geçerlidir. Senin, benim hakkımdaki takdirin adalettir. Kendini isimlendirdiğin, Kitabında indirdiğin, kullarından birisine öğrettiğin veya katındaki gayb ilminde kendine has kıldığın sana ait her isimle: Kur’an’ı, kalbimin baharı, göğsümün nûru, hüznümün ortadan kalkması ve kederimin gitmesi (için vesile) kıl(manı isterim) derse, Allah Teala onun sıkıntı ve üzüntüsünü giderir ve onun yerine ferahlık ve rahatlık verir.

Sahabe:
- Ey allah'ın elçisi! Bu duayı öğrenelim mi? diye sordular.
Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu:
- Evet, bu duayı işitenin onu öğrenmesi gerekir." (İmam ahmed Müsnedi; c: 1, s: 391. Elbanî; "Silsiletu'l-Ehadîsi's-Sahîha", hadis no: 199).
Muhammed peygamberin rivayet edilen hadiste söylediği farz edilen "... veya katındaki gayb ilminde kendine has kıldığın..." sözü, “Allah’ın güzel isimlerinin bilgisi, O'nun katındaki gayb ilminde kendisine aittir. Bunu, kullarından hiç kimseye göstermemiştir. Bu ise, O'nun isimlerinin doksan dokuzdan daha fazla olduğuna delalet etmektedir.” anlamını çıkartmalarına sebep olmuştur.

Şeyhulislam İbn-i Teymiyye bu hakkında şöyle demiştir:

"Bu hadis, Allah Teala'nın isimlerinin doksan dokuzun üzerinde olduğuna delalet etmektedir." (Mecmûu'l-Fetava; c: 6, s: 374).
Yine başka bir aktarımda Muhammed peygamber’in 'Şüphesiz Allah'ın isimlerinden doksan dokuzu vardır. Kim, bu isimlerin hakkını yerine getirir ve ve gereğine göre amel ederse, cennete girer.' diye aksettirdiği belirtilmiştir. (5)


"Allah'ın 99 ismi vardır. Bu isimleri ezberleyen kimse cennete girer." (Buharî, Deavat, 68. VII, 169)

Tirmizî, İbn-i Hibban ve Hakim`in bu konudaki rivayeti ise, şöyledir:
"Kim bunları (Esma-i Hüsna`yı) manalarını anlayarak sayar, bunlarla Allah`ı zikrederse Cennete girer." (6)


Kuran’da ise aktarılan ayetler şu şekildedir:

7:180 En güzel isimler ALLaH'ındır; öyleyse O'nu onlarla çağırın. O'nun isimlerini tahrif edenleri bırakın; yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.

17:110 De ki: "İster ALLaH diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız, tüm güzel isimler O'nundur. " Namazda ne ilan et, ne de gizle; ikisinin arasında bir yol tut.

20:8 ALLaH, O'ndan başka tanrı yoktur. Tüm güzel isimler O'na aittir.


56:75 Yıldızların yerlerine yemin ederim.
56:76 Onun ne büyük bir yemin olduğunu bir bilseniz!
56:77 Bu, onurlu bir Kuran'dır.
56:78 Korunmuş bir kitaptadır.
56:79 Onu ancak temizler kavrayabilir.
56:80 Evrenlerin Rabbinden indirilmiştir.
56:81 Siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?
56:82 İnkar etmeyi iş mi ediniyorsunuz?
56:83 Ya can boğaza dayandığı zaman?
56:84 O anda siz bakınmaktasınız.
56:85 Biz ona (can çekişene) sizden daha yakınız; ancak siz göremezsiniz.
56:86 Yaptığınızın karşılığını görmeyeceğiniz doğruysa,
56:87 Onu geri çevirsenize, eğer doğru sözlü iseniz?
56:88 ancak o, (bana) yaklaştırılanlardan ise,
56:89 o zaman neşe, çiçekler ve nimet bahçeleri…
56:90 O, sağda olanlardan ise,
56:91 "Sana sağdakilerden selam olsun!"
56:92 ama o yalanlayan sapıklardan ise,
56:93 kaynar sudan bir ağırlanma,
56:94 ve cehennemde yanma…
56:95 Mutlak gerçek budur.
56:96 Öyleyse Büyük Rabbinin ismini/ Rabbini büyük olan ismiyle yücelt. (İsmi Azam?!)

3. Son Dönemlerde Türkiye’de Öne Çıkan Esma Felsefelerinin Kaynağı Nedir?


Açıkçası benim de neden bilmem, bu zamana kadar Esmalar konusuna özel bir ilgim olmamıştı. Sadece Kuran’da geçen Allah’ın isimlerinin 19 sayı sistemi içindeki hayranlık verici yerini inceleme fırsatı bulmuştum. Size de zaten bu konudan yazının ilerleyen bölümlerinde bahsedeceğim. Ancak son dönemlerde herhangi bir kitabevine gittiğinizde dinler ile ilgili kitapların bulunduğu alana şöyle bir göz gezdirirseniz yayınlanan ve öne çıkan kitapların % 90’ının tasavvuf, esmalar, enerji, mistisizm, kabalistik ve okült öğretiler, melekler ile iletişim vb. konular üzerine olduğunu hemen fark edebilirsiniz. Bunun yanısıra Youtube üzerinde inanılmaz bir video trafiği de var. Youtube üzerinde bu konu üzerine yayılan tüm videoları izlediğimi düşünüyorum. Çoğu kitabı da okumaya çalıştım. Bu kadar çabalamamın sebebi şaşkınlığımdı… Neye mi şaşırdım? Kendimi bildim bileli Kuran okuyan veya bu konulara meraklı olan biri olarak söylem sahiplerinin ulaştıklarını söyledikleri, bu kadim bilgilerin kaynağının ne olduğunu merak ettim. Ve en çok da şuna şaşırdım ki Allah ile kandıranların ve onlara kananların toplumu sürüklediği şirk çukurunun bu denli derin olabileceğini düşünemeyecek kadar hala saf kalmış bir yanım varmış. Tüm bu süreç boyunca yaptığım çalışmalar sırasında okuduklarımı ve çocukluğumdan beri içine doğduğum hayat tarzı nedeniyle teğet geçtiklerimi geriye doğru analiz ettiğimde, Allah’a beni düşüncemdeki saflık ve insanların kötülüğe meylinin bu denli çok olamayacağına olan inancımdaki masumiyet nedeniyle yanılıp, şaşırıp nefsime zulmedebilecek durumlara düşebilecekken merhametiyle korumuş olduğunu bir çok kez hatırlatması nedeniyle durmadan şükrettim. İşte bu konu hakkında insanları elimden geldiğince bilgilendirmek fikri de benim için o saatten sonra bir şükür vesilesi oldu. Sizden ricam ön yargılarınızı ve geçmişte size bebek masalları gibi anlatılan hikayeleri bir süreliğine unutun. Sadece objektif olduğunuzdan emin olarak korkusuzca düşünmeye başlayın.

Yukarıda kitaplarının fotoğraflarını da verdiğim yazarların bu konular hakkında oldukça yayılmış görüşleri var. Bu kişiler esmalarla ilgili aktardıkları konuların kadim islami bilgiler olduğunu, denenmiş ve kabul edilmiş yüzyıllardır süregelen inanışlar olduğunu, Kuran ve keşif/ilhamlar ile edinilen diğer kaynakların (!) tanıklığı ile doğrulandığını söylüyorlar. Televizyon ekranlarında okumuş geçinen kişiler, Serhat ahmet Tan, Kubilay Aktaş, Tuğçe Işınsu gibi insanlara sürekli yer veriyor, kimse de “Senin bu anlattığın şeyin kaynağı ne?” diye sormuyor…
17:36 Bilmediğin bir şeye ardına körü körüne düşme, çünkü işitme, görme duyusu ve beyin, hepsi ondan sorumludur.

Peki o halde ben sorayım! Kaynağınız ne?

Ne yazık ki kaynağın sadece Kuran olduğunu söylemek imkansız. Hatta bu konuyla ilgili ortaya atılan görüşler Kuran kaynaklı olan bilgilerin yanında o kadar kalabalık ve temelsiz ki insan içine girdikçe bilgi kirliliğinden boğuluyor. Şimdi Serhat Ahmet Tan’ın sanki Allah kelamı gibi övdüğü bilgilerin düşünce sahibi İbni Arabi’nin kim olduğundan ve fikrini temellendirdiği esma sisteminden biraz bahsetmeliyiz.

4. İbni Arabi ve Felsefesi Hakkında Kısa Kısa…

Konuları daha spesifik şekilde inceleyebilmek için ayrı başlıklar altında başlıklandırarak devam etmek istiyorum.

5. İbni Arabi

 
İslam dünyasında batıni ve felsefi tasavvufun başlıca temsilcilerinden biri olan İbn-i Arabi, kendi dönemine kadar gelişip şekillenen tasavvuf akımlarının ortaya koyduğu zengin literatürden büyük ölçüde faydalanmıştır. Onun sistemi son derece eklektik (derleyici) idi. Çalışmalarını ortaya çıkarırken slami ya da gayri islami, Sünni ya da gayrı sünni olan her tür kaynaktan fikirler derlemiştir. Tasavvufi görüşleriyle dikkat çeken İbn Arabi’nin bilgi kaynakları sıralamasında vahiy, ilham, akıl, duyu, ilham ve keşf yer alır. O, keşif yolunu vahyin merkezi Kur’an’ı anlamanın imkanı olarak görür.

İbn-i Arabi'nin, Ebu Hamid Gazzali’nin (v.505/1111) Adem hakkındaki anlayışını geliştirip ortaya attığı zamandan itibaren yoğun tartışmalara konu olan vahdet-i vücud doktrinini temellendirirken (Vahdet-i Vücud kelime manasıyla “varlığın birliği” demektir. Başka bir ifadeyle “Her şey allah’tır” demektir. Bu anlayış tasavvufun temel direğidir.) naslar üzerinde yaptığı ve çeşitli spekülasyonlara yol açan tevilleri, yaratanla yaratıkları arasındaki kesin ayrımı ortadan kaldıran yaklaşımları, peygamber'e beşer üstü bir mahiyet tanıması, Şii-İsmaililer'den aldığı bazı ilkelerin yanında eski Mısır, Yunan ve Hint kültürlerinden gelen kavram ve problemleri tasavvufa taşıması, nihayet sisteminin bütünü itibariyle dinler ve inanışlar arasında adeta fark gözetmeyerek dinler üstü bir dini savunduğu izlenimi uyandıran hoşgörüsü gibi sebeplerle islam düşünce tarihinde en çok tartışılan, leh ve aleyhinde en fazla fetva verilen düşünürlerden biri olmuştur.

İnandırıcılığını arttırmak ve düşüncelerini kabul ettirmek için Kur’an ayetlerini istediği gibi tevil edip, işine gelecek şekilde kullanmaktan çekinmediği görünmektedir. Eğer durum gerektiriyorsa bazen de kendi söylediklerinin yanlış anlaşıldığını, çünkü herkesin kendisini anlayacak kapasitede olmadığını, bu nedenle herkesin, kendi kitaplarını okumasının uygun olmayacağını, bazılarına kendi kitaplarını okumanın haram olduğunu belirtmiştir.

İslam ve islam dışı ayrımı yapmaksızın kendi monist vahdet-i vücûd sistemini her anlamda destekleyecek bütün kaynakları kullanmıştır. Kaynaklar arasında hiçbir tercih yapmazdı ancak kendi genel sistemi ile ilişkisi olduğunu düşündüğü her şeyi onlar arasından seçerdi. Bu kaynakların temelinde, tüm islam entelektüellerinin ana kaynağını teşkil eden Kur’an ve peygamber sözleri de yer alırdı.

Esasen Roma, Eski Yunan, Hint ve Çin kaynaklı mistik odaklı ‘varlığın birliği’ öğretileri göz önüne alındığında, özellikle İbn-i Arabi’nin çok şey borçlu olduğu Plotin/us (v.MS.270)ve Yeni Platonculuğun etkisi hesaba katıldığında, İbn-i Arabi ne yeni bir felsefenin kurucusudur, ne de Tanrı’nın aşkın birliği ve kozmostaki içkinliği, yetkin insan, sabit arketipler gibi konuları ele alan ilk kişidir.

O, doğup yetiştiği Endülüs'te yaygın olan İbn-i Meserre Okulu ile onun uzantısı mahiyetindeki Meriyye okulunun egzotik, gnostik ve vahdet-i vücudcu öğretilerini, İbn-i Berrecan (v.530/1136),İbn-i Arif (v.536/1141), Ebu’l-Kasım İbn-i Kasî (v.546/1151) ve Ebu Medyen (v.594/1197) gibi sufiler kanalıyla yakından tanımış; İbn-i Kasi'nin, Allah'tan doğrudan bilgi almayı peygamberlere münhasır görmeyip, aksine Allah'a giden yolun şartlarına uyan herkese bu kapıların açılacağı tezini işlediği Hal'u'n-na'leyn adlı eserine bir şerh yazmıştır.

Adı geçen bu iki tasavvuf okulunun (İbn-i Meserreve Meriyye) da öğretileri büyük ölçüde, İskenderiyeli filozoflarca ortaya konan Pisagorcu ve Yeni Eflatunculuktan mülhem gnostik fikirlerin hakim olduğu sahte bir Empedokles felsefesinden ibaretti. Bu durum onun, tasavvufa dair zihni ve ruhi disiplinini, Doğu İslam ülkelerine seyahate çıkmadan önce daha Endülüs'te iken aldığını göstermektedir. Bunun yanı sıra o, Doğu'da gelişmiş olan tasavvuf hareketlerini yakından tanıdıktan sonra özellikle Bayezıd-i Bistami (v.261/875) ve Cüneyd-i Bağdadi’nin (v.298/911) vahdet-i vücudu hatırlatan yaklaşımları ile Hallac-ı Mansur'un (v.306/919) sisteme kavuşturamadığı batıni görüşlerinden de büyük ölçüde yararlanmıştır. Ayrıca özellikle tasavvufta felsefi düşünceye yönelenlerin ilki olan Hallac'ın, Kur'an'ı batıni tevillere tabi tutmasının İbn-i Arabi’yi bu yönde cesaretlendirdiğini söylemek mümkündür.

El-Afifi’ye göre İbni Arabi’nin yöntemi, önce bir ayet veya hadis gibi bütünüyle İslami olan bir kaynak ile başlayıp, sonra da bunu kendi anlamından kopartıp, istediği herhangi bir felsefi veya tasavvufi anlamı yüklediği bir süreçte felsefi bir yöntem ile yorumlamaktan ibaretti. Bu amaç da, yine Afifi’ye göre İslam’ın değiştirilmesi ve temel akidelerinin ve ilkelerinin ortadan kaldırılmasıdır.

İhvan-ı Safa’ya göre Tanrı, her şeyin sebebidir. Tanrı eşyayı bir yapı ustasının binayı inşa etmesi gibi değil, sayıların 1 sayısından çıkması gibi kendisinden çıktığı gibi yaratır. Yaratılma temelde bir ‘sudûr’dur. ( Sudür anlayışına göre kainat, ilahi varlıktan başlayarak derece derece genişleme ve yayılma yoluyla meydana gelmiştir. Bu fikrin temeli büyük ölçüde Platinos'un düşüncesine dayanır. Varlık sözünün ifade ettiği mana dahi aşkın olan ilk ilke'den sudür etmiştir. O, ilk ilke'nin "tek"liği üzerinde titizlikle durur. Her şeyin ilk İlke'den suduru (taşması, çıkması), her şey ancak O'nunla var olur anlamına gelir. Plotinos'un ilk ilke'sine Farâbı ve İbn Sina Zorunlu Varlık (Vacibu'l-Vücûd) derler. Bu aynı zamanda düşünür ilkedir. O'nun düşünmesi varlığın nedenidir.)

Bazı Yunan filozoflarında görülen alemin içindeki her şeyin canlı olduğu fikrini ileri süren İbn-i Arabi'nin alemi dairesel olarak düşünmesi ve oluşları bununla izah etmesi örneğinden de İhvan-ı Safa felsefesinden etkilendiği anlaşılmaktadır. Dahası o, bu hususta İhvan-ı Safa vasıtasıyla Pisagorcu mektepten etkilenmiştir. İhvan-ı Safa Allah'ın alemi küre şeklinde yarattığını, bunun da şekillerin en üstünü olduğunu ileri sürer ve sayılarla alemdeki nesne ve olaylar arasında ilişki kurardı. İbn-i Arabi de onlar gibi sayılara ve harflere önem atfetmiş, geometrik izah tarzlarına gitmiş ve ilk yaratılan akl-ı evvel ile başlayan oluş dairesinin son yaratılan insanla tamamlanıp kemale erdiğini belirtmiştir.
İbn-i Arabi, hariçte bulunan şeylerin Allah'ın varlığının aynısı, mahiyetlerinin ise ilahi ilimde bulunan a'yan-ı sabite olduğunu iddia eder. Bu durumda şeyler hem mahiyet hem de varlık bakımından Allah'ın aynısı olmaktadır. Bu ise onu panteist anlayışa götürmektedir. (Panteizm ya da tüm tanrıcılık, her şeyi kapsayan içkin bir Tanrı'nın, Evren'in ya da doğanın Tanrı ile aynı olduğu görüşüdür.) (26)

A‘yân-ı sâbite terimi tasavvuf tarihine İbnü’l-Arabî ile girmiş, daha sonra mutasavvıflar Allah, âlem ve insan ilişkileri konusundaki kanaatlerini ve varlık görüşlerini büyük ölçüde bu kavrama dayanarak açıklamışlardır. İbnü’l-Arabî’ye göre yaratıkların ve eşyanın (mükevvenât, mümkinât) üç safhası vardır. İlk safhada eşya birbirinden ayırt edilmeksizin ve aralarında bir farklılaşma söz konusu olmaksızın (bilâ-temeyyüz ve mücmel) Allah’ın ilminde küllî bir bilgi olarak vardır. Buna “şüûn-ı sâbite” veya “taayyün-i evvel” (vahdetteki ilk belirme) denir. Eşya ikinci safhada a‘yân-ı sâbite halindedir; birbirinden ayrılmış ve farklılaşmış bir vaziyette (bi’t-temeyyüz ve’l-mufassal) Allah’ın ilminde vardır. Bu safhada varlıklar müşahhas şeyler halindedir. Buna da “taayyün-i sâni” adı verilir. Üçüncü safhada eşya “a‘yân-ı hâriciyye” halinde vardır. Eşyanın bu şekilde dış âlemde zuhûr ve tecellî etmesine “taayyün-i hâricî” adı verilir; yaratma (halk) bundan ibarettir. Vahdet-i vücûd nazariyesine göre varlık bir tanedir; o da Allah’ın varlığıdır. A‘yân-ı sâbitenin âlemdeki tecellîsi olan dış varlıklar, hakikatte Hakk’ın oluş vasfıyla zuhûr etmesinden, yani varlığının dışa taşmasından (feyezân) ibaret olduğundan aslında “yok” hükmündedir. Kendilerine aitmiş gibi görünen varlıkları aslında Hakk’ın zuhûr etmiş varlığıdır; gerçek değil gölge varlıktır. (27)

İbn-i Arabi'nin Hermetizm ve Yeni Pisagorculuk'tan gelen sayı ve harf sembolizmine dair görüşlerinin de İhvan-ı Safa'dan kaynaklandığı görülmektedir. Onun hakikat-ı Muhammedîyye tezi (Hakikat-ı Muhammediye, ilk yaratılan ve Allah’a en fazla muhatap olan varlığın Muhammed peygamber olduğuna inanılmasıdır. Görüşe göre O, varlığın en esaslı özüdür ve Allah’ın en sevgili kuludur.) sûfîlerdeki ‘kutub’; Karmatîler ve İsmailîlerdeki ‘Ma'sûm İmam’ ile eşittir. Başka bir ifade ile o, ruhani alemin etrafında döndüğü merkezdir.

Tabiatı ve anlayışı gereği sansasyona elverişli her bilgiye ilgi duyan İbn-i Arabi ‘evliya ilmi’ dediği sayı ve harfler metafiziğine çok değer vermiş ve kainattaki oluşum ve olayların şifresi saydığı harfleri çeşitli kategorilere ayırarak anlamlandırmaya çalışmıştır. Onun evliyaullah ilimlerinden biri dediği bu harf ve sayıları vücûd ve mertebelerinin sembolleri olarak ele alması Pisagorcu mektebe; ilahi nefesin görülen şeylerin suretlerine inmesi gibi görüşleri ise Plotin'in ‘sudur (emanation)’ kavramına benzemektedir. Şiî İsmailîler'in Ca'fer es-Sadık'a izafe ettikleri bu sanal ilim, gizli ilimler adı altında cefr ve vefk tablolarının hazırlanmasında bir anahtar rolü üstlenmiştir. Eski dünyanın bu tür köhne fikirleri, manevî birer otorite olarak kabul edilen şahsiyetler kanalıyla İslam kültür dünyasında yaygınlık kazanarak halkın metafiziğe (gayb) karşı duyduğu yakın ilginin de istismarına yol açmıştır. Şu da bilinmelidir ki İbn-i arabî’nin sayı bilgisinin kaynağı keşf ve irfandır.

Bazı şarkiyatçı ve müslüman araştırmacıların belirttiği gibi o, İbn-i Meserre kanalıyla Empedokles'in fikirlerini öğrenmiş ve bunlardan etkilenmiştir. Keza o, ilkel toplumların büyü, sihir, afsunları, Yunan felsefesi, Meşşaî felsefesi, Hint ve Fars mistisizmi ile Patristik dönemin kilise babalarından, Hristiyan gnostisizminden, İskenderiyeli Philon'dan ve Stoacılar'dan ve yeni Eflatûnculuktan faydalanmış; Batınî İsmailîler, Karmatîler, İhvan-ı Safa ve kendisinden önceki Müslüman sûfîlerin yanı sıra Kur'an, Hadis, Kelamdan istifade etmiştir. Dolayısıyla onun hayatında ve fikirlerinde kendisi de orijinal unsurlar katmış olmakla beraber kendinden önceki kadim tasavvufun bütün özelliklerini görmek mümkündür. O, ulaşabildiği her kaynaktan yararlanarak bu sisteme dair tasavvufi ıstılahlar geliştirmiştir.(26)

6. İbni Arabi’nin Esmalar Hakkındaki Felsefesi


İbni arabi’ye göre “Uluhiyetin (Uluhiyet: Allah'ın, kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile her şeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi anlamına gelmektedir. Bunu da ilahlık sıfatları ile yapmaktadır; bu sıfatlar ilim, irade, kudret, sem, basar, kelam ve hayat sıfatlarıdır.) zahir (görünürde olan) ve batından (bilinmeyen yüzü oluşmak üzere iki yönü vardır; zahiri halk, batını ise Hak’dır. Bu ikisi arasındaki fark, su ile buz arasındaki fark gibidir. Buz zahir, su ise batındır. Zahirde buz, suyun gayrı; hakikatte ise aynıdır."

İbn Arabi’ye göre insan, esmaü’l hüsnanın zahir ve batınını temsil eder. İnsan bedeni Allah’ın zahir isminin tezahürü; ruhu ise batın isminin bilinmezliğinin bir gereğidir. Şeytana ise sadece beden verilmiş, ruhtan hisse verilmemiştir. Onun için hilafet şeytana verilmeyip insana verilmiştir. İbni  Arabi’ye  göre  tüm  yaratıkların  Allah’ın tecellileri olduğu teorisinden hareketle tecellilerin isimlendirilmesiyle Allah’ın isimlerini belirlemede sınırsız davranmıştır. (İbni Arabî’nin kullandığı  ‘tecelli’ kelimesiyle, yaratıcının bir varlıkta ortaya çıkış anlamı değil de bir varlığın kendisini var eden yaratıcının ismine delaleti anlaşılmaktadır.)

İbn Arabi alemin yaratılışını zamanın yaratılmasından önceye özgülemektedir. Bu düşünceyle   Allah’ın varlığıyla alemin varlığını aynılaştırmaktadır.

İbn Arabi’ye göre esma ve sıfatların ortaya çıkışı şöyle izah edilmektedir. ‘Allah kendi zatını, aynını, isimlerini ve sıfatlarını görmek istemiştir. Bu istek gereği Allah’ın bir ortam yaratması gerekmekteydi. Ortam için insanı uygun bulmuştur. Orada Allah kendisinin aynısını görmüştür. İbni  Arabi  Allah’ın  yaratılanlar içinden insanı kendine en yakın surette yarattığını kabul eder. ‘Allah Ademi kendi  suretinde  yarattı, onun için Allah’ın nuruna layık ilahi nurunun bir sureti vardır.’

İbn  Arabi, Allah’ın isimlerini üç kısma ayırmıştır: Bir bölümü, kendisinin isimlendirdiği, meleklerinden veya başkalarından dilediğine açıkladığı ve kitabında bildirmediği isimleridir. Bir bölümü kendi ezeli gayb bilgisi içerisinde saklı tutulmayı tercih ettiği ve hiç kimseye açıklamadığı isimleridir. Bir bölümü de kitabında indirdiği kullarına bildirdiği isimleridir.

İbni Arabi’ye göre melekler kendilerine hangi isimler öğretilmişse onları bildiler. Allah’a ancak  kendilerine  öğretilen  isimlerle  tesbih  ve  zikirde  bulundular. Kendilerine öğretilmeyen isimlerle  tespih, tezkir ve tahmidde bulunamadılar. Çünkü varlıklarında böyle bir kuvvet yoktu. Bu ifadeleriyle  İbni Arabi isimlerin öğretildiği kadar bilinebileceğini kastetmektedir. İnsana öğretilen isimler meleklerden daha fazladır. Bu münasebetle insanlar meleklerden daha üst mevkidedirler diye düşünmekteydi. İbn Arabi isimlerin asıllarına veya analarına dönmesi halinde sonlu olduklarını belirtirken önemli bir noktaya değinir. O nokta, isimlerden çıkan şeylerin sonsuz olmasıdır.(1)

İbni Arabi, beşeri dilde kullandığımız şekliyle harflerin terkibinden oluşan ve lisanımızda dua ve niyazda bulunduğumuz lafzi isimleri değil, tecellisi ile aleme varlık veren sonsuz güzellikteki isimleri, yani onların hakikatlerini kasteder. Dolayısıyla ilahi isimler denildiğinde iki şey anlaşılır. Bunlardan  birincisi, bizzat Allah’ın ilahi vahiy vasıtasıyla insanlara öğrettiği ve nefesimiz vasıtasıyla şekillendirdiğimiz lafzi isimlerdir. Bunlar vasıtasıyla ilahi isimleri tasvir ederiz ve O’na dua ederiz.
İkincisi ise, isimlerin aleme tesir eden hakikatleridir. İbni Arabi’ye göre alemdeki her bir varlığın, ilahi isimlerden, kendi hakikatine mahsus bir ismi vardır. Bu ikisi arasında karşılıklı bir münasebet vardır. Bir taraftan söz konusu bu varlığın hakikati, kendisine mahsus ilahi ismini ihtiva etti. İbni Arabi’ye göre ilahi isimlerin alemde tecellisi hakikate işaret ederken diğer taraftan o ilahi isim, bu varlığın Rabbi olur, varlık (insan) bu ismin tekellüfü (Tekellüf: Sıkıntı veren bir iş yapma, güçlüğe, sıkıntıya katlanma.) altına girer, ona ontolojik anlamda “ibadet” eder.

İbni Arabi’nin tüm öğretileri açısından merkezi ve anahtar bir kavram olan berzah üzerinde kısaca  durmak gerekir. Kök anlamı itibarıyla “iki şey arasındaki engel” anlamına gelen “berzah”, tanımı gereği iki şey arasında, onların birbirine karışıp kaynaşmasına mani olan gizli/gizemli bir engel, bir sınır, bir ayırıcı ve ara alan ya da durumdur. Söz  gelimi dünya hayatıyla ahiret hayatı arasında, ölümle  mahşerdeki  nihai yargılama arasında bir berzah vardır. Berzah, arasında bulunduğu her iki  alandan  tümüyle  bağımsız  üçüncü  bir  alan  değildir.  Onlardan  birine  mutlak manada yönelmeyen bir geçiş alanıdır. Hem bir engel ve hem de bir ara geçiş alanı olması itibarıyla berzah paradoksal bir yapı sergiler. Bir taraftan, söz konusu iki şeyin birbirine karışıp birbirinde yok olmasına, bir diğer ifadeyle  hakikatlerinin değişmesine ki; bu, İbni Arabi’ye göre kabul edilebilir değildir. Bir taraftan engel olurken diğer taraftan da bu iki alanı birbirine yaklaştırması onları kendi alanlarına iterek farklılıklarını mutlaklaştırmaz, tam tersine onların birliğini temin eder.

Burada bizi ilgilendiren asıl husus, alemin iki gerçeklik düzeyi arasına bu şekilde bir perde/berzah  gerilmiş olmasıdır. Bu perde/berzah, bir taraftan, vücudun iki tarafının birbirine karışmasına engel  olma özelliğiyle kader sırrının icrasına ve varoluşsal bir “emanet” yüklenmiş olan insanın bu dünyada  kendini gerçekleştirme serüvenini tamamlamasına imkan tanırken, diğer taraftan, iki tarafı birbirine  yaklaştıran ara alan olma özelliğiyle de varlığın gerçek istikametini idrake imkan tanıyan bir işaret, bir alamet ya da bir geçiş kapısıdır. Bu gerçeklik, sürekli aleme tecelli eden ve perde/berzah arkasından alemdeki suretleri hareket ettiren ilahi isimleri müşahede etme ve eşyayı hakikati üzere idrak etme imkanı sunar. Eşyayı, ne ise o olarak idrak etmek gibi zor bir ilmin hasıl olması için ise, Allah ile insan arasındaki kalın perdelerin kalkması ve kalplerin “Hakk’ın nuru”yla aydınlanması gerekir.


Allah, zatı itibarıyla hiçbir şeyle karşılaştırılamaz iken ilahi sıfatların alemle kesintisiz bir irtibatı vardır. İbni Arabi’ye göre “Vücudda sadece yüce Allah, O’nun sıfatları ve fiilleri olduğu için vücuddaki her şey O’dur, O’nunladır, O’ndandır ve O’na doğrudur.”

İbni Arabi her ilahi ismin alemdeki bir varlığa Rab oluşunu isimlerin Allah ile bağlantılı olması yönüyle  açıklar. Bir diğer ifadeyle, belirli bir sıfatı ile birlikte ya da tecellilerinden bir tecellisi itibarıyla Zat bir isimle  isimlenir. Mesela kendisi için rahmet, merhamet söz konusu olan Allah/Zat, “Rahman” ismiyle isimlenir. Alem, işte bu ilahi isimlerin tecelli yeridir.  Alemdeki her bir hakikatin, bu ilahi isimlere  mahsus bir ismi vardır ve Allah’a dönük bağlantısı itibarıyla o ismin etkisindeki işi güçlükle de olsa yapma mecburiyeti altındadır, ona ibadet eder. İbni Arabi’ye göre esmalar (isimler), hem aleme vücut  verme hususunda gerekli olan enerjiyi, hem de varlıklar arasındaki düzen ve uyumu tanzim eder.

İbni Arabi ilham yoluyla yazdığını söylediği Fütûhat kitabında tüm bu anlatılanları detaylarıyla tasvir eder. “Bütün bu ilahi isimler imamlarına, (Her ismin etkisi altında olduğunu düşündüğü bağlı bulunduğu bir önderi, başkanı, lideri olduğunu düşünür.) onlar da Allah ismine sığındıklarında, Allah ismi de, bu isimlerin istedikleri yardımı talep ederek bütün isimlerden müstağni olması itibarıyla Tanrı’ya/Zat’a  sığındı. Mutlak iyilik ve cömertlik sahibi olan Zat, onlara istedikleri şeyle ihsanda bulundu ve Allah ismi celaline şöyle dedi: ‘İsimlerin imamlarına söyle, kendi gerçeklikleriyle alemin/kainatın/her şeyin ortaya çıkması işine koyulsunlar. Allah ismi, diğer isimlere yöneldi ve onlara bu haberi verdi. Onlar da hızla, mutlu ve neşeli bir şekilde ayrıldılar...”

Fütûhat’ın bir diğer pasajında alemin ilahi isimler vasıtasıyla vücud bulması şu şekilde anlatılır: “İsimler toplandılar ve O’nun hakikatlerine ve manalarına nazar ettiler ve hükümlerinin ortaya çıkmasını talep ettiler. Alemin hakikatlerinin bir kısmını talep eden ilahi isimler Bari ismine sığındılar (Bari: Her şeyi bir asıldan var eden, mahlukatı hiçten, örneksiz yaratan, yarattığı tüm azaları uyumlu yapan.) ve  ona  şöyle  dediler:  Umarız ki, hükümlerimizi açığa vurmak ve otoritelerimizin ispatı için şu a’yana vücûd (A’yan: Her şeyin özü, esası, mahiyeti demektir. Muhyiddin-i Arabî, eşyanın ezelden beri Allah’ın ilminde sabit olan mahiyetlerine “a'yân-ı sâbite” demiştir. ) verilir. Zira şu an bulunduğumuz  mertebe  bizim  tesirimizi  kabul  etmiyor. Barî ismi onlara şöyle karşılık verdi: (arz ettiğiniz) bu husus Kadir ismine racîdir (Yani Kadir ismini ilgilendirir. Kadir: Sonsuz güç ve kudret sahibi olan.), Zira ben onun ihatası (kuşatması, çevrelemesi) altındayım. Fakirlik ve zillet hali lisanıyla ilahi isimlerden böyle bir talepte bulunmuşlardı ve onlara şöyle demişlerdi: Muhakkak ki bu yokluk  hali, birbirimizi idrakimiz ve Hak’tan bizim üzerimizde sizin için gerekli olan şeyi tanımamız hususunda  bizi körleştirdi. A’yanımızı izhar etseniz (Herşeyin mahiyetini açığa çıkarırsanız) ve vücûd elbisesini bize giydirmek suretiyle bize ihsanda bulunsanız da böylece biz de sizin için gerekli olan hürmet ve ta’zîmin (yüceltmenin) gereklerini yerine getirsek. Ayrıca hükümranlığınız bizim zuhurumuzda (belirmemizde, oluşmamızda) bilfiil gerçekleşse. Şu an siz üzerimizde salahiyyet sahibi (yetki hakkı olma)  bilkuvve (düşünce halinde, filla mertebesine varmamış haldeki) hükümranlarsınız...  Bunun  üzerine ilahi isimler; ‘mümkünatın (Mümkünat: Varlığı ile yokluğu imkan dahilinde olup Allah'ın var etmesine bağlı olanlar.) bütün bu söyledikleri doğrudur’ dediler ve bu istenilenleri talep etmek üzere  harekete geçtiler. Kadir ismine sığındıklarında Kadir ismi onlara şöyle dedi: Ben Mürid (Kuran’daki izimler arasında geçmez.) isminin ihatası (kuşatması, çevrelemesi) altındayım. Siz a’yandan her hangi birinize ancak onun ihtisasınca (uzmanlığına, yeteneklerine) vücud verebilirim. Mutlak Hükümdar olan Rabbinden bir emir gelmedikçe mümkünat bizatihi kendi nefsiyle beni, (a’yan-ı sabiteyi imkan dairesinden vücud dairesine çıkartacak) bir konuma getiremez. Ancak O emreden (mutlak hükümdar), ona olmayı emrettiği ve “ol!” dediği zaman bizatihi bana böyle bir imkan tanır ve ben de onun icadına koyulurum ve onu tam zamanında yaratırım. Bu sebeple siz Mürid ismine sığının. umulur ki Mürid ismi yokluk cihetinden vücud cihetine bir tahsis ve tercihte bulunur da işte o zaman ben (Kadir) Amir ve Mütekellim (Söyleyici, konuşan. Allah’ın Kuran’da geçen isimlerinden biri değildir.) bir araya gelir ve  sizi icad ederiz. Sonra Mürid ismine iltica ettiler ve ona şöyle dediler: Kadir isminden a’yanımızın icadını istedik işi size havale ettiler siz ne dersiniz? Mürid şöyle dedi: Kadir doğru söylemiş fakat Alim (Alim: Gizli, aşikar her şeyi en iyi bilen) isminin sizin üstünüzdeki hükmü nedir? İcadınız hususunda  bir ilmi geçti mi, dolayısıyla sizi tahsis edelim ya da geçmedi mi? Bu hususta bende herhangi bir haber yok. Siz Alim ismine gidin ve meselenizi ona sunun. Bu sebeple onlar Alim ismine gittiler ve Mürid isminin söylediklerini ona söylediler. Alim ismi de şöyle dedi: Mürid ismi doğru söyledi. Sizin icadınız  hususunda ilmim geçti fakat edep daha evladır. Zira bizim için, bizi gözetip kollayan (Müheymin) bir  hazret var ki o Allah ismidir. O’nun huzuruna çıkmamız gerekir; Zira O, toplayıcı bir mertebedir. Bu sebeple bütün isimler Allah ism-i celalinin huzurunda toplandılar ve durumu anlattıktan sonra ne  dersiniz? dediler. O da şöyle dedi: Ben sizin hakikatlerinizi toplayan bir ismim (Cami: İstediğini, istediği zaman, istediği yerde toplayan) ve ben Müsemma’ya (adlandırılan varlığa) delilim. O (Müsemma) tenzihi ve kemal sıfatları olan mukaddes bir Zat’dır. Bekleyin de Medlûlümün huzuruna gireyim.  Medlûlünün huzuruna girdi ve mümkünatın kendisine söylediklerini ve bu hususta ilahi isimlerin dile  getirdiklerini O’na söyledi. O Zat, Allah ismine şöyle dedi: Çık ve her bir isme söyle mümkünata  hakikatlerinin gerektirdiği şeyle taalluk (alaka etsinler) etsinler. Çünkü ben Zat’ım itibarıyla Zat’ım için  Vahid’im... (Vahid: Eşi ve benzeri olmayan, zâtında tek olan.) Allah ismi, yanında Mütekellim ismi mümkünata ve isimlere söylediklerini tercüme eder vaziyette huzurdan çıktı ve onlara Müsemma’nın zikrettiklerini söyledi. Böylece Alim’in, Mürid’in, Kail’in (Kail: Razı olmuş, boyun eğmiş. Kuran’da böyle bir isim mevcut değildir.) taalluku (bağlantısı) gerçekleşti de mümkünattan ilk mümkün Mürid’in tahsisi (ayrılması) ve Alim’in hükmünce zuhûr (ortaya çıktı) etti.”

İbni Arabi’ye göre mutlak anlamda tek bir Vücud vardır ve O’nun, gaybi/ruhani, misali ya da maddi olsun bütün farklı mertebelerde zuhuru (belirmesi) ve tecellisi söz konusudur. Allah’ın birliği, bizatihi kendisi itibarıyla mutlak tekliğinin yanı sıra, sıfatları itibarıyla da “çokluğu” da içinde barındıran bir  külliliği (Bütüne, genele ilişkin) ifade eder. Allah, bu mutlak teklik mertebesinde alemden yüce  oluşunu ifade eden “Subhan”, “Aziz”,“Celil”,“Müteal” gibi tenzihi sıfatlarıyla nitelenir. Bu mertebede izzet perdesi sürekli O’nu perdelediği için, hiç kimse O’nu bu Zati tekliğinde görüp idrak edemez. Fakat sıfatları itibarıyla aleme yakındır, sürekli alemde tecelli etmektedir, bu yönüyle de her surette gözlemlenebilir. Tek bir varlığın farklı nitelik ve şekillerdeki aynalarda farklı suretlerde gözükmesi  gibi mutlak vücûd (Allah yani) da alemdeki zuhur (oluşan, görünen) yerlerinde farklı şekillerde belirir.


İbni Arabi’ye göre alem bir mana için gelmiş bir harf, bir kelime gibidir. Manası ise Allah’tır. Mananın  harfle irtibatı sürekli olduğu gibi Allah da sürekli alem ile beraberdir. Kısaca alem, Hakk’ın zuhur  yeridir. Zatı itibarıyla Allah, her şeyden mutlak münezzehtir ve alem bu yönden Allah’tan başkadır. Fakat alemde  Allah’ın isimlerinin tecellîsinden başka bir şey bulunmadığından Allah’tan bütünüyle  ayrı da değildir. İşte bu şekilde İbni Arabi, Allah-alem münasebeti hususunda sürekli aynılık ve ayrılığı vurgular.

İbni Arabi’ye göre alem, yukarıda değindiğinilen pasajda da ifade edildiği şekliyle, ilahi yakınlık ve birliktelikleri, yani ilahi isimlerin alemin suretini icat etme yönündeki  talepleri neticesinde belirir, ortaya çıkar. Alemin ortaya çıkışını anlatırken metafizik bir “sıkıntı”dan bahseder. Bu “sıkıntı”, mümkün  varlıkların, izafi (İzafi: Göreli, bağlı olduğu şeye göre değişen) yoklukları üzere hal lisanı ile ilahi isimlerden a’yanlarını açığa vurma noktasındaki taleplerinde hissedilir. Ardından bu metafizik “sıkıntı” ilahi isimlerde de tezahür ederek Müsemma’ya arz olunur. Söz konusu bu talep ve bundan kaynaklanan “sıkıntı”, sonsuz ilahi isimlerin hüküm/hükümranlığının ya da Rab olma hususiyetini  açığa vurma imkanı  tanıyacak zuhûr yerlerinin/alemin henüz harici olarak vücud bulamamasıyla ilişkindir.  Bari ismi, ilahi isimlerin bu taleplerinden kaynaklanan sıkıntıyı “Rahmani Nefesiyle” giderir. İbni Arabi, bu sıkıntıyı zenginliğine muhtaç kimseyi bulamayıp da söz konusu zenginliğini açık edemeyenin çektiği derin kaygıya benzetir. İşte bu temel metafizik kaygı sebebiyle ilahi isimler, alemin belirmesi talebiyle Allah ismine yönelirler. Bu yöneliş neticesinde “Alim” ismi ile alemin misali (suretlerden ibaret olan alem) belirir. İlahi isimler bu misaldeki kendilerine uygun hakikatleri görmüş ve her isim aleme ilişkin olarak bu ilk zuhur eden misaldeki  gerçekliklerine aşık olmuştur. İşte metafizik  düzeydeki bu cezbe, muhabbet ve aşk onları gerçek anlamda var olmaları ve otoritelerinin ortaya çıkması için bizzat bu misalin biçimini, görünüşünü yani “alemi” icat etme arzusuna ve gayretine sevk  etmiştir.

Bu sebeple sonsuz güzellikteki ilahi isimler, İbni Arabi’nin nazarında bu alemde etkili olan ve gerçekliğini Allah’tan başka kimsenin bilmediği “ilk anahtarlar/gayb anahtarları”dır. İşte bu cihetten bakıldığında alemdeki her gerçekliğin her ne kadar görünüşte pek çok ismi olsa da vücudi düzeyde  bu ilahi isimlere ilişkin hususi bir ismi vardır. Bu isim, söz konusu o gerçekliğe Rab olur, buna karşılık o da O’na kul olur. (Her insanın yönetici esmasının o insanın rabbi olduğunu düşünmelerinin sebebi budur. Yani bu görüşe göre her insan kendi nefsinde, karakterine yön veren kudreti rab edinmiştir. Hal böyle olunca tek bir Tanrı değil bir çok Rab söz konusu olmaktadır.)

İbni Arabi’nin alemin yaratılmasıyla alakalı olarak, kimi zaman ezeli aşk ve muhabbetle,  kimi  zaman  da metafizik bir kaygıyla ilişkilendirdiği bu ilk ezeli hareket ve bunun neticesinde beliren ve latif metafizik bulut anlamındaki bu ilk gerçeklik, farklı birçok isimle anılsa da ilk yaratılan şeydir ve alemin  cevherini oluşturur. Bu ilk gerçeklik, Rahmani bir nefes olması hasebiyle tüm varlıklar Allah’ın sonsuz  rahmeti sonucu varlık kazanmıştır ve Rahman’ın Nefesi, tıpkı insan nefesinin, konuşma esnasında meydana gelen bütün harf ve kelimeleri ihtiva etmesi gibi bütün varlığın suretlerini içine alan bir cevher olmuştur. İbni Arabi’ye göre bu sebeple de varlığın cevheri gerçekte Rahman’ın nefesinden başka bir şey değildir. Çünkü ilahi üfürüğün etkisiyle birlikte, en yücesinden en aşağısına kadar bütünüyle alemin şekli bu cevherde görünür olmuştur.

İbni Arabi’ye göre, aleme varlığını verip, kendisinden bağımsız, müstakil varlıklar yaratıp kendi köşesine çekilen bir Tanrı tasavvuru mümkün değildir. Allah ile alem arasında ontolojik anlamda  mutlak bir uzaklık değil sıfatların görünür olması yönünden bir yakınlık ve her an canlı, dinamik bir  ilişki  vardır. Bu dinamik ilişkiyi ve yakınlığı sağlayan temel gerçeklik ise ilâhi sıfatlar ve onların  belirmeleridir. Başta İbni Arabi olmak üzere sufiler de Allah ile alem arasında, mutlak manada ayrıştırıcı ve aleme Mutlak Vücûd’dan bağımsız bir varlık alanı tanıyan kalın çizgiler çekmemişlerdir. (2)

7. Vahiy Kavramı İle Denk Tutulan “Keşif ve İlham” Meselesi


Kendimi bildim bileli dini konulara ilgim fazlaydı ancak bu denli algılarım açık olmasına rağmen bu sene şahit olduğum kadar çok keşif ve ilham ile metafizik alemle iletişime geçen insanların sözlerinin doğruluğunu bu vesile ile kanıtlama çabalarına hiçbir dönemde rastlamadım. Benim cahilliğim tabi, bir insana bu tarz bir delilik hali geleceğini ve bu haline rağmen arkasından sorgusuz sualsiz sürüyle insan çekebileceğini tahmin edememiş olmak gerçekten benim saflığım.

Geçenlerde sizinle paylaştığım David Icke konusunu hatırlarsınız sanıyorum. (https://burasiyerimi.blogspot.com/2019/10/david-icke-analizi-insanoglu-aynaya-bak.html) Ben orada bu konuya biraz da olsa değinecek kadar analiz yapmıştım. Ancak islam toplumu içinde nicedir bundan çok daha fazla tutulan fikir akımlarının öncülerinin keşif ve ilham yoluyla yücelendiklerine asla şahit olmak istemezdim.

Esmalarla ilgili araştırmam sırasında İbni Arabi ile ilgili kaynakları tararken kendime “nedir bu işin kaynağı, aslı astarı?” diye ciddi ciddi soruyordum. Fakat gördüğüm bir pasaj gözlerimin yuvasından oynamasına sebep oldu. Alim diye övünen lafı dinlenen, televizyonlarda orada burada saygı gören bir çok insanın peşine düştüğü fikrin kaynağı bu muydu yani??

İbni Arabi-Fususü’l-Hikem Şerhi

“627 (hicri) yılı Muharrem ayının son günlerinde, Şam’ da bulunduğum sıralarda Allah peygamberi Hz. Muhammed’i (a.s) gerçek bir rüya aleminde gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana buyurdular ki, bu “Fususü’l-Hikem” (Hikmetlerin Özü) kitabıdır. Bunu al ve halka açıkça anlat da hikmetlerden herkes faydalansın.”

Kuyuya taşı atan zat yukarıda kendisini yeteri kadar anlatıyor sanıyorum. Şimdi arkasından giderek onunla aynı kuyuda taş arayan başka birinin önsözünden alıntılıyorum:

Fususü’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmed Avni KONUK Önsözü

“Ey hakîkate susamış olan tefekkür eden mü’minler! Bu şâheser kitap, kâmillerin en ileri derecede olanı ve tahkîk ehlinin ilimde tâkipçisi olduğu Şeyh-i Ekber Muhyiddîn İbni Arabî (r.a.) efendimizin yazdığı üstün eserlerden olan Fusûsu’l-Hikem’dir. Ma’nâları Hz. Şeyh’in kalbine (S.a.v.) Efendimiz tarafından aktarılması, ve latîf isminin risâlet-penah zâtları tarafından isimlendirilmesi yönüyle, madde bedende işlevini sürdüren beynin eseri ve akla dayanan yargıların netîceleri değildir. Baştan sona hakîki aslından nebîlerin kalplerine (aleyhimü’s-selâm)a indirilmiş olan ilâhî ma’rifetler ve hikmetlerden ibaret, ve kayıtlama ehli olan akıl sahiplerinin bilmediği ve idrâk edemediği hakîkatler ile dop doludur.”

Vay vay vay!

Bu aşamadan sonra araştırmalarıma başka bir boyutta devam ettim. Araştırmam sona ermek üzereydi ancak yazıyı harmanlamadan tasavvuf ile ilgili az da olsa aklımda kalan ve doğru olduğuna kanaat getirdiğim birkaç bilginin daha olduğunu anımsayıp, Cemre Demirel’in harika kitabı “Bir Başka Din: Tasavvuf” u okumaya başladım. Şu aşamadan itibaren bu kitabı ayrıca okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Ben içinden sadece esmalarla ilgili fikirlerime destek olacak olan kısımları parça parça alıntıladım. Ancak içinde inanılmaz önemli bir çok konuya daha rastlayacaksınız. Blog kütüphanemize ve bu yazıya olan katkılarından ötürü özellikle kendisine teşekkür etmek istiyorum.

İbni Arabi-Fususü’l-Hikem Şerhi’nde gerçek bilgiye ulaşmanın tek yolunun keşif ve ilham olduğunu söylemekten çekinmiyor. Bu ve bunun gibi kişiler için akıl ve düşünce yoluyla gerçek bilgiye hiçbir zaman ulaşamayız. Keşif ve ilham denilen olaylar David Icke, Arabi, Mevlana gibi seçilmiş (!) kullara, yanı Tanrı parçası olduğunu idrak etmiş şeyhlere nasip olduğu için, gerçeği sadece şeyhlerden öğrenebilirmişiz. Dikkat ederseniz Allah’tan vahiy alıyorum deseler kimse inanmayacağı için ilham aldıklarını söyleyerek kıvırmaktadırlar. Hemen aşağıdaki yazıya göz atalım:

İbni Arabi-Fususü’l-Hikem Şerhi

“Bu anlayış hakikat ve keşif yoluyladır. … (Aradaki kısımları atlıyorum ancak siz Cemre Demirel’in kitabından alıntının devamına ulaşabilirsiniz.) Şu halde o her şeyi görendir. Yani fikirle değil şuhud yoluyla bilici ve görücüdür. Bunun gibi zevke ait bilgi de düşünce yoluyla değil, şuhud yoluyla elde edilen bilgidir. İşte bu bilgi gerçek ilimdir. Bundan başkası zan ve tahminden ibarettir, asla ilim değildir.”

Şimdi de Mevlana’nın en önemli eseri olan Mesnevi’nin önsözünden bir kesit aktaracağım: (Mevlana, Mesnevi. Milli Eğitim Basımevi, 2. Baskı, 1953, Cilt1. Önsöz.)

“Mesnevi Alemlerin Rabbinden inmedir.” (Mevlana)

2007 basımı Mesnevi’nin önsözünde aynı bölüm şu şekilde aktarılmıştır: (Mevlana, Mesnevi. Timaş Yayınevi, 2007, Cilt 1, Önsöz.)

“...Mesnevi, alemlerin Rabbi tarafından indirilmek hasebiyle onun önünden ve ardından batıl yol bulamaz. Zira Allahu azimüşşan koruyup gözeticidir. O en iyi koruyan ve merhametlilerin en merhametlisidir. Bu Mesnevi için nice güzel lakablar vardır ki, onları da yüce Tanrı takmıştır…”

Mesnevi’nin bir başka beyitinde aynen şu ifadeler geçer:

“...Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir! Sofiler bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir...”

Mevlana kendi yazdığı Mesnevi için şu tabirlerini kullanmaktan çekinmez.

“Ormanlar kalem, denizler mürekkep de olsalar, Mesnevi’nin bitip biteceği yok!”
Mevlana, Allah’ın Kuran için söylediği lafın aynısını kendi Mesnevisi için söyler. Çünkü ona göre ikisinin de kaynağı aynıdır!!

31:27  Yeryüzünde bulunan tüm ağaçlar kalem olsa, denizlere yedi deniz eklenerek kullanılsa ALLAH'ın kelimeleri tükenmez. ALLAH Üstündür, Bilgedir.

Mesnevi’den devam ediyoruz:

“ Ve bu güzel kitap, gönüllerin şifası, sevinci artırıcı, hüzünleri giderici ve Kuran-ı Kerim’i açıklayıcıdır. ...Alemlerin Rabbinin ilhamıyla hayır sahibi katiplerin elleriyle yazılmıştır….”

Nasıl yani?

Gözlerim yerinden çıktı bu satırları okuduğumda, daha da kötüsü islami olarak verilen birçok bilginin kaynağında tasavvufi bilgilerin etkisinin olduğunu bildiğimden iş çok daha acıklı bir hal almaya başladı. Neye inanırsanız inanın ancak islam ile müslümanlık ile asla ve asla tasavvufi düşünceleri birlikte incelemeyin. Tasavvufi felsefelerin kesinlikle sağlam bir kaynağı yoktur hatta ve hatta şirktir. Ancak kendiniz sadece “ben bu görüşleri sevdim benimseyebilirim” derseniz kimse bir şey diyemez. Hem müslüman olup hem de bu insanların inandıkları safsatalara din diye inanırsanız ayaklarınız çamurdan çıkmaz. Ben en iyi niyetimle uyarmak istedim.

Mevlana’nın Mesnevi’yi yazma aşamasıyla ilgili ayrıntıları sunmak üzere başka bir kaynağa geçeceğim…


“Hüsâmeddin Çelebi, Mevlânâ'nın Mesnevi'yi yazdırırken hiçbir kitaba müracaat etme­diğini, eline kalem almadığını; medresede, Ilgın kaplıcalarında, Konya hamamında, Meram'da aklına ne geldiyse söylediğini; kendisinin de bunları hemen zaptettiği­ni, hatta yazmaya yetişemediğini söyler. Hüsâmeddin Çelebi'ye irticalen yazdı­rılan Mesnevi'de muhteva ve şekil açı­sından sistematik bir yöntem takip edilmemiştir. Eserde Mevlânâ'nın teiif süre­cinde bazan sabaha kadar söylediği ve Hüsâmeddin Çelebi'nin bu yüzden uyku­suz kaldığı, acıkıp bir şeyler yediği sırada ilham kaynağının bulandığı gibi hususlar anlatılır. Bazen geceli gündüzlü birkaç gün hiç durmadan söylediğini, bazen aylarca sustuğunu belirtir. Bu durum, ilâhî hakikat­lere dair mânaların insân-ı kâmilin ayna mesabesinde olan kalbine daimî bir su­rette tecelli edip bazı anlarda dilden taş­masına (feyiz) işaret eder. (Mesnevi’de yazılanlar Mevlana’nın kalbine tecelli ediyormuş ve sonra dile dökülüyormuş.)

Mevlânâ, her cildin başına yazdırdığı önsözlerde eserin konu ve muhtevasını genel anlamda ortaya koy­muştur. I. cildin özsözünün ilk cümlesi  "Mesnevi dinin usulünün, usulünün, usulüdür." ile başlar. (Kur’an ayetleri incelendiğinde dinin tek geçerli kaynağının Kur’an olduğunun her fırsatta vurgulandığını görmekteyiz. Din adına tek hüküm sahibinin yalnız Allah olduğu, Allah’ın dininin Kur’an’ın indirilmesinin tamamlanmasıyla tamamlandığı, Allah’ın sözünden başka söz arayanların kınandığı, Peygamberimizin görevinin Allah’ın ayetlerini tebliğ etmek olduğu, Kur’an’ın detaylandırılmış ve apaçık bir kitap olduğu, hesap günü herkesin kitaptan sorumlu tutulacağı gibi ifadeler birçok ayette yer alır. Örneğin bknz: 29:51 Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu?)

"Mesnevi dinin usulünün, usulünün, usulüdür." ifadesinde üç defa geçen "usul" kelimesini Mesnevi şarihlerinin çoğu şeriat, tarikat ve hakikat olarak yorumla­mıştır. Mesnevi bu asıllar zinciri içerisin­de ve asılların birbirini gerektirmesi üzerine temellendirilmiştir. Bu açıdan Mesnevi'nin asıl konusu din ve dinin üç temel dayanağı olan amel (şeriat), hâl (tarikat) ve hakikattir. Hakikati elde etmek amel ve hali gerektirdiği gibi amel ve halde anlamını hakikatten alır. Bu mânada hakikati elde etme aslının bilgisini konu edinen Mesnevide bu bilgiye (keşfî bilgi) ulaşma yolları olan amelier (şer'î ilimler) ve hallere dair bilgiler de (sülük ilmi) hakikat bilgisi (ilmi ilâhî) bağlamında ele alınmıştır.

Mevlânâ'nın dini bir bütün olarak konu edinmesi sebebiyle muhteva ve üslûp ba­kımından Mesnevi'yi Kur'ân-ı Kerîm'e benzetmesi ve onu çeşitli Kur'an sıfatlarıyla tavsif etmesi, bazı Mesnevi münek­kitlerinin yanlış anladığı gibi Mesnevi ile Kur'an arasında lafzî boyutta bir müştereklik kurulduğu şeklinde değerlendirilmemelidir. (Bu cümle ile ilgili gerekli yorumu ve analizi tamamen size bırakıyorum. Sonraki cümle ile bağlayarak daha iyi analiz yapılabilir.) Mesnevi, Kur'an ile aynı kaynaktan gelen mutlak mânayı açıklayan ve küllî mânadan pay alan mânadır. Mevlânâ, Mesnevî'yi Kur'an'ın bâtın mânalarını keşfeden remiz ve işa­retleri te'vil ve tahkik eden (keşşâfü'l-Kur'ân) bir kitap olarak da tanımlar.(Kuran’ın batın manalarını açıklamak için Allah’ın ilham yoluyla Mevlana’ya bu kitabın indiğini düşünenler devamında yazdığım Kuran ayetlerine karşı kördürler. 16:89 Biz bu kitabı sana, her şeyin ayrıntılı açıklayıcısı, bir doğruya iletici, bir rahmet, Müslümanlara bir müjde olarak indirdik. 6:115 Rabbinin sözü hem doğruluk, hem adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur. 17:41 Bunları Kuran’da türlü türlü şekillerde açıkladık ki öğüt alıp hatırlasınlar. Fakat bu sadece kaçışlarını artırıyor. 17:89 Andolsun bu Kuran’da her örnekten insanlar için türlü türlü açıklamalarda bulunduk. İnsanların çoğu ise tanımamakta ayak diretmektedirler. 6:65 Bak iyice kavramaları için ayetleri nasıl türlü şekillerde açıklıyoruz. 7:52 Bilgiyle uzun uzadıya, etraflıca açıkladığımız, inanan bir toplum için doğruya iletici ve rahmet olan bir Kitab’ı onlara getirdik. 11:1 Bu bir kitaptır ki, Hakim ve Her şeyden Haberdar olan, ayetlerini hüküm ifade edici kılmış ve sonra detaylandırıp açıklamıştır.)

"Mesnevimiz Kur'an gibidir; bazısına doğru yolu gösterir, bazısını da sapıklığa götürür. Benim şiirim şiir değildir, iklim­dir. Benim mizahlarım mizah değildir, tâlimdir."
Mevlana (28)

Yukarıda peygamberler gibi vahiy alma yoluyla gerçek bilgiye kavuştuğunu ve Tanrı’nın gönderdiği ve her şeyin detaylı açıklaması olan Kuran’ın açıklayıcısı niteliğinde bir kitaba sahip olduğunu düşünen bu zatlara sadece Kuran’ın sözleriyle açıklama yaparak, basit bir taklit bile olamayacaklarını gözler önüne sermek istiyorum. Allah’ın Kuran için söylediği sözleri kendi elleriyle yazıp ettikleri paçavralara denk tutanlara ve onları takip edenlere diyecek söz bulamıyorum.

56:77- Bu, onurlu bir Kuran'dır.

56:78- Korunmuş bir kitaptadır.

56:79- Onu ancak temizler kavrayabilir.

15:9- Kuşkusuz mesajı biz, evet biz indirdik ve onu koruyacak da elbette yine biziz.

17:45,46- Kuran okuduğun zaman, seninle ahireti onaylamayanlar arasına görünmez bir engel yerleştiririz. Ve onu anlamalarını engellemek için kalplerine kabuklar, kulaklarına da ağırlık koyarız. Rabbini yalnızca Kuran'da andığın zaman nefretle geriye dönerler.

29:49- Gerçekte o (Kuran), kendilerine bilgi verilmiş olanların göğsünde apaçık ayetlerdir. Zalimlerden başkası ayetlerimizi reddetmez.

17:82  Kuran'ı, gerçeği onaylayanlar için bir şifa ve rahmet olarak indirdik. Zalimlerin ise ancak zararını arttırır.

41:42  Batıl, onun ne önünden ne de ardından yaklaşamaz. Bilge ve övgüye layık olanın indirdiği bir vahiydir.

80:13 Onurlu kitaplardadır,
80:14 Yüce ve temiz.
80:15 Elçilerin elleriyle (yazılmıştır).
80:16 Onurlu ve güzel huylu (elçiler).

12:111- ...Bu, uydurma bir hadis değil; fakat kendisinden öncekilerin doğrulayıcısı, her şeyin detaylı açıklaması ve gerçeği onaylayanlar için bir hidayet ve Rahmettir.

2:269- Bilgeliği dilediğine verir. Kime bilgelik verilmişse ona çok büyük iyilik yapılmıştır. Düşünce sahiplerinden başkası öğüt almaz.

2:79  Kitab'ı elleriyle yazdıktan sonra onu ucuz bir fiyata satmak için onun ALLAH'tan olduğunu söyleyenlerin vay haline. Ellerinin yazdığından dolayı vay haline onların. Kazandıklarından dolayı vay haline onların!

Esmalarla ilgili müslüman toplumlarda yer alan uygulamaların ve inanışların en büyük kaynaklarının bunlar olduğunu görebilmeniz için vahdeti vücud anlayışı, zikir çekerek neden benliklerini öldürmeye çalıştıklarını ve nefis kavramı üzerinden de bilgiler vererek uygulamaların içeriklerinden bahsetmeye çalışacağım.



8. Tasavvuftaki Vahdet-i Vücud Kavramı


Tasavvuf, Tanrı'nın birliğini ve evrenin oluşunu varlık birliği (Vahdet-i Vücut) anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akımdır. Tasavvuf, ayrıca Tanrı, evren ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile, insanın başka insanlarla, insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama yolu olarak da tanımlanır.' Bu kurama "Vahdet-i Vücut" (tek varlık) adı da verilir.Vahdet, birlik, teklik demektir. "Vahdet-i Vücut", tek vücut, tek varlık anlamına gelmektedir.

Tasavvuf düşüncesi, İslâmiyet'ten sonra Araplar tarafından kurulan ilk Tekkeyle birlikte, İranlı ve Türk düşünürler tarafından geliştirilmiş, Eski Yunan düşüncesinden de yararlanarak bir kuram şeklini almıştır.


Bu düşünce, dinî kitapların verdiği bilgilerle kalmayarak, yaratılışın ve evrenin sırlarını daha geniş bir düşünceyle çözmeye çalışan bir felsefe, araştırma ve duygu akımıdır. Tasavvuf felsefesine göre, evren tek varlıktır. Bu tek varlık da Tanrı'dır. (Tanrı, İhlas Suresi’nde kendisinin hiçbir şeye denk olmadığını belirtmiştir.) Buna "Vücud-ı mutlak" (mutlak varlık) da denir. İslâm tasavvufu, "Tanrı'dan başka varlık yoktur" kuralını temel alır. Bu aynı zamanda "hüsn-i mutlak"tır (mutlak güzellik).
Yaratılıştaki sırrı aramaktan doğan bu kurama göre bütün yaratılmışlar Tanrı'nın varlığını tanıtmak içindir. Gerçekte, bir varlık, bir "Vücut" vardır. O da Tanrı'dır. Bizim gördüklerimiz de Tanrı varlığının çeşitli görünüşleridir. Mutasavvıflar her şeyin Tanrı'nın bir tecellisi (görünmesi) bir belirtisi olduğunu anlatmak için çeşitli benzetmeler yapmışlardır. Bunlardan en yaygını ayna örneğidir. Bu benzetmeye göre Tanrı, karşılıklı konulmuş yokluk aynasından bakan bir varlık gibidir. Bu karşılıklı aynalar, ortadaki varlığın binlerce görüntüsünü verir. Ortadaki varlık aynaların önünden çekilirse, aynalar boş kalır. Vücud-i mutlak (mutlak varlık) kendi güzelliğini görmek için bir aynaya yansır gibi ademe (hiçlik ve yokluk), yansımıştır. Böylece, yokluğun içinde evren olarak tecellî etmiştir (görünmüştür). Bu felsefeye göre, âlemde görülen her şey, varlığın yokluk aynasındaki hayâlinden başka bir şey değildir. Bunun sonucu olarak insan da Tanrı'nın bir hayâlidir. Varlıklar içinde Tanrı'ya en yakın hayâl insandır. (Hologram evren, Matrix vs. düşüncelerinin kaynağı olan temel fikir. Ancak Tanrı Kuran’da yaratılanları hak olarak yarattığını söyler.) (Hak, hakikat, gerçek.)

Edip Yüksel Çevirisi

10:05 O, güneşi bir ışık kaynağı, ayı da bir ışık yaptı. Yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona evreler düzenleyip belirledi. ALLAH bunları ancak bir gerçek için yaratmıştır. Bilen bir topluma ayetleri böyle açıklar.

Elmalılı Hamdi Yazır Çevirisi

10:05 O Allah'dır ki, senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye güneşi bir ışık, ayı da bir nur yaptı. Ve aya menziller tayin etti. Allah bunu hak olarak yarattı. O, bilecek olan bir kavim için âyetlerini ayrıntılı olarak açıklar.)

Bu anlayışa göre evren, Tanrı'nın bir görünüşüdür. Bu evren, kendi kendine var olan değil, Tanrı'nın varlığından dolayı tecellî eden (var görünen) bir oluşumdur. Tanrı'nın "ol" ( kün ) emriyle oluşmuştur. Onun için görünme öncesi "söz" (kelâm) vardır. "Ol" emri verilip tecellî (var görünme) olmadan önce bütün varlıklar gerçekte yok, ama Tanrı'ya göre vardı. Bunlar, Tanrı'nın sonsuz bilgisinde bilinmekte idiler.


Tanrı, kendine duyduğu aşkla evreni meydana getirmiştir. Onun için aşk, Tanrı'ya has bir niteliktir. Aşk, Tanrı'nın, sırrıdır, görünen simgesidir. Onun için Tanrı'ya korku veya fayda umarak değil, sevgiyle, aşkla yaklaşılmalıdır. (Ancak Allah Kuran’da şöyle der; 7:56 Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na korku ve umutla yalvarın. ALLAH'ın rahmeti güzel davrananlara yakındır.)

Tasavvuf felsefesinde insana verilen önemi anlamak için Devir Kuramı'ndan da söz etmek gerekir. Varlık insan mertebesine yükselince, gerçeği bilmek, aslına kavuşmak özlemi duyar, derece derece yükselerek İnsan-ı Kâmil olur, Tanrı'ya, yani aslına kavuşur. Alem-i Gayb'dan Alem-i Şuhud'a inmeye Seyr-i Nüzul denir. Cansız varlıktan yükselip Tanrı'ya ulaşmak ise Seyr-i Uruç'tur. (!) (Benliğinden sıyrılıp özüne dönmek yani Tanrı olmak demek istiyor.) Bu iniş çıkışa, Tanrı'dan inip Tanrı'ya yükselmeye de Devir denir. (Bir nevi Nirvana’ya ulaşmak.)

Varlık, güzellik, iyilik; bunlar Tanrı'nın özellikleridir. Yokluk, çirkinlik ve kötülük ise Tanrı'nın özelliğinin bilinmesine yardımcı olan niteliklerdir.

(O nedenle Hallacı Mansur ve İbni Arabi gibi sufiler Şeytan’ı ve Firavunu bile överler. Arabi, Fususül Hikem’inde şöyle der:

...Çünkü Hak zahiri surette Firavun’un rütbesindedir. Bundan dolayı Firavun da bu mecliste Musa’nın zuhur ettiği rütbe üzerinde tahakküm kudreti vardır....
Yani “her şey Allah” ise o halde adam öldüren, tecavüz eden ve diktatör olan Firavun da bu görüşe göre elbette Allah’tır.
Ancak şu da var ki Arabi’ye göre eğer Allah’ın her şeyde var olduğunu bilmiyorsanız siz Allah’ın cahiliymişsiniz. Bakınız:

“… Eşyada tecelli eden Hakk’ı bilemeyerek onu inkara kalkışan mümin ise Hakk’ın cahilidir…”
[26])
Çünkü yokluk olmazsa varlık, çirkinlik olmazsa güzellik kötülük olmazsa iyilik bilinmez. İnsanda bu niteliklerin hepsi vardır. İnsan, kendisindeki yokluğu, çirkinliği, kötülüğü yenmeli kaldırmalıdır. O zaman yalnız varlık, güzellik, iyilik kalacaktır. Bu Tanrı'nın özelliğine varmak, Tanrı'nın varlığına katılmaktır.

(Hiçbir şeye denk olmayan Tanrı’nın varlığına katıldığını, onunla denk olduğunu düşünen kişilere Kuran şöyle seslenir:

21:29 Onlardan kim, "Ben O'nun yanında bir Tanrıyım" derse onu cehennemle cezalandırırız; zalimleri biz böyle ödüllendiririz.)

Aynı durum Mevlana’nın söyledikleri için de geçerlidir. Mevlana, insanın aslında bir -hayal olduğunu- var olmadığını, varlığı tek olanın Allah olduğunu bu sebeple de benliğinden kurtulursan Tanrı’ya dönüşebileceğini söyler:

“İnsan Tanrı kitabı sensin, sen. Padişahın güzelliğine bir aynasın sen. Kainatta ne varsa senden dışarı değil; Ne istiyorsan kendinden iste, kendinde ara… Ne arıyorsan sensin, sen.”

Hatta Fihi Ma Fih’te Mevlana açık seçik şunları söyler:

“... ‘Ben Tanrıyım’ demek büyük bir gönül alçaklığıdır. Çünkü ‘Tanrı kuluyum’ diyen, iki varlık ispat eder; bir kendisini, bir de Tanrı’yı ispata kalkışır. Fakat ‘Ben Tanrıyım’ diyen kendisini yok etmiştir, yele vermiştir. ‘Ben Tanrıyım’ der yani ben yokum, hep odur, Tanrı’dan başka varlık yoktur, ben salt yokuluğum, hiçim der. Gönül alçaklığı bunda daha artıktır; bundan dolayı da halk anlamaz…” (Şirk kuyusu!!!)



9. Allah Bize RUHundan Mı Üfledi? Hepimizin Mayası Allah’ın RUHundan Mı Geliyor?


Yazının önceki bölümlerinde vahdeti vücud ile ilgili bilgiler aktarırken “Tasavvuf düşüncesi, İslâmiyet'ten sonra Araplar tarafından kurulan ilk tekkeyle birlikte, İranlı ve Türk düşünürler tarafından geliştirilmiş, Eski Yunan düşüncesinden de yararlanarak bir kuram şeklini almıştır.” demiştik. İşte “ruh” ile ilgili günümüzde farkında olarak veya olmayarak edindiğimiz, “ruh” kelimesinin bizde yarattığı anlam etkisinden ve tasavvuf ile ilgilenen kişilerin oluşturduğu felsefenin temellerinde nelerin yattığından bahsetmeden, bu kelimenin Kurani manada açıklamak istedikleri için aklımızda temiz bir yer açamayacağımızı düşünüyorum. Çünkü Kurani manada anlamamız gereken “ruh” ile ilgili kavramı bilmediğimiz takdirde, esmaların bügünkü yorumlamalarına yön veren fikirlerle hayatımıza şirk, gereksiz yol, yöntem, zaman kaybı, ümit kaybı ve hayal kırıklıkları sokmamız kaçınılmazdır.

"Ruh" kelimesi Türkçede Yunan Felsefesinden aktarılan bir anlamda kullanılır. Kuran terminolojisinde "Ruh" vahiy ve Tanrısal bilgi demektir. (30) Kurani mana ile ilgili daha çok detay vereceğim ancak şimdi Yunan felsefesinden edindiğimiz ruh ile ilgili açıklamaların kaynağını ve tasavvuf felsefesi ile yeni bir şekle girdikten sonra islamiyeti etkisine alan ruh kavramının benzerliklerini gösteren bir kaç bilgi aktarmak istiyorum.

“Tasavvufi anlayışta ve Yunan felsefesinde ruh, insan varlığının maddi olmayan tarafı ya da özü olarak bireysellikle eş anlamlı bir şekilde kişinin ilahiliğe iştirak eden kısmı olarak tanımlanmış ve bedenin ölümünden sonra kişinin varlığını sürdüren tarafı olarak ele alınmıştır.

Genellikle hayatın özü, can, manevi benlik, en dar anlamı ile  yaşam soluğu, dirilik ilkesi olarak tanımlanan ruh, daha geniş bir şekilde ele alındığında tinsel etkinliğin ve çok çeşitli bilinç hallerinin merkezi; kişinin benliğini meydana getiren entelektüel ve duygusal yetilerin tümü olarak tanımlanmıştır. (Demiray, 1998; Yazoğlu, 2)

Ruh hakkında ilk dinsel-felsefi öğretinin mistik bir karakter olan Orpheus ve yarı efsanevi karakter olan Pythagoras tarafından ortaya konulduğu kabul edilmektedir. Mistik bir kurtuluş dini olan Orphizm’de ruhun bu dünyadaki yaşamı vasıtasıyla ebedi yaşama hazırlık yaptığı kabul edilir. Orphizm’in öğretisine göre daha sonraki filozof veya teologların birçoğunun düşüncelerinde olduğu gibi ruh bedende bir mahpus gibi, mezardaymış gibi kabul edilir. Bu yüzden öte dünyaya geçmeyi arzular. Ruhun bunu gerçekleştirmesi ve özgürlüğüne kavuşması için bedensel olandan kurtulması ve kendini saflaştırması gerekir (Bolay, 1999).

Düşünce tarihinde en genel anlamıyla ruhla ilgili olarak maddeciler ve ruhçular diyebileceğimiz temel iki yaklaşım öne çıkmıştır. Bunlardan birincisi temelini Antikçağ’da Leucippos ve Demokritus’da bulan daha sonra 17. Yüzyılda özellikle Gassendi tarafından savunulan maddecilere göre ruh, pozitif bir kavram olmayıp bir varsayımdan ibarettir. Onun gerçek bir mahiyeti yoktur. Vicdan, duyumlar, düşünce ve bütün bilinç faaliyetleri beyin, bilinç ya da zihnin eseridir. Bu anlayışta insanın manevi yapısı ile hayvanların yapısal olarak donanımı arasında herhangi bir fark görülmez. İnsan daha yüksek derecede bir hayvan olarak görülmekte ve  insan ile hayvan arasında sadece derece olarak bir fark olduğu benimsenmektedir. Her şeyin madde ile var olduğu düşüncesi bu anlayışın temel prensibidir.

İkinci yaklaşım ise temeli Sokrates (M.Ö. 470-399) ve Platon’a (M.Ö. 427-347) dayanan madde ile ruhun iki ayrı cevher olarak kabul edildiği, insanı ruh ve beden olarak iki ayrı unsurun birleşimi olarak gören anlayıştır. Buna göre ruh, bedenden ayrı olup bedenin ölümünden sonra insanın ölümsüz olan tarafını oluşturan unsurdur. Ruh birdir, basittir, bölünmezdir. Beden ise madde gibi atıldır. Onu harekete geçiren ruhtur. Beden değişirken ruh değişmez, ruh özerktir, eylemlerin hakikatidir. Maddecilerden farklı olarak bu anlayışta insan ile hayvan arasında derece farkı değil mahiyet farkı vardır. İnsan akıllı, his sahibi, düşünen, yaratan varlıktır.

Ruh kavramı Eski Yunan düşüncesinde genellikle insandaki ölümsüz prensip ya da tanrısal bir iz olarak tanımlanmıştır. Bu anlamıyla ruh, tanrısal bir iz taşıması nedeni ile onun felsefi düşüncelerinin temelini oluşturan idealar sistemine paralel olarak insan bedenine girmeden önce idealarla birlikte yaşar. Onlar gibi bu aşamada ezelidir, idealar âleminde Tanrı’yı temaşa etmektedir, Tanrı ile  beraberdir. Ruh, değişme, bozulma ve yok olmadan uzak, kendisiyle aynı kalan, değişmeyen soyut bir tözdür. İnsanı oluşturmada ikinci unsur olan beden ise oluş alanına ait olup duyularla kavranırken ruh, akılla kavranabilen varlık alanına aittir ve bedenden önce olup bedenden yaş ve erdem bakımından üstün olarak yaratılmıştır. Ruh, özü itibariyle değişim ve dönüşümün, kendiliğinden hareketin, kendi kendine hareket eden varlığın hareketidir. Bununla birlikte Platon için ruh yine de bir cevherdir, dolayısıyla herhangi bir şeyden bağımsız olarak var olabilecek bir şeydir. (Platon, 2001, 79c, 80b; 2001, 34c; 1992, 892a, 896b; 1943, s.78)

Platon’un ruhun doğası ilgili olarak öğretisinin temelinde daha sonraki birçok düşünce ve dinde hatta İslam tasavvufunda yer alacak olan ruhun Tanrı’ya izafe edilmesi, onun tanrısal bir öz olarak düşünülmesi yatmaktadır. Ona göre Tanrı evreni yarattıktan sonra insanların yaratılmasını diğer varlıklara bırakmıştır. Bütün bunları düzelttikten sonra Tanrı her zamanki yaşayışına döndü. O dinlenirken babalarının isteğini kavramış olan çocuklar onu yerine getirmeye çalıştılar. Ölümlü varlığın ölümsüz ilkesini babalarından aldılar ve kendilerini yapan işçiyi taklit ederek evrenden, bir gün yine ona geri verilecek olan, ateş, toprak, su ve hava parçaları aldılar. Böylece onları bir araya getirerek bütün parçalardan herkes birer ten vücuda getirdiler (Platon, 2001, 43a).

Platon’nun bu düşüncelerinde yer alan ölümlü varlığın ölümsüz ilkesi insanın tanrısal tarafını oluşturmaktadır. Çünkü ruh ilk hali ile idealar âleminde yani tanrısal âlemde onlarla beraber iken   duyusal âleme inmiş, bedene hapsolmuş ve bir yönü ile bu tanrısallığını kaybetmiştir. Oysa ruh tanrısal âlemde Tanrı’nın ruhundan bir parça, Tanrı kadar ezeli ve Tanrı’yı temaşa ederken (ki bu varoluşun ona göre sonsuza kadar sürmesi mümkündür.) ruhun sahip olduğu niteliklerden biri olan şehvet gücünün etkisiyle maddi nesneler âlemine ilgi duyması nedeniyle, Tanrı maddi nesneler âleminde bedeni yaratarak ruhu onda hapsedilmek üzere göndermiştir. (Platon, 1997, 24b)

Aslında bu olay Tanrı’nın ruhu cezalandırması olarak da  yorumlanabilir. Zira Tanrı ruha çeşitli    nimetler verip onu sonsuz bir mutluluk içerisinde yaşatırken ruh, temaşa ettiği güzelliklere nankörlük edip maddi nesnelere ilgi duymuştur. Neticede tanrısal vasfını yitirip kendi için adeta bir mezar olan bedene düşmüştür. Bu ise onun kendi kusuru sonucudur. (Derbeder, 2007).

Platon’a göre ruh ilk doğası olarak bileşik olmayan dolayısıyla dağılması ve  çözülmesi imkânsız olan, yalnız düşünmekle kavranabilen ve sadece formların değil tanrıların ruhlarının da  bulunduğu akledilirler dünyasının vatandaşı, daima aynı kalan değişmeyen, ölümsüz, gayri cismani bir cevherdir. Dolayısıyla Platon için ruh, en  çok tanrılık olana, ölümlü olmayana, düşünülebilene, yalın olana, dağılmayana, her zaman aynı kalana benzer. (Dorter, 2003).

İslam düşüncesinde insanın mahiyeti ile ilgili olarak cismani olmayan yönü için ruh ve nefs kelimeleri kullanılmakla birlikte mutasavvıflar (Mutasavvıf: Tasavvufî hayat tarzını benimseyen ve bu yolla Allahın yakınlığını kazanmaya çalışan kişi.) canlılık faaliyetlerini idare eden hayvani ruha (can) nefs; filozoflar ise düşünce, şuur, bilgi edinme ve  seçip tercih etme gibi işleri yapan ruha nefs-i natıka adını vermişlerdir. (Bağçeci, 2005).

Ancak bazı mutasavvıflar da ruhun doğası ile ilgili düşüncelerini ruhun Rabbin emri olduğunu bildiren ayet ile açıklamaya çalışırlar. Genel olarak ruhun sonradan yaratılmış olduğu ve ölümsüzlüğü konusunda ittifak etmekle birlikte onun mahiyeti konusunda birbirlerine karşıt görüşler ileri sürmüşlerdir.” (31)
Bu temel bilgilerden sonra Platon’un ruh ve Tanrı öğretileri ile tasavvufçuların ruh ve Tanrı öğretileri arasındaki benzer kuramlardan bahsedelim.

10. Platon’ a Göre Ruh ve Tanrı Öğretisi


Platon’a göre ruh ölümsüzdür. Platon ruhu, doğası ve özü bakımından bir hareket ilkesi olarak almaktadır.


Platon evrendeki varlıkları canlı ve cansız olarak ikiye ayırır.

Cansız varlıklar kendiliğinden hareket edemezken, canlı varlıklar hareket eden varlıklardır. Bu ayrımı mümkün kılan şey ise ruhtur.

Platon hareketle her türlü değişmeyi kastetmektedir. Örneğin arzu etmek, öfkelenmek, üzülmek de birer harekettir.

Bugün bizim cansız dediğimiz varlıkların çoğu Platon için canlıdır. Hatta bazıları daha yüksek bir hayat, hareket ve ruha sahiptir. Mesela gök cisimleri bunlardan bazılarıdır. Onlar da hareket ediyor, demek ki onların da ruhu var.

Evren de kendi etrafında dönen bir küreydi ve onun da ruhu vardı. Buna alem ruhu diyordu Platon.
Ruh bütün varlıklar için akla sahip olabilecek yegâne varlıktır.


Yine Platon’a göre hareket olmasaydı evren hiçbir zaman var olmayacaktır. O halde ruh birincil bir şeydir, doğan veya varlığa gelen bir şey olmadığı gibi ortadan kalkabilen, yokluğa gitmesi mümkün olmayan bir şeydir. Böyle olsaydı evren hareketsiz kalmak zorundaydı.

Evrende olup biten her şeyin temelinde ruhun bulunduğunu ve ruhun kendisinin de özü itibariyle bilinçli bir varlık olmasından dolayı evrenin tümünün akılsal olarak yönetildiği anlamına gelir.

Platon, kendisinden önce gelen doğa filozoflarından kararlı bir şekilde ayrılarak ruhun maddi, fiziksel, duyusal bir şey olmadığını, onun tinsel bir töz olduğunu ileri sürer. Ruh ne Anaksimenes’in dediği gibi bir hava yığını, ne Heraklietos’un dediği gibi saf bir ateş, ne Demokritos’un dediği gibi ince atomlardan meydana gelmiş bir bileşimdir. O madde-dışı, cisimsiz, tinsel ve tanrısal bir tözdür.

Beden ruh için bir zindandır Platon için. O, kabuğuna yapışmış bir istiridye gibi ruhun içinde hapsolduğu gibi hapishanedir. Beden ruhu sürekli olarak aldatır ve alçaltır. Bedene ait duyumlar, duygulanımlar, tutkular, hazlar bizi mutlu olmaktan uzaklaştırdığı gibi duyu organlarının kullanılması da bizi gerçek bilgiden uzaklaştırır.

“Ruh kendisini ne işitme, ne görme duyusu, ne acı, ne haz, hiçbir şey bulandırmadığı zaman daha iyi düşünür.” Platon

Ruh ve beden arasında bir denge veya uyum olması gerektiğini söylemekte, güçlü bedenin zayıf ve zekâsı cılız bir ruhu kolayca etkisi altına alacağından bahsetmektedir. Eğer ruh çok güçlüyse ve beden zayıfsa, kişinin yapacağı araştırmaların bedeni harap edebilecektir.

Platon birbirinden mahiyet bakımından farklı faaliyetleri ruhu kısımlara ayırarak açıklamaktadır. Ona göre üç farklı davranışımız vardır. Bu eylemlerin ilkeleri de aklımız, irademiz ve iştahımızdır. Platon başta Phaidros diyaloğu olmak üzere ruha ilişkin görüşlerini sergilediği eserlerinde ölümsüzlüğün gerçekte diğer iki kısma değil, sadece ruhun akıllı kısmına has bir ayrıcalık olduğunu düşündüğünü gösteren açık beyanlarda bulunmaktadır.

Platon’un ruha ölümden sonra vadettiği gelecek hayat, onun idealar dünyasını o güzel ve saf haliyle olduğu gibi görebileceği ve bu seyir ve temaşadan dolayı en büyük bir zevk ve mutluluk içinde girebileceği bir gelecek hayattır.

Yine de ruh ile tanrı/tanrılar arasında büyük benzerlik olduğu anlaşılmaktadır. Tanrılar ile geleneksel anlamda ruhlar arasında olsa olsa bir derece, üstünlük farkı vardır Platon’da. O dar anlamda tanrılarla insan ruhu arasında bir ayrım yapmamaktadır.

İyi şeyler gibi kötü şeylerin kaynağı da ruhtur. Hatta o bunu ortada birden fazla, en az iki ruhun var olduğu, var olması gerektiği görüşünü temellendirmek için kullanmaktadır. Bunlardan biri iyiliğin, diğeri kötülüğün kaynağı olacak ruhtur. Ancak Platon evrenin bütünü itibariyle iyi, çünkü düzenli olduğuna inanmaktadır. (Göksel alem iyi ve mükemmeldir.)

Tanrıdan başka iyi ruhlar olduğu gibi kötü ruhlar da vardır. Platon’a göre akılla birleşen veya aklın emirlerine uyan, bu emirleri gerçekleştirmeye çalışan iyi ruh, bunun tersi olan kötü ruhtur.
Platon’a göre evren, özellikle göksel evren, “aynı düzene göre, aynı şekilde, aynı yerde, aynı merkez etrafında, aynı yöne doğru, aynı oran ve düzen içinde yuvarlak kürelerin dönüşüne tanıklık ettiğine göre, onun bu hareketi veren en yüksek ruhun, en iyi ruh olduğuna ve onun akılla birleşip onun emirlerine göre evreni yönlendirdiğine inanmamız gerek.

Ne var ki Platon bu ruhların, yani iyi ruhların söz konusu cisimleri, yani bedenlerini nasıl hareket ettirdiği konusuna açıklık getirmez. Bu onun için pek önemli de değildir zaten, önemli olan gök cisimlerinin ruhlarını veya onların kendilerini tanrılar olarak görmek gerektiğini bilmektir.

Yine Platon burada Timaios’ta olduğu gibi ruhları tanrılara özdeş kılmaktadır. Platon’un tanrısı sadece ideaları seyreden ve duyusal dünyada onları gerçekleştiren bir yapıcı, bir hareket ettiriciden başka bir şey değildir.

Platon bazen tek bir tanrıdan bazen tanrılardan söz etmektedir. Ancak tanrılar ile ruhlar arasında yapısal bakımdan önemli bir fark olmadığını gördüğümüz gibi tanrıların, yani Platon’a göre göksel varlıkların ruhları arasında bir yapı veya değer farkı olmadığını görüyoruz. Yani illa bir tanrı arayacaksak en yüksek iyi bir tanrı var ama az önce söylediğimiz gibi tanrı ile benzer özellikte ruhlar da vardır, yani her iki sonuca da varabiliriz. (32)

Sizin de fark ettiğiniz gibi altını çizerek dikkat çekmek istediğim cümleler okunduğunda islama giren bir takım felsefi görüşlerin ne kadarı Kuran kaynaklı ne kadarı tarihsel karakterlerin kişisel görüşlerinden ibaret anlayabiliyoruz.

11. Tasavvuf Felsefesinde Ruh Nedir?


Bilgi sahibi olduktan sonra daha iyi analiz yapılabileceğinden emin olduğum için size tasavvuf felsefesinde ruh anlayışı hakkında, bu görüşe yakın fikirlerin açıklamalarının içerikleri hakkında bilgileri, onların dilinden hiç yorumlamadan ancak yine akışa uyacak şekilde aktaracağım. (Öncesinde vakti az olanlar için ana fikir geçeyim ayrıca detaylıca da okumanızı tavsiye ederim.

“Aşk uğrunda ölürseniz, bedenle yaşamaktan kurtulur, baştan başa ruh olursunuz!” Mevlana

Tasavvuf felsefesini benimseyenler, inançlarının temelindeki görüşü Allah’ın Adem’e ve İsa’ya ruhundan üflediğini söylediği ayetlerle desteklemektedirler. Mevlana’nın yukarıdaki sözünü incelerseniz insanın bedenden kurtulunca Tanrı ile bir olabileceğini anlattığını göreceksiniz. Yani bedenden kurtulunca ruh oluyoruz ve Tanrı oluyoruz. Bu da demek oluyor ki ruh=Tanrı’dır=Tanrı bir ruhtur.)

“Sufilere göre tüm ruhlar Allah’ı müşahede etme ve bilme kapasitesiyle yaratılmıştır. Zira bütün ruhlar dünyaya gelmeden önceki hayatlarında Allah’ı bilmekte idiler; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim,” sorusuna “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye cevap verdiler. (Araf, 172) Ama ruh, dünyaya inip cesede yerleşince onun hevâ ve hevesinin peşine düştü daha önce sahip olduğu yüksek marifetleri unuttu. İşte tasavvuf insanı gafletten uyandırıp tekrar Rabbi ile buluşturmanın yoludur. Bu vuslat ise kendiliğinden olmaz, ciddi bir mücadele gerektirir ki İmam Rabbani nefis ile yapılan bu mücadeleyi hadiste geçtiği üzere büyük cihad olarak ele alır ve şöyle der:

Ruhun, manevi ilerleyişi ve terakkisi nefse muhalefet etmekle olur. Nefse muhâlefet edilmez ise terakkî nasıl olacak? Kâinâtın Efendisi (s.a.v.) kâfirlerle savaştan dönerken buyurdular ki: “Küçük savaştan büyük savaşa döndük.” Nefisle savaşa büyük savaş demişlerdir.” (Mektubat, I, 41. Mektup)(19)

İlk zâhid ve sûfîler insanın mahiyetini açıklarken ruhtan çok, olumlu ve olumsuz yönleriyle nefis ve kalp üzerinde durmuşlardır.

İlk sûfîlerin ruh tanımları kelâmcıların tanımlarından pek farklı değildir. Bu dönemde ruh, nefis, kalp, akıl eş anlamlı kelimeler gibi görülmüş ve aynı hakikatin çeşitli yönlerini ifade eden terimler şeklinde anlaşılmıştır.

Cüneyd-i Bağdâdî, Abdullah en-Nebâcî ve Sehl b. Abdullah et-Tüsterî gibi sûfîler ruhun gerçek mahiyetini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini söyleyerek bu konuda açıklama yapmaktan kaçınmıştır. Bununla birlikte ilk sûfîlerin büyük çoğunluğu ruhu bedene hayat veren mâna şeklinde algılamıştır (Serrâc, s. 293; Kelâbâzî, s. 67; Kuşeyrî, s. 250).

İlk dönem tasavvufunda tartışılan konulardan biri ruhun yaratılıp yaratılmadığı ile ilgili meseledir. İbn Atâ ile Vâsıtî ruhun bedenden evvel yaratıldığını söyler. Ebû Bekir Kahtabî zuhurun başlangıcını temsil eden “kün” (ol) emrinin ruhu kapsamadığını, ruhun Allah’ın emri, Allah’ın emrinin de kelâmı olduğunu ve mahlûk olmadığını ileri sürer (Kelâbâzî, s. 68). Abdülkerîm el-Kuşeyrî ve Muhammed b. İbrâhim el-Kelâbâzî, ruhun mahlûk olmadığını savunanların ve kıdemine inananların yanıldığını, ruhun beden gibi mahlûk, bedendeki bir mâna ve latif bir varlık olduğunu belirtmiştir. Beşerî ruh-kadim ruh, nâsûtî ruh-lâhûtî ruh, avamın ruhu-havassın ruhu, değişen ruh-değişmeyen ruh ayırımı yapan, iki türlü ruhtan bahseden, her birinin farklı mahiyette olduğunu söyleyen sûfîler de vardır (Serrâc, s. 293, 294, 554).

Ruh, kalp, beden ve sırrın bir hakikatin çeşitli yönleri ve görüntüleri olduğunu söyleyenlere göre sır ruhtan, ruh da kalpten daha derindir. Sır müşahede, ruh muhabbet, kalp mârifet mahallidir de denir. (Kuşeyrî, s. 251). Yani sırra erişenler Allah’ın zuhur ve tecellilerini görmeye kavuşur, ruh ile muhabbete erişilir, kalp ise yeteneklerin keşfedildiği yerdir. Kuşeyrî’ye göre insan gerçeğini ruh ve beden birlikte oluşturur, hiçbiri tek başına insanı tanımlamaz. Gazzâlî ruhla beden arasındaki ilişkiyi cisimle araz, usta ile alet arasındaki ilişkiye benzetir. Ona göre bu husus mükâşefe ilmini ilgilendirdiğinden açıklanması doğru değildir. Bu konudaki açıklama ruhun sırrını ifşa etmek anlamına gelir ki buna izin verilmemiştir (İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn, III, 3). Serrâc ve Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî bazı sûfîlerin ruh konusunda hatalı inanç ve kanaatler beslediklerini belirtmiş, ruhun mahlûk olduğunu ve bedenle birlikte haşredileceğini vurgulamıştır (el-Lümaʿ, s. 554; Ġalaṭâtü’ṣ-ṣûfiyye, s. 193).

İlim ve akıl ruhu besler, melekût âlemine yükseltir. Nurdan yaratılan ruh bedenlenmiştir. Beden karanlık, ruh aydınlıktır. Akılla güçlenen ruhun nuru artar. Bunun etkisiyle beden aydınlanır ve ruha boyun eğer (a.g.e., s. 235, 422). Ruh bedenden ayrılınca kendi asliyetine kavuşur. Ruh ve beden insan hakikatinin iki görünümünden ibarettir.

Gazzâlî’ye göre varlığın dört mertebesi vardır: Bir şeyin levh-i mahfûzdaki varlığı, dış âlemdeki maddî varlığı, muhayyeledeki hayalî varlığı ve aklî varlığı. Bunlardan bazısı ruhanî, bazısı maddîdir. Ruhanî varlıkların bir kısmı diğerlerinden daha fazla ruhanîdir, yani daha latif ve daha nûrânîdir (İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn, III, 20; Mişkâtü’l-envâr, s. 65). Gazzâlî hissî, hayalî, aklî, fikrî ve kutsî ruhlardan bahseder. Bu ruhlardan bir üst mertebede olan altındaki ruha göre daha şerefli ve daha yücedir. Varlıkla ilgili bu sınıflandırmanın bir neticesi olarak biri şehâdet (maddî), diğeri melekût (mânevî) olmak üzere iki âlem vardır. İlki süflî, cismanî ve zulmanî iken ikincisi ulvî, ruhanî ve nûrânîdir (Mişkâtü’l-envâr, s. 50, 65). Ruhanî âlem aynı zamanda âlem-i ervâh denilen ulvî ruhlar âlemidir. Bazılarına göre melekût ile şehâdet âlemleri arasında iki âlem daha vardır. Melekût âlemine yakın olana âlem-i ervâh, şehâdet âlemine yakın olana âlem-i misâl denir. Hazarât-ı hams denilen âlemin beş küllî mertebesinden biri de ruhlar âlemidir.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre ruh, tek ilâhî tecellideki farklılıkların kaynağı ve pek çok tecelli sûretinin zuhur etmesinin sebebidir. Bâtın olan ruh çeşitli varlık mertebelerinin hükmüne göre sûretler kazanarak zâhir olur. Şehâdet âleminde ruhun tecessüd ve teşahhus etmiş haline beden veya cisim denir. Beden ve cisim ruhun mazharı olduğundan âlemdeki canlı cansız her mazhar ruh sahibidir. Arabi’ye göre ruh ve beden birbirinin bineğidir.

İsmâil Hakkı Bursevî’ye göre ruh tek bir ilâhî mâna olmakla birlikte zâtî, izâfî ve hayvanî diye üçe ayrılır. Zâtî ruh bütün eşyanın varlık kazanmasını sağlayan tek bir ilâhî tecellidir. Ruhun bu tecellisine feyz-i akdes denir. İzâfî ruh âleme hayat bahşeden mânadır. Bu ruhun zâhirinden cisimler âlemi, bâtınından melekût âlemi yaratılmıştır. Hayvanî ruh, insan söz konusu olduğunda izâfî ruhun bedene taalluk etmesiyle bedene canlılık kazandıran ruhtur. Hayvanî ruha nefs-i emmâre adı da verilir.
Ruhların kendi âlemlerinden bu âleme gelmesine nüzûl, buradan ruhlar âlemine yükselmesine urûc denir. Kavis şeklinde bir yol izleyerek bu âleme gelen ruhlar (kavs-i nüzûl) yine kavis şeklinde başka bir yol izleyerek (kavs-i urûc) ruhlar âlemine döner. Ruhların geldikleri âleme yükselmeleri için arınmaları ve yetkinleşmeleri gerekir.

Tasavvufta bazı büyük velîlerin ve kutubların vefat ettikten sonra da müridleri ruhaniyetleriyle terbiye edip yetiştirdikleri kabul edilir. Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr, Ebü’l-Hasan Harakānî’nin, o da Bâyezîd-i Bistâmî’nin ruhaniyeti tarafından eğitilmiştir. Bu yolla terbiye görmeye Üveysîlik (Tarîk-i Üveysî) denir (Ferîdüddin Attâr, s. 28; Lâmiî, s. 519, 569, 668; Ma‘sûm Ali Şah, II, 48-51). Genellikle toplu yapılan zikirlere vefat etmiş meşâyihin ruhlarının katıldığı kabul edilir ve onların vefat ettikten sonra da dünyada tasarruf ettiklerine inanılır (Şa‘rânî, I, 153). Velîlerin kabirlerini ziyaret edip ruhlarından istimdadda bulunma tasavvuf âdâbındandır. (33)
 

Mevlânâ’ya göre ise nefsin yeri bu âlemdir ve nefs hazlar düzleminde hareket etmektedir. Nefsin bütün kazanımları geçici ve aşağılık şeylerdir. Nefsin birçok hîlesi vardır. Bu nedenle birey/sâlik onun ikiyüzlülüğüne aldanmamalı ve nefisle sırdaş olmamalıdır.

Sûfîlere göre nefsi etkisiz kılmak için dâimâ Allâh’ı anarak O’nu zikretmek gerekmektedir. Onlara göre nefsin etkisi azalırsa rûhun ağırlığı artar. Ruh Rabbin emrinde olduğundan, insan Allâh’a âit özelliklere ancak bu şekilde sâhip olmuş olur. (35)

Bazı ünlü isimlerden ruhla ilgili vecizeler:

“Kara bir karınca, kara kilimin üstünde bir taneyi almış gitmekte mesela. Tanenin gittiği görülür de karınca görülmez. Akıl der ki, gözünü iyi aç da bak! Hiç tane, onu götüren olmasa gider mi ?” (Mevlana Celaleddin Rumi)

“Her kim görür yüzünü, unutur kendi özünü. (…) Ölmekten ne korkarsın, korkma ebedi varsın. Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.”(Yunus Emre)

“Be harfi nurla özdeş olan ruhu temsil eder. Ortaya çıkan ruh İlâhî Buyruğun aracı olmuştur. İlâhî Buyruk eşyayı bu araçla meydana getirmiştir.” (René Guénon)

“Kürsi, emir âlemidir; misallerin sureti de arşta zahir olur.” (Muhyiddin İbni Arabi) (34)”

12. Kuran Anlatımları Göz Önüne Alındığında RUH Nedir, Hangi Manaları Karşılamaktadır?


Ruh, can, benlik, kalp, cevher, irâde gibi mânâlarda kullanılan “nefs” hakkında İslam mütefekkirleri farklı fikirler serdetmişlerdir. Kimileri; “Nefs atomdur.” görüşünden hareketle nefsin, diğer bir deyişle rûhun “kendi özüyle vâr olan bir cevher mâhiyetinde ve yerinin de kalp olduğunu” ifade etmişlerdir. Kimileri, nefsi, “Bedenle ortaya çıkan canlılıktır. Nefs, beyinde güç, kalpte fikirdir.” diye târif etmiştir. Bazıları da; nefsi mâhiyet bakımından; “Bedene yayılan nûrânî, yüce, diri ve hareketli cisimdir. Bu cisim ayrışmaz, değişmez, parçalanmaz.” olarak değerlendirmişlerdir. (36)

Kuran’a uygun açıklamalarda ruh; Allah tarafından verilen bilgi ya da o bilgiyi elde edebilme yeteneği olarak tanımlanır. Ruh bir nevi işletim sistemi gibidir. Ruhun ikram edilmesiyle-üflenmesiyle kişide dinleme-görme ve kalp yani bir bilgiyi menfaatine göre değerlendirip değerlendirmeme kabiliyeti ortaya çıktığı düşünülür.

Edip Yüksel Mesaj çevirisinin dipnotlarında bu konuyla ilgili görüşünü şu şekilde belirtmiştir:
 

“Kuran ayetlerini incelediğimizde "ruh"un vahiy, bilgi ve emir anlamlarına geldiğini görürüz. İnsan soyunun genetik yapısı, bilgisayar diliyle örneklersek, Tanrı'nın komutlarını (ruhunu) içeren bir donanım ve sistem programı gibidir. "Nefis" genetik yapının sistem programı gibi olup bilgi ve eylemlerle gelişebilen yazılım programlarıyla donatılmıştır. Hardware ve sistem ile çelişen yanlış tercihler ve davranışlar onları virüslerin saldırısı karşısında savunmasız bırakır. Kötü düşünceler ve tavırlarla, kötü alışkanlıklar ve dostluklarla bozulan nefis (sistem programı) yozlaşarak özelliğini ve işlevini kaybeder. Güzel düşünceler ve tavırlarla, iyi alışkanlıklar ve dostluklarla beslenen nefis ise orijinal yaratılışı (ruh) doğrultusunda gelişerek ebedi mutluluğu hak eder. Bak 17:85.

17:85 Sana ruhtan sorarlar. De ki: "Ruh Rabbimden gelir. Size verilen bilgi ise pek azdır."

“Kuran terminolojisinde "Ruh" vahiy ve Tanrısal bilgi demektir. Ölüm ve uyku anında vücuttan ayrılan şey ise "Nefs", yani bilinç ve kişiliktir (39:42).

39:42 ALLAH ölümü anında nefsi (bilinci) alır; ölmeyenleri de uyku anında… Hakkında ölüm kararı verdiklerini tutar ve diğerlerini de belli bir süreye kadar salıp gönderir. Düşünen bir topluluk için bunda dersler ve işaretler vardır.

Vahyi iletmekle görevli olan melek Cebrail'in künyesi "Ruhul Kuds" (Kutsal Vahiy) dir (16:102).
16:102 De ki: "Gerçeği onaylayanları sağlamlaştırsın, Müslümanlara bir yol gösterici ve müjde olsun diye Kutsal Ruh onu Rabbinden gerçekle indirdi.

Tanrı, insan türünü özel bir vahiy ile bilinç ve kişilik sahibi kıldı (15:29; 38:72).
38:72 "Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman ona secdeye kapanın."

Sapkın virüsler ve kötü kullanım yoluyla yozlaşan bilinç ve kişiliğimizin programını Ruh adlı programı beynimize yerleştirerek düzeltebiliriz. Vahiy, genetik yapılarındaki orijinal ruhlarını kaybedenleri diriltir (6:122; 8:24).

6:122 Ölüyken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup da ondan çıkamayan kimse gibi olur mu? İnkârcıların yaptıkları işler böyle süslü gösterilmiştir.

8:24 Ey gerçeği onaylayanlar, size hayat verecek şeylere çağırdığında ALLAH'a ve elçisine yanıt verin. Bilin ki ALLAH kişi ile kalbi arasına girer ve O'nun huzuruna toplanacaksınız.
Ölümle birlikte Tanrı'nın ana kaydına kopyalanan "nefis" fincanlarla veya benzeri ilkel metotlarla tekrar dünyaya getirilemez. "Ruh çağırma" safların inandığı ve şarlatanların istismar ettiği bir eğlenceden ibarettir.

Herhangi bir insanın beynindeki özgün nöron örgüsü ve hayat boyu hafızada biriktirilen bilgiler, ileri bir teknolojiyle organik olmayan bir materyale, örneğin bir bilgisayara kaydedilebilir mi? Bir başka deyişle, kişiliği, beynin organik maddesinden "bilgi" olarak soyutlayıp nakledebilir miyiz, koruyabilir miyiz, çoğaltabilir miyiz? Teknolojinin gelişimine bakılırsa, böyle bir şeyin olması olmamasından daha olağan gözüküyor. "Çürüyen kemikler mi diriltilecekmiş?" diye dirilme olayını inkâr eden ateistler, biyolojik ölüm olayıyla her şeyin kaybolmadığını ve insanın bir "bilgi" kümesinden oluştuğunu laboratuarlarında gördükten sonra bu gerçeği binlerce yıldır elçiler yoluyla bildiren Yüce Tanrı karşısında secdeye varacaklarına, kibir ve gururla inkâra devam edeceklerdir büyük olasılıkla... Kuşkusuz, bu gurur Saat ile son bulacaktır (10:24).”

10:24 Dünya hayatı, tıpkı şu örnek gibidir; gökten indirdiğimiz su insanların ve hayvanların yediği bitkilerin yapısına karışır. Bu durum, yeryüzünün süslenip bezendiği ve halkının da artık doğaya egemen olduklarını sandıkları ana kadar sürer. Nihayet geceleyin veya gündüzün ona emrimiz gelir. Sanki bir önceki gün hiçbir şeye sahip değilmiş gibi onu kökünden biçilmiş bir duruma sokarız. Düşünen bir toplum için ayetleri böyle açıklarız.”


Allah’ın kendisi bir ruh değildir. Kuran’da Allah kendini asla bu şekilde tanımlamaz. Bir diğeri Kuran’da insanların hayalet şeklinde ruhlara sahip olduğu bilgisi de geçmez, hatta ve hatta Kuran’da ruh kelimesinin çoğulu olan ervah kelimesi bile asla kullanılmaz. Zira insanın öyle zannedildiği gibi hiç ölmeyen bedenden ayrılabilen hayaletimsi ve ölümsüz bir ruhu yoktur. Bu sebeple Kuran’ın hiçbir ayetinde insanlardan “ruhlar” şeklinde bahsedilmez veya Kuran’da insanlara hiçbir ayette “ey ruhlar” şeklinde hitap da edilemez.

Kuran’ da “Allah’ın ruhundan üflemesi” ifadesi sadece ve sadece Adem ile İsa’nın yaradılışları için kullanılır. Adem ile İsa’nın ortak noktaları da cinsel birleşme olmadan, yoktan yaratılmış olmalarıdır. Ayrıca Kuran’da “Ruh üflemenin değil fakat, tek başına “üflemenin” geçtiği bir yer daha vardır. İsa, İsrailoğulları’na mucize gösterirken şunları söyler:

3:49 “Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim: Ben çamurdan, kuş görünümünde bir şey yapar, ona üflerim de Allah’ın izniyle kuş oluverir…”

Gördüğünüz üzere burada da cinsel birleşme olmadan, yoktan var etme söz konusudur. Burada da yoktan var oluşun gerçekleşmesi için İsa kuşa “üfler”. Üfleme, Allah2ın yaratış yöntemlerinden birisidir. Yani Allah nasıl ki insanı anne karnında yaratmayı uygun görüyorsa veya elmanın zaman içinde dalında olgunlaşmasını uygun görüyorsa veya evde beslediğimiz köpeklerin yıllar içerisinde yapay seçilimle yaratılmasını uygun görüyorsa, aynı şekilde üfleme ile oluşan bir yaratış biçimi de dileyebilir.

O halde ruh üflemek demek de, bir ruh olan Allah’ın kendisinden başka ruhları yaratması gibi Kuran dışı bir anlama gelmez. “Ruh üflemek”; ruh kelimesinin Kuran’daki tüm kullanımları göz önüne alındığında olsa olsa ancak “ilahi” bilgiyi aktarmak, vahyi aktarmak” anlamına gelebilir ki bu bile kesin değildir. Çünkü Kuran, ruh için şöyle der:

17:85 Sana ruhtan sorarlar. De ki: "Ruh Rabbimden gelir. Size verilen bilgi ise pek azdır." (27)

İsa peygamber ile ilgili bu ayet “3:49 Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim: Ben çamurdan, kuş görünümünde bir şey yapar, ona üflerim de Allah’ın izniyle kuş oluverir…” ve ruh hakkındaki başka bir görüş ise şöyledir:

"...Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış, ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu..." (Maide, 5/110) ve 3:49 ayetlerinde çamurdan yaptığı kuş maketlerine İsa (as)'ın üfleyerek can verdiği, yani dirilttiği belirtilir. Kuşlara can vermesine bakarak ne Hristiyanlardan ne de başkalarından İsa (as)'ın ruhunun o kuşlara hulul ettiğini, sindiğini, böylece söz konusu kuşların İsalık özelliği taşıdığını veya İsalaştığını bugüne kadar kimse söylememiştir. Oysa İsa (as)'ın Hz. Meryem'den babasız doğmasını emrederek ve ona can vererek yaratması karşısında Hristiyanlar yanılarak, Allah'ın ruhunun Meryem'e ve oğlu İsa'ya hulul ettiğine inanmış, İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söylemiş ve hem kendisini hem annesini tanrılaştırmışlardır. Onun için Baba, Oğul, Allah, İlah, Kutsal Ruh, İnsan-Oğul, Rab gibi isim ve unvanlarla anmışlar ve anmaya devam etmektedirler. (bk. Matta, 28/19, Markos,4/7)

Hristiyanların Hz. İsa (as) için düşündükleri ve onların paralelinde düşünenlerin seslendirdikleri gibi insanoğluna can veren, Allah'ın bir parçası ise o zaman insanın ruh boyutunun ilah olması gerekir. Başka bir deyişle, Allah'ın ruhunun bir parçasının insanoğlu olarak somutlaşmış olması söz konusu olur. Bu da gerek Hristiyanların gerekse onların paralelinde düşünenlerin yanılgısından başka bir şey değildir.


Allah, 'ruhumdan, ruhundan, ondan bir ruh' ifadesini sadece Hz. İsa (as) için değil, ondan önce  dem (as) için de kullanmaktadır.

    "Rabbin meleklere: 'Ben, balçıktan, işlenebilen kara çamurdan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın.' demişti." (Hicr, 15/28-29; Sad, 38/72).

    "Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra şekillendirip ona ruhundan üfleyen Allah'tır. Size kulaklar, gözler, kalpler verilmiştir. Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz." (Secde, 32/7-9)

Aynı şekilde, 'ruh' kelimesi, en yakın akrabaları da olsa, kim olursa olsun Allah'a ve Allah'ın Rasulü (as)'e düşmanlık yapan kişilere sevgi beslemeyen bütün müminler için de kullanarak "ondan bir ruh"la onları desteklediğini şöyle belirtir:

    "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kavmin, babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile, Allah'a ve Peygamber'ine karşı gelenlere sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı bunların kalplerine yazmış, O'ndan bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuştur. İşte bunlar, Allah'tan yana olanlardır. İyi bilin ki, mutluluğa erecek olanlar, Allah'tan yana olanlardır." (Mücadele, 58/22)

"O'ndan bir ruh" ifadesinden "Allah'ın ruhu" anlamını çıkaran mantığa göre hareket edersek, o zaman "O'ndan bir ruh" ile desteklediği müminler de Allah'ın ruhu, Allah'ın parçası, insanoğul, olması gerekir ki bunun ne kadar saçma olduğu açıktır.

"Rivayete göre Hristiyan büyüklerinden biri, Kur'an okuyan bir kişinin, "İsa, Allah'ın Meryem'e kelimesi ve O'ndan bir ruhtur." (Nisa, 4/171) ayetini okurken dinlemiş, bunun üzerine "Ayet, İsa'nın Allah'ın Meryem'e kelimesi ve Allah'tan bir parça olduğunu gösteriyor." demiştir. Orada bulunanlar arasında olan Hasan b. Ali b. Vafi, Hristiyanın bu iddiasına şu cevabı vermiştir:

    "Allah, göklerde olanların, yerde olanların hepsini, kendisinden sizin buyruğunuz altına vermiştir." (Casiye, 45/13) buyurmuştur. Eğer 'O'ndan bir ruh' sözünden İsa'nın Allah'tan bir parça olması gerekiyorsa, göklerde ve yerde kendisinden olan her şeyin de ondan bir parça olması gerekir, halbuki bunu söyleyen kimse yoktur. Onun için bu sözden maksat, olsa olsa onun yarattığı şeylerdir.' demiştir." (Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Tercüme ve Şerhi, 1/218)

"O'ndan bir ruh" ifadesi kullanıldığı veya "O'ndan bir ruh" ile desteklendiği için İsa peygamber, Allah'ın oğlu veya tanrı olacaksa, o zaman "O'ndan bir ruh" üflediği  dem'in ve diğer insanların, yukarıda ruh ile desteklendiğini belirttiği bütün müminlerin de Allah'ın oğlu veya tanrı olmaları gerekir. Halbuki bu yanlış bir anlama olup gerek Allah, gerekse bütün peygamberler ve müminler bundan münezzehtir. (37)


Muhammed Bozdağ, Sonsuzluk Yolculuğu (e-kitap) adlı kitabında bu konuyla ilişkili olabilecek görüşlerini şöyle ifade eder:



13. Esma-ül Hüsnaları Neden Belirli Sayılarda Zikir Ediyorlar veya Tekrarlıyorlar?

Zikir kavramı, zikir sayılarının belirlenme kriterleri, zikir yaparak şifa arama meseleleri ve daha fazlasını bu başlık altında bulabilirsiniz.

14. Zikir Nedir?


Sözlükte “bir şeyi anmak, hatırlamak” anlamındaki zikir (zikr) kelimesi (çoğulu zükûr, ezkâr) dinî literatürde “Allah’ı anmak ve unutmamak suretiyle gafletten ve nisyandan kurtuluş” anlamında kullanılır. Zikir dil veya kalp ya da her ikisiyle beraber yapılır; bu ise ya unutulan bir şeyi hatırlama ya da hatırda olanı muhafaza etme şeklinde olur.
59:19 ALLAH'ı unuttukları için O'nun da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmışlardır.

Kur’an’da türevleriyle birlikte birçok âyette geçen zikir Allah’ı dille hamd, tesbih ve tekbir şekliyle övmek; nimetlerini anmak, bunları kalple hissetmek ve tefekkür etmek; kulluğun gereklerini akıl, beden ve mal ile yerine getirmek; namaz kılmak, dua ve istiğfarda bulunmak, kevnî âyetler üzerinde düşünmek şeklindeki mânalarının yanı sıra Kur’an, önceki kutsal kitaplar, levh-i mahfûz, vahiy, ilim, haber, beyan, ikaz, nasihat, şeref, ayıp ve unutmanın zıddı gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Kur’an’da, Allah’ın içten yalvararak ve korkarak alçak sesle sabah akşam çokça zikir ve tesbih edilmesi emredilmiştir.

7:205  Rabbini gönülden yalvararak, gizlice ve sessizce sabah akşam an; gafillerden olma.

33:41 Ey gerçeği onaylayanlar ALLAH'ı çok sık olarak anın.
33:42 O'nu sabah akşam yüceltin.
33:43 O ki sizi karanlıklardan ışığa çıkarmak için melekleri ile birlikte sizi destekler. O, gerçeği onaylayanlara karşı Rahimdir.

29:45 Sana vahyetmiş olduğumuz kitaptan oku ve namazı gözet. Çünkü namaz, iğrenç ve kötü şeylerden vazgeçirir. ALLAH'ı (namaz yoluyla) anmak en önemlidir. ALLAH ne yaptığınızı bilir.

2:152 Beni hatırlayın ki ben de sizi hatırlayayım. Bana teşekkür edin; nankörlük etmeyin.” âyeti dikkate alınarak Allah’ın kulunu anması şeklinde de anlaşılmıştır.

Yine âyetlerde zikrin kalp huzuruna, kurtuluşa ve bağışlanmaya vesile olacağı vurgulanmıştır.

8:45  Ey gerçeği onaylayanlar bir ordu ile karşılaştığınızda dayanın ve ALLAH'ı çokça anın ki başarasınız.

13:28  Onlar ki onaylarlar ve kalpleri ALLAH'ı anmakla huzur bulur. Bilesiniz ki, kalpler ALLAH'ı anmakla yatışır.

33:35  Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, gerçeği onaylayan erkekler ve gerçeği onaylayan kadınlar, söz dinleyen erkekler ve söz dinleyen kadınlar, doğru sözlü erkekler ve doğru sözlü kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygılı erkekler ve saygılı kadınlar, yardımsever erkekler ve yardımsever kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetli erkekler ve iffetli kadınlar, ALLAH'ı çok anan erkekler ve çok anan kadınlar; işte ALLAH onların hepsine bağışlanma ve büyük bir ödül hazırlamıştır.

63:9  Ey gerçeği onaylayanlar, paralarınız ve çocuklarınız sizi ALLAH'ı anmaktan alıkoymasın. Böyle davrananlar kaybedenlerdir.

24:37 Kişiler vardır. Onları, ALLAH'ı anmaktan, namazı gözetmekten ve zekatı vermekten ne bir iş ne de bir ticaret alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.

4:142  İkiyüzlüler ALLAH'ı aldattıklarını zanneder. Halbuki O, onları aldanmış bırakır. Onlar namaza kalktıklarında üşene üşene kalkar. Çünkü insanlara gösteriş yaparlar ve ALLAH'ı pek az anarlar.

Dil ile Allah’ı anmanın sesli ya da sessiz yapılması hususunda çeşitli rivayetler vardır. Kur’an’da ise Allah’ın içten yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle tesbih edilmesi emredilmiştir.
7:205  Rabbini gönülden yalvararak, gizlice ve sessizce sabah akşam an; gafillerden olma.

20:14 "Ben, evet Ben ALLAH'ım; Benden başka tanrı yoktur. Bana hizmet et ve Beni anmak için namazı gözet."

29:45 Sana vahyetmiş olduğumuz kitaptan oku ve namazı gözet. Çünkü namaz, iğrenç ve kötü şeylerden vazgeçirir. ALLAH'ı (namaz yoluyla) anmak en önemlidir. ALLAH ne yaptığınızı bilir.

15. Esmalarla İlgili Zikir Sayısı Neye Göre Belirleniyordu?


Tarikatlarda zikir kulun rabbine yaklaşmasını sağlayan en büyük ibadet, nefsi terbiye için uygulanan riyâzetin en önemli esası olarak kabul edilir. Tasavvuf eğitiminde nefislerin mânevî hastalıklardan nasıl kurtulacağını bilen şeyhler, müridlerin durumuna göre onlara en uygun zikri telkin ederek Hakk’a ulaşmalarına vesile olduklarını düşünürler. (Abdürrezzâk el-Kâşânî, s. 248). Mürid bunları kendisine tavsiye edildiği sayıda tekrar etmek suretiyle gerçekleştirir. Bu inanışlarına hadisleri ayna tutarak tavsiye edilen bir kısım zikir ve tesbihlerin belli sayılarda yapılmasının istendiğini kabul ederler. (Buhârî, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 9, “Daʿavât”, 54; Müslim, “Ẕikir”, 9; Nesâî, “Sehiv”, 95; İbn Mâce, “Edeb”, 56).

Tarikatlarda zikir şeyhin veya halifesinin gözetiminde toplu olarak da yapılmakta, belli lafız ve ibareler belli bir hareket düzeni içerisinde beraberce söylenmekte, icra edilen bu zikirlere tarikat âyini denilmektedir.

Zikir sırasında makamla okuduğu ilâhîlerle dervişleri coşturan zâkirler de bulunmaktadır. “Meclis, hadra, leyle, semâ ve devran” gibi isimlerle anılan bu uygulamalardan özellikle dönerek yapılan devran tarzı zikirlerin bazı türlerine hıristiyan raksını andırdığı gerekçesiyle bir kısım ulemâ karşı çıkmış, bu yüzden sûfîlerle ilmiye mensupları arasında tartışmalar olmuştur. (Öngören, sy. 25 [2010], s. 123-132). (7)

16. Yaşam Kodu ve Kişisel Esmalara Göre Şifa Arama Meseleleri


Yaptığım araştırmalar sonrasında gördüm ki İbni Arabi’nin ilham yoluyla insanlara bahşettiğini söylediği yaşam kodu-yaşam şansı formülü ve Douglas Forbes gibi dünyaca tanınan bir yazarın kaderin pin koduyla ilgili paylaştığı bilgiler benzer kaynaklara dayanmaktadır. İkisi de bu bilgilere ilham, keşif ve rüya gibi yollarla ulaştığını söylemektedirler. Blog yazılarımı takip edenler bilir ki bu yöntem tamamen şeytani bir yöntemdir.

İbni Arabi’ye göre insanların kendi yönetici esmalarını ve hayat şanslarını belirlemesine ve (haşa) Allah ile bir olma yolculuğunda nefsini öldürmesinde, maddi dünyada ise isteklerini elde edebilmesi için gerekli olan özel bilgiye ulaşabilmesinde yardım alabileceği formül şöyledir:

Kişinin kendi ismi ve annesinin isminin ebced değerinin bilgisine ek olarak doğum tarihindeki rakamların toplamının bilgisi de kullanılarak kişinin ruhuna ve isteklerine yön veren lokomotif esması bulunur. Buna yönetici esma denir. Bununla birlikte 2’den 11’e kadar rakamlar düşük şans, ortalama şans, yüksek şans, kilitli yüksek şans ve en süper şans şeklinde bölünür. Örneğin doğum tarihinizi gün, ay ve yıl olarak yazıp her bir hanesini tek tek topladığınızda ortaya bir rakam çıkıyor. Çıkan bu iki haneli rakamı da sadeleştirene kadar toplamaya devam ediyorsunuz. En sonunda çıkan sayı ise sizin hayattaki şansınızı gösteriyor.

Mesela; 23.05.1789 doğum tarihiniz ise;

2+3+5+1+7+8+9= 35
3+5=8

Bu durumda bu doğum tarihine sahip olan kişinin hayatta yüksek bir şansa sahip olduğu düşünülüyor. Ebced değerine göre bulunan yönetici esma ise bu şans durumuna göre yorumlanıyor. Daha fazla detaya girmeden Douglas Forbes’un tekniğinden devam etmek istiyorum.

Yakın zamanımızın ünlü yazarlarından, Kaderin Pin Kodu adlı kitabın yazarı olan Douglas Forbes’un bu bilgiye ulaştıktan sonra diğer insanlardan farklı olarak kişisel bir çok mucize yaşadığını söylediği pin kodu meselesi hakkında neler konuşuluyordu? Dilerseniz aşağıdaki yazıya bir göz atalım.

“Geçmiş yüzyıllardan beri gelen kabala, astroloji, burçlar, gibi pek çok ezoterik bilim insanların doğum tarihinin insanların kişiliklerini ve yaşam şekillerini etkilediğine inanıyorlar.

Kaderin Pin Kodu'nun en önemli özelliklerinden bir tanesi yılın herhangi bir gününün enerjisini tanımlayabilmesidir. Bu enerji son derece belirleyicidir ve eşsizdir. Örneğin şu tarihe bir bakın; 20.09.2009. Onu aynı zamanda 2009/2009 olarak da  görebilirsiniz. Bu tarih bir daha ne zaman gelecek? Asla. Tıpkı sizin doğum gününüzün asla tekrarlanmayacağı gibi… Hergün, kendi başına bir matristir. Doğum tarihiniz, bu matrisin anahtarıdır. Doğum gününü, ayını ve yılını temel alarak 9 hanelik bir matris oluşturulmaktadır. Pin Kodunuzu hesaplama yöntemiyle 9 hanenin şifresi çözüldüğünde bu matris bize, insan kişiliğinin dinamiklerini ve hiyerarşik konumunu belirleyen işletim sistemlerini verir.

İşletim sisteminin ve belli aralıklarla tekrarlanan yaşam döngülerinin hesaplanmasında, elementler(hava,su,ateş,toprak) ve rakamların elementsel özellikleriyle olan bağlantısı temel alınmaktadır. Dokuz ana grubun altında temel farklılıklarımızı tanımlayan yüzlerce alt grup bulunmaktadır. Bu da birçok insanın ilk hanesinde, örneğin, 1 rakamı olmasına rağmen her birinin neden farklı ve kendine özgü olduğunu açıklamaktadır. Ayrıca her sayının güçlü ve zayıf tarafları olduğundan her insan bu sayının özelliklerini değişik şekilde açığa çıkarır. Bu nedenle aynı günde doğmuş İnsanların arasında farklılıkların olması çok doğaldır. Kaderin Pin Kodu rakamlar hakkında DEĞİLDİR, günün enerjisinin içerdiği sırları anlamak için rakamları kullanır. Cari Jung'un dediği gibi:"Bir günde doğarsınız ve doğduğunuz o günün enerjisini alırsınız.” (24)”

Peki Douglas Forbes kaderin pin kodunu nasıl buldu?

İlk ağızdan yapılan açıklamayı aşağıda paylaşıyorum:

“Bundan 3 yıl önce kalp krizi geçirip öldüm. Bir kaç dakikalığına öbür tarafa gittim geldim. Bu süre içerisinde annemi babamı ve köpeğimi gördüm. Etrafımda huzur, dinginlik vardı. Evrende küçücük bir yıldızdım ama evrenin bir parçasıydım da. Orada bunu anladım. Kavga gürültü yoktu. Evrenin bir parçası olduğumu anladım.” Doğum tarihiniz sizin pin kodunuzdur’’ diyerek devam ediyordu…

Anlaşıldığı gibi evrenle bir olduğunu, onun bir parçası olduğunu anladığında bilginin özüne de ulaşmış. Buraya kadar sizinle paylaştığım tüm bu analizlerden sonra ulaşılan her değişik bilginin rahmani bilgi olduğunu düşünme hatasına en azından ben dahil, buradaki okuyucular artık düşmeyeceklerdir diye ümid ediyorum.

İşin kötüsü bu bilgiler deneyim edildiğinde aynı falcılıkta olduğu gibi bir takım hayata uyum gösteren yönlerle karşılaşıyorsunuz ancak o “hayretle aaa bak doğru çıktı” durumunun oltanın ucundaki yem olduğunu aklınıza getirmiyorsunuz. Kuran’dan başka bir kitaptan istikbal, hidayet ve yardım arayan kişiler çok kolay şekilde yollarını kaybederek kötü enerjilerin esiri olabilecek hale geliyorlar.

17. Esmaları Belli Sayılarda Tekrarlayarak Yetenek Açmak ve Yeni Hayat Becerileri Edinmek Konusu


Bu kısma kadar atlamadan okuyarak gelenler için tasavvuf felsefesinde ve İbni Arabi görüşlerinde esmaların neler ifade ettiği iyice netleşmiştir. O nedenle bu kısımda sadece esmaları belli sayıdaki ebced değerlerine göre zikrederek hayatta daha yetkin ve başarılı bir insan olmak, dilediklerine sahip olabilmek, daha sağlıklı olmak hatta söylediklerine göre nefsi terbiye edip üst boyutlardan bilgi alarak Allah ile bir olmak durumunu nasıl mümkün görebiliyorlar bundan bahsedeceğim.

Bu görüşe göre esmalar kainatın başlangıcından önce var olan manalardır. Soyut veya somut olan her şey esmalara dayanır. Bazı maddelerin içinde onlarca esma olur, bazısında ise sınırlı. İnsanoğlunda ise Allah’ın bütün esmaları vardır. Bazıları açığa çıkmıştır, bazıları henüz çıkmamıştır. İşte buna potansiyel esmalar gözüyle bakılır. Daha önce bahsettiğim gibi bu görüşe göre yönetici esması kişiye genel karakterini verir. İnsan kendini geliştirmek istediğinde potansiyel olarak var olduğu düşünülen diğer esmalarını açmaya yönelmelidir. Yönetici esmanın zikredilmesiyle kişideki eksik esmaların ne olduğu yine bu kişiye ilham olur(!) Bunu ise anlama yöntemi şu şekilde açıklanır “Bazı esmalar zikrettikçe kişinin hoşuna gider o durumda artık bu esmayı tekrarlamana gerek kalmaz, çünkü bu yetenek sende vardır. Ancak zikrettikçe kişiye sıkıntı veren esmalar o kişinin eksik yönlerini gösterir. Bu esmaları tekrarladıkça o yeteneklerini açabilirsin. Böylece o kişiye yeni bir yetenek eklenmiş olur. Bundan sonra yeni yeteneğinin sana verdiği bilgilerle hayat içinde daha doğru kararlar alıp başarıya kavuşmuş olursun.”

Peki durum gerçekten de bundan mı ibarettir?

Hepimiz başka yaşam yeteneklerine sahibiz. Kimi yeteneklerimiz fazla, kimisi az, kimisi de henüz kullanılmamışlar. Verilen tüm bu yeteneklerle aslında amacımız Allah’a gidecek olan yolu bulmak (elçiler, peygamberler, din ve kutsal kitaplarla bu yola girme eylemi kolaylaştırılmıştır.), onunla aramızda bağ kurabilmek amacıyla  (aşk, sevgi, merhamet vb.) paylaşacağımız duyguları tecrübe etmek için yaşayacağımız bu hayattaki ayrıntılara dikkat etmek, çıkarım ve özeleştiri yapmak ve Allah’ın sevgisine layık olan kullar olarak onu en güzel şekilde takdir etmeye çalışmak. Tam bu aşamada zandan çok gerçeğe yakın olabilmek için Genetik Zekâ-Yaşamın İlahi Sırları / Dr. Kazuo Murakami’nin kitabındaki şu bilgilerle konuyu desteklemek istiyorum:

-“Genlerimizde kayıtlı olan ve “genetik bilgi” olarak adlandırılan bilgi; üç milyar kimyasal harfe eşdeğerdir ve basılmaya kalkılsa, her biri biner sayfalık üç bin cilt oluşturur. 

Her insanın “eşsiz”, “benzersiz” olduğunu işitmişsinizdir; bilin ki bu düşünce bilimsel olarak da doğrudur. Hiçbir gen seti-ya da “genom”-birbirinin tıpatıp aynısı değildir. Genetik oluşumumuzun hayati olmayan bölümleri insandan insana küçük farklılıklar gösterir. Aynı şey genlerimiz için de geçerlidir. İnsan genomu, her insanda aynı olan özelliklere sahiptir ama iki insanın genomu birbirinin tıpatıp aynı olamaz. Genom farklılıkları, kişinin sâdece görünüşünde ya da bedensel yapısında değil, karakter ve yeteneğinde de kendisini gösterir. Gerçek şudur ki; genlerimizde programlanmış olmayan hiçbir şeyi yapamayız. Böyle bakıldığında, insanın gizil gücü ve kapasitesi gerçekten de sınırlıdır.
Kişinin kapasitesi bütünüyle genlerinde kodlanmıştır. Ama unutmamalıyız ki; insan genomunda bulunan genlerin yalnızca %5’i ya da en fazla %10’u işlev görmektedir; geri kalan genler uykudadır.

Genlerin harekete geçirilmesinde üç etken vardır: Genin kendisi, çevre ve zihin. Bu üç etken arasında en yanlış anlaşılanı sanırım genlerdir. Birçok insan, kalıtsal özelliklerin asla değişmeyeceğine inanır.
Ne kadar yaşlanmış olursak olalım, hayatımızın herhangi bir döneminde gelişme gösterebiliriz. İçimizde bir şeyler başarma tutkusu ve enerjisi varsa, her şey mümkündür. Başarıya ulaşmanın önündeki tek engel “ben bunu yapamam” düşüncesidir.

Suyla dolu bir küvete bir damla mürekkep eklerseniz ne olur? Mürekkep derhal suyun içinde yayılmaya başlar. Peki, neden bir noktada toplanıp orada kalmaz? Bu olayın altında derin bir açıklama vardır.


Fiziksel alemde, düzensizliğe doğru doğal bir eğilim olduğu düşünülür ve bu eğilim “artan entropi” yasası olarak bilinir. “Artan entropi” yasası, sadece mürekkep için geçerli olmayıp; bütünüyle madde alemini ilgilendiren bir yasadır. Genler ansızın bütün hızlarıyla çalışmaya başlasalardı, bu hemen ölmeleri anlamına gelirdi. Çünkü fazlasıyla yıpranırlardı. Oysa normal koşullarda genlerimiz, bizi hayatta tutmak ve bedenimizdeki entropinin artmasını önlemek için çalışmaktadır. Buna “entropi azalması” denir.

İnsanoğlu eğer sınırsız yetenek artışı yönünde programlanmış olsaydı, bunun tam aksinin, yâni sınırsız yetenek eksilişinin de geçerli olması beklenirdi. Oysa böyle bir durum insan ırkının varlığını tehlikeye düşürürdü. Dolayısıyla doğa bunu bir biçimde engeller. Doğanın hedefi çeşitliliktir.

Her birey benzersiz ve çeşitlilik gösteren genlerle donanmıştır. Bu genlerin harekete geçirilmeleri için uygulanacak zamanlama ve yöntemler de farklıdır. Hücre çekirdeğindeki genler, içlerinde ucu bucağı bulunamayacak miktarda bilgi depolar. Bu bilgilerin arasında genlerin belli durumlarda nasıl çalışacağına ve çalışmayı ne zaman durduracağına ilişkin talimat da vardır. Genetikçiler bunu “açma/kapama mekanizması” diye adlandırırlar. Sayıları neredeyse sonsuzmuş gibi görünen genler ne zaman devreye girer, ne zaman devreden çıkar? Bazıları, yaşamın belli dönemlerinin sonunda harekete geçer. İçlerinde üç milyar parça bilgi barınan genlerimizin “anahtarını” çevirebilseydik; her şey mümkün olurdu. Yakın zamana kadar ise, kullanmadığımız kısmı uyandırmak için elimizden bir şey gelmeyeceğine inanarak yaşadık. Ancak artık bunun böyle olmadığını biliyoruz.”-

O halde şimdi daha net biliyoruz ki bu aşkın varlığı anlamak ve tecrübe edebilmek için gerekli olan yetenekler ve kapasite, bilginin kaynağı olan Allah tarafından genlerimizde kodlanmış. Hatta her insanda bu genler/yetenekler uğraşılıp geliştirilmediği sürece sadece %5 ya da %10 kadar çalışabilmekte. İnsan yeteneklerini hayatın içinde, iletişimde kalarak, bir keşiş gibi değil aktif şekilde yaşayarak ve akıl yürütmeye devam ederek düşünerek geliştirebilecektir. Tasavvufi felsefelerde anlatıldığı gibi çektiğimiz zikirlerle yaydığımız titreşimler vasıtasıyla başka mana alemlerindeki bilgilere temas edip onları kendimize Matrix’de olduğu gibi yüklememiz durumu söz konusu değildir. Zaten Allah tarafından kendimizi iyi yönde geliştirebilmemiz için gerekli olan her özellik “gerektiği kadar” genlerimizde yüklü olarak tasarlanarak dünyaya gönderilmişizdir. İnsanların işleri farklı farklıdır ve Allah’a doğru yaklaşma çabalarında da durumları mertebe mertebedir. Çünkü her bir insan genlerindeki bu bilgi deryasının kilidini yaşamlarının farklı dönemlerinde açmaya gayret eder veya kimi insan da bu dünyaya geldiği gibi gitmeyi tercih eder. Yeteneklerimizi açmak, geliştirmek, kişiliğimiz veya karakterimizdeki eksikleri düzeltmek için motivasyonumuz olduğunda, verdiğimiz çaba sonrasında bu gen kapıları açılır. Bu yolda harcanacak çaba için gereken motivasyon da içten gelen bir sevgi ile mümkündür. Sevmek için anlamak ve tanımak gerekir. Bunun için de Allah’ın isimlerini öğrenerek onu tanıyabilir ve onu sevmenin yollarını ararken hayatı tecrübe ederken (aşık olur, yardım eder, sabreder, adil olur, beklemeden iyilik yaparız vb.) genlerimizin kilitlerini bir bir açabiliriz. Böylece hayat boyu sürecek bir ilerleme ile Allah’ın sevgisine de yaklaşmaya çalışmış olur ve ondan gelecek sevgiyi de ancak bu şekilde umut edebiliriz.

18. Ebced Adediyle Şifa Amaçlı Esma Zikretmek Nelere Sebep Olabilir?


Şifa amaçlı olarak esmaları zikretmeyi öneren kişilerin, fikirlerinin yol açabileceği olumsuz sonuçlardan bahsetmeden önce bu fikirlerini zikrin düzenli olarak yapılması gerektiği ile ilgili nasıl temellendirdiklerini internette yayınlanmış bir yazı ile belirtmeliyim.

“Allahın her bir ismi birer enerji kaynağı. Sağlıktan rızka kadar dünyada var olan her şey, tüm düzen esmalarla çalışıyor. Var olan her bir esma bizim DNAmıza da kodlanmış durumda. Ve bu herbirimizde farklı oranlarda tecelli ediyor.

Doğduğumuz ana denk gelen bazı gezegen açılarına maruz kaldığımız için o gezegenlerin sahip olduğu enerjiler bizim karakteristik özelliğimizi oluşturuyor. Yaşam planımızda bizi zorladığını düşündüğümüz derslerimiz de bizim bu zayıf eksik noktalarımızdan geliyor.

Örneğin bazılarımız Satürn gezegeninden etkiler alıp daraltan etkisi ile sıkıntılara maruz kalabiliyorken, kimilerimiz Merkür gezegeninden etkiler alıp açan genişleten özelliklerinden dolayı elimizi attığımız her işte daha başarılı olabiliriz. Güneşten alınan etkilerle daha güçlü, Ay dan alınan etkilerle daha sevgi dolu duygusal olabiliriz. Ya da bu etkileri alamadığımız için tam tersi özelliklerde de olabiliriz.

Bizler manasını bilerek niyet ederek bir esmayı sahip olduğu ebced değerinde aşağı yukarı 40 gün okuduğumuzda bu esmanın sahip olduğu enerji bizde açığa çıkmaya başlıyor.

Yani bizler bu esmaları doğru oranda okuduğumuzda bu enerjileri yükselterek adeta kendimizde eksik bulduğumuz yönlerimizi şarj edebiliriz. Ancak bu konuda şöyle bir yanılgı var bu bende eksikmiş okudum bitti. Böyle bir şey yok, eğer bir esmanın enerjisinden sürekli faydalanmak ve aktif tutmak istiyorsanız onu düzenli olarak ara vermeden okumanız gerekiyor. Buna Vird edinmek deniliyor.

Zikir belli anlamları olan kelimeleri tekrar etme çalışmasıdır. "Beynin çalışan kapasite bölümünü zikredilen mana doğrultusunda ve zikirde tekrar edilen kelimelerle beyinde yeni hücre bloklarını devreye sokma çalışmalarıdır." der Ahmed Hulusi..

Siz bir esmayı zikretmeye başladığınızda beyinde belli bir bölgede aktivasyon (aydınlanma) başlıyor. Belli sayıda tekrar etmeye devam ettikçe bu ışınlar beyinden dışarı doğru yansımaya başlıyor ve kendi ile aynı frekansı yakalıyor ve bağlanıyor. Burada zikir sizin DNA nızda olan kodları aktive ederek enerji açığa çıkarmanızı sağlıyor.(39)”

Hepimizin enerjiden ibaret olduğumuz konusunu biliyorsanız, ağzımızdan çıkan seslerin frekanslarının ve kelimelerin içerdiği anlamlardaki enerji etkileşimlerinin sonuçlarını da tahmin edebiliyorsunuzdur.

Biyoenerji ve metafizik uzmanı olduğu bilinen Salih Memişoğlu’nun bir TV yayınında (Beyaz TV- Ne Var Ne Yok) esmaların ebced değerleriyle sürekli zikredilmesinin yol açabileceği istenmeyen sonuçlardan bahsettiği bölümü buradan kısaca vermek istiyorum: “Esmaları isme göre belli bir ebced sayısıyla sürekli çekmek doğru değildir. Bu sayıları bölmelisiniz ara ara belli tekrarlarda söylenebilir. Esmaül Hüsna bizim zikir mekanizmamız değildir. Özellikle beyniniz bulanmaya başladığı anda dinlenmelisiniz.” Burada anlatmaya çalıştığı mevzuyu tüm programı izlediğinizde daha iyi anlayabiliyorsunuz. Başka boyutlarla iletişime geçmeye başlanabileceğini ima etmeye çalışarak insanları uyarırken, kişilerin bu zikirlerden sonra delirmeye kadar gidebileceklerini ya da başka varlıklar görmeye başladıklarını diğer anlattığı kısımlardan anlayabiliyorsunuz.

Bu başlık altındaki konuya son vermeden Cemre Demirel’in kitabında yer verdiği Ra Bilgileri adlı spiritüalist (ruhçu) kitaptan bir kısım sunmak istiyorum.

“Dostlarım her şey “bir”dir. Şu anda benim sesim, bu medyumun sesidir; benim düşüncelerim onun düşünceleridir. Size sunduğumuz titreşim, inanın ki bir kişiliğin değil, Yaratan’ın titreşimidir. (!) Biz de bir kanaldan başka bir şey değiliz. Sadece tek bir ses vardır. Biz içinde bulunduğumuz titreşim düzeyinde, bu sesin Yaratan’ın sesi olduğunun bilinçli olarak farkındayız. Yapılacak şey Yaratan’ın bu denli farkında olmayanların titreşimlerini yükseltmekten ibarettir. Böylece sizin idrakinizde de zamanla her şey bir uyum içine girecektir.” 



19. Temizlik Vakti


Evet şimdi ortalığı temizleme zamanı geldi diye düşünüyorum.

“İyi niyetlerle, sadece Allah’ın rızasını kazanmak ve onun hoşnut olduğu eylemler peşinde koşmak isteyen insanlar, Kuran rehberliğinden ayrılmadan, Esmaların nurundan nasıl faydalanabilir?”

Elbette önce Allah kavramının ne olduğunu anlamaya çalışarak, onu niteleyen isim ve sıfatlarla ilgili tartışmalardan ve ortaya koyulan görüşlerden yararlanılarak bir bakış açısı edinebiliriz. Bununla ilgili temeli oluştururken Kur'an'da Uluhiyet isimli kitabın yazarı olan Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın harika araştırma çalışmasından kısımlar paylaşacağım. Başlayalım…

“Arapça kökünden türetilmiş mutlak kelimesi lugatta kayıtlı ve bağlı olmayan anlamına gelmektedir. Istılahi anlamda metafiziğin bir kavramı olarak ‘varlığı ve tasavvuru için bir başka şeye ihtiyaç duymayan, Vücud-u Mutlak’ olarak tarif edilmiştir. Mutlak kelimesinin İngilizce karşılığı absolute kelimesidir. Absolute kelimesi Türkçe tam, kati, kesin ve salt kelimeleriyle ifade edilir. Tanrının isimlerinden biri olarak Vücud-u Mutlak; The Absolute Being , yine Tanrı için kullanılan Yekta-i Mutlak Ehad; The Absolute Oneness kelimeleriyle karşılığını bulur.

Hakiki mutlak; bir itibar edenin itibar etmesinden ve bir farz edenin farz etmesinden yüz çevirerek, bizzat kendisi sabit ve muhakkak olan hakikaten ve gerçekten mevcut olan bir mahiyettir. İtibari mutlak ise, gerçekleşmesi bir itibar edicinin itibarına ve bir varsayanın varsayımına bağlı olan kendisinin dış alemde hakikaten ve gerçekten bir varlığı olmayan mahiyettir.

Mutlak ‘hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmayan, her türlü denetimin dışında kalan, sınır tanımayan, salt ve tek olandır. Başka bir şeyle her türlü ilişkiden bağımsız olanı, yani kendisi hakkında edindiğimiz tasavvurdan bağımsız olarak kendinde var olanı, kendi başına varolan ve varolmak için hiçbir şeye muhtaç olmayanı, kendi doluluğu içinde mükemmel ve kusursuz olanı ifade eden bir terimdir.

Varoluşu ve etkinliği için, başka bir şeye ihtiyaç duymayan, fakat tüm diğer varlıkların varoluş ve etkinlikleri için kendisine bağlı oldukları ve bir anlamda kendisine indirgenebildikleri varlık, aktüelleşme süreci içinde, tüm sonlu varlıkları, görünüşleri ve geçici varoluşu meydana getiren gerçekliktir. Bu son tanımlama cümlesinde mutlak kavramı, Tanrı’nın isimlerinden biri olan ve tüm varlıkların ona ihtiyaç duyduğu fakat kendisinin hiçbir varlığa ihtiyaç duymadığı manasına gelen Samed ismi ile ilişkilendirilerek tarif edilmiştir.

Mutlak’ı içimize yerleştiremeyiz bu onun için çok küçüktür. Mutlak’a ancak kendimizi ona adayarak ulaşabiliriz.

İlim bütün eşya ve durumların vacip varlıkça bilinmesini ve temyizini sağlayan bir sıfat olarak tarif edilebilir. İlim Kur’an-ı Kerim’de en çok kullanılan bir kaç maddeden biridir. İlim sıfatı bir çok ayette mastar şekliyle Allah’a izafe edilmiştir. Allah’ın ilmine delalet eden ilk vasıf, ism-i tafdil şeklinde A’lem vasfıdır. Daha sonra aynı vasfı bildiren çeşitli vasıflar gelmiştir. Bunlardan en çok kullanılanı Alim ismidir. Kur’an-ı Kerim’de ismi fail olarak geçen Alim ismi her zaman muzaf olarak kayıtlı bir tarzda Allah’ı tavsif etmektedir.

İlim sıfatı öteki bütün sıfatların dayandığı temel sıfat durumundadır. Tanrı’nın dilemesi ve yaratması bu sıfata göre olur. Tanrı kendi özünü bilen varlıktır.

Kainatta olan, olmuş olan ve olacak olan bütün veya ayrı ayrı, gizli veya açık her şey Allah’ın tam olarak bilgisi dahilindedir. Hiçbir şey onun ilminin dışında kalamaz. Allah daha hiçbir varlık vücuda gelmeden onun nasıl olacağını bilir. İlim sıfatı her şeyi kuşatır.

Sonsuz ilim sahibi olan bir Tanrı’nın ona eşlik eden irade ve kudret gibi diğer sıfatlarının da sonsuz olması gerekir. Çünkü her şeyi bilen bir zat aynı zamanda irade edici ve kudret anlamında güç yetirici olmalıdır. Her şeyi bilme, herşeye güç yetirme ve her şeyi irade etmeyi de içine almaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de “r v d” ve “ş y e” kökünden gelen kelimeler Allah hakkında kullanıldığında Allah’ın istemesi ve dilemesi manasında kullanılmıştır. “H y r” kökünden gelen ‘ihtiyar’ kelimesi ise sadece Allah’ın iyi ve güzel olanı seçmesi anlamında kullanılmıştır. Bu bağlamda ‘hayr’ yani ‘iyi ve güzel olan şeyler ancak Allah tarafından seçilen ve emredilen şeyler’ olmaktadır.

Tanrı mutlak ilim, irade ve kudret sahibi olarak kabul edilmiştir. İslam inancında Kur’an-ı Kerim’in de zikrettiği üzere Tanrı’nın ilminin, kudretinin ve iradesinin sonsuz olduğu genel olarak kabul görmüştür. Farklılık bu sıfatların yorumlanmasından ve algılama biçimlerinden kaynaklanmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de Allah dilediğini yapan olarak tanımlanmıştır. Allah’ı bundan alıkoyabilecek herhangi bir neden yoktur. Buna karşılık kullar istediklerini yapamazlar, onlar sorumludurlar. Allah hikmeti gereği kanununu değiştirebilir ve o mutlak tasarruf yetkisine sahiptir Kur’an-ı Kerim’de ‘bütün alemlerin rabbi (o yolu size göstermeyi) istemedikçe siz onu isteyemezsiniz’ buyrulmuştur. Bu ayette ise, insanın dilemesinin ancak Allah’ın dilemesiyle mümkün olabileceği vurgulanmıştır.

İnsanlar sınırlı özgür iradeye sahiptir ancak Tanrı için böyle bir sınırdan söz etmek mümkün değildir. O arzuların kendisi üzerinde herhangi bir etkisinin olmamasından dolayı tamamen özgür bir varlıktır.
Allah’ın irade ediciliğinin sonsuz olması, dilediğini hikmetsiz de olsa yapan anlamına gelmemektedir. İrade edicilik ihtiyar anlamında seçebilme yetisini içine alan bir sıfattır. Allah için söz konusu olduğunda irade, onun her şeyin en doğrusunu en hayırlısını seçtiği, fillerinin her zaman iyilik ve güzellik içerdiği anlamına gelmektedir. O kulları için her zaman en iyisini irade eder.

Allah’ın iradesinin mutlaklığının, Allah’ın her şeyi koşulsuz ve sınırsız olarak dilediği gibi yapan olarak algılanması çeşitli sorunlara yol açmıştır. Bu durumda Allah’ın külli iradesi, hikmet unsurunun olmadığı salt bir iradeye dönüştürülerek tanımlanmıştır. Bu ise onun tam olarak doğru anlaşılmasını etkilemiştir. Eğer Allah’ın sünnetullah adı verilen yasalarla fiillerini gerçekleştirdiği göz önünde tutulmazsa, onun iradesinin mutlaklığı rastgele hareket eden bir dilemeye dönüşür ki bu onun için mümkün değildir.

Genel olarak güç yetirmek anlamına gelen mastar, Kur’an-ı Kerim’ de kadr, kder, takdir mastarlarıyla kullanılmış fakat kudret olarak hiç kullanılmamıştır. İsm-i fail olarak kadir kelimesi Allah’ın her şeye gücü yettiği onun için acz düşünülemeyeceği manasında kullanılmıştır. Ayrıca ölümden sonra dirilme konusunda da çoklukla kullanıldığını görmekteyiz.

Kudret; Allah’ın bütün mümkün varlıklara irade ve ilmine uygun olarak tesir ve tasarruf etmesi demektir. Eş’ariler, kudret sıfatını eşyanın yokluktan varlığa çıkışını sağlayan bir sıfat olarak görürler. Bu kudret iradenin içindedir ve ilme tabidir. Yani Allah’ın ilmiyle bildiği şey, kudretiyle varlığa çıkmaktadır.

Fakat Tanrı’nın her şeye gücü yetmesini nasıl anlamak gerekir. Swinburne bu konuda dikkatli olunması gerektiğini söyler. Her şeye gücü yeten bir tanrı 2+2 yi 5 yapabilir mi ? Veya bir şekli aynı anda hem kare hem de yuvarlak yapabilir mi ? Dini geleneğin çoğunluğu Tanrı’nın bunları yapamayacağını savunmuştur. Bunun nedeni Tanrı’nın bunları yapmak konusunda aciz olması değil,bir şekli aynı anda hem kare hem de yuvarlak yapmanın mantıklı olmamasıdır. O halde tanrı mantıksal olarak olası olmayan bir şeyi yapamaz. Aynı şekilde Tanrı mantıksal olarak bilinmesi imkansız olanı da bilemez. Başka birinin özgür iradesiyle yarın ne yapacağının bilinmesi Swinburne tarafından mantıklı karşılanmamaktadır. Yarın ne yapacağına dair bir başkasının bilgisinin olması karşısında kendisinin bu fikri yanlış çıkarma gücüne sahip olduğunu dile getirmektedir. Dolayısıyla Swinburne’a göre yarın bir insanın ne yapacağını Tanrı bile bilmemektedir. O, tanrının her şeyi bilmesini, herhangi bir zaman dilimi içerisinde o an bilinmesi mantıksal olarak olası olan her şeyi bilmesi olarak algılamayı önermektedir. Ve bu her şeyin içine insanların özgür olarak yapacakları şeyler girmemektedir. Tanrı’nın herşeye gücü yettiğine göre Tanrı sadece özgür kişiler olmaya izin verdiği için özgür kişiler olacaklardır. Ve ilahi bilgideki bu sınırlandırma tanrının özgür kişiler yaratma seçiminden kaynaklanır.

Peki Allah’ın kadir olduğu iyiliğin veya kötülüğün bir sınırı var mı ?

Külli kudret mücerret anlamında anlaşılacak olursa sadece sınırı olmayan kör ve kontrolsüz bir güç olarak algılanır. Halbuki Kur’an-ı Kerim tabiat aleminin karşılıklı biçimde birbirine bağlı güçlerden oluşan bir nizam olduğunu açıklar. Allah’ın külli kudretinin içinde hikmetinin de önemli bir yer tuttuğunu bilmek gerekir. Allah’ın sonsuz ve sınırsız kudreti kontrolsüz ve keyfi bir şekilde kullanılamaz. İlahi iradenin tamamıyla hikmet hayır ve iyilikten ibaret olduğunu düşündüğümüzde dünyadaki acıların, haksızlıkların ve kötülüklerin varlığını açıklamak konusunda sıkıntı yaşarız. Kötülük ve adaletsizliklerin yada beşeri zulmün insanların kendi içlerindeki kötü iradeden meydana geldiğini söylesek bile, evrensel olarak varolan acı ve çilelerin ıstırap ve üzüntülerin varlığını nasıl açıklayabiliriz ? Her ne olursa olsun kainatta bir yandan iyilikler ve zevkler bir yandan da zulüm ve kötülüklerin olduğunu inkar edemeyiz. Yaşadığımız dünya bu iki kutbu da içinde barındıran bir yerdir. Din Üzerine Mektup adlı eserinde Naumann bu durumu şöyle açıklamaktadır: ‘Dünya hakkında edindiğimiz bilgi bizim her şeye Kadir, herkes ve her şeyden güçlü ve ölüm ile hayatı gölge ve ışık gibi bir arada gönderen bir Allah’ın varlığını kabul etmemizi gerektiriyor.’

İlim, irade ve kudret sıfatlarının ‘mutlak’lık ile nitelendirilmesinde dikkatli davranmak gerekmektedir. Bu mutlaklık hiçbir sınırın ve kuralın olmamasını çağrıştırmamalıdır. Allah’ın kudretinin sonsuz ve sınırsız olması demek, bu kudretin olumsuz olarak bile sınırsız kullanılması anlamına gelmediği gibi bu kudretin açığa çıkmasının kurallarının olmadığı anlamına da gelmez. En küçük bir işleyişin bile kurallarının olduğunu, belli bir düzene göre hareket ettiğini göz önünde bulunduracak olursak, sonsuz kudretin de sünnetullah olarak tabir edilen yasalarına göre işlemesinin ona bir eksiklik getirmeyeceği bilinmelidir.

Tanrı kavramı başlıca üç şekilde tanımlanmaktadır:

Birincisi; Dünyanın boyun eğdiği şahıs olmayan bir düzenden ibaret ve Dünyaya dışarıdan empoze edilmemiş içkinliğin en aşırı göstergesi olan Doğu-Asyatik Tanrı kavramı.

İkincisi; Varlığı tek metafiziksel mutlak hakikat ve türememiş olan semitik Tanrı kavramı. Yaratılmış evreni düzenleyen bu Tanrı anlayışı aşkınlığın en uç öğretisini ifade etmektedir. Semitik Tanrı kavramı ilkel dinin topluluklardaki kabile tanrılarını aklileştirmiştir.

Üçüncüsü; Semitik Tanrı kavramına göre tanımlanan panteistik Tanrı kavramıdır. Buna göre, Tanrıdan hariç dünyadaki hiç bir şeyin reel bir varlığı olmadığı, dünyanın realitesinin sadece Tanrının realitesi olduğu iddia edilir. Bu anlayış ise monizmin en uç öğretisidir. Semitik kavram Tanrı’yı tamamen metafizik rasyonelleşmenin dışında bırakmaktadır. Bu anlayışa göre Tanrı’nın bu evreni yaratan olduğunu biliyoruz ve bilgimiz bu noktada bitmektedir.

Ontolojik ve epistemolojik tanrı tasavvurlarından Monarşik model, Allah-Alem ilişkisini kral ve tebaa ilişkisi olarak gören modeldir. Bu modelde daha çok Allah’ın kudreti ve egemenliği ön planda tutulmaktadır. Allah alemi etkiler fakat kendisi bundan asla etkilenmez. Deistik model’e göre Tanrı kendini evrende kudreti ve hikmeti ile gösterir. Bu kudret ve hikmeti ile tanrı evreni bir saat gibi kurmuş ve evrenin düzeni de bu şekilde devam etmektedir. Diyalojik model; Allah ve insan ilişkisini iki kişi arasında gerçekleşen sevgi bağışlanma merhamet vb. duyguların temel oluşturduğu ilişkiye benzeten bir modeldir. Fail modeli olarak isimlendirilen modelde linguistik felsefenin savunduğu bir failin fiilleri ile olan ilişkisi tahlil edilerek, Allah’ın evrenle olan ilişkisi hakkında akıl yürütülmektedir. Süreç modelinde evren bir kralın idare ettiği yahut kendi kendine mekanik olarak yürüyen bir yapı değil, birbiriyle etkileşim halinde olan insanların yapıp etmeleriyle oluşan bir toplam olarak görülmektedir. Süreç modeli birbirinden bağımsız varlıkların değil birbirine bağımlı varlıkların ilişkisini öngörür. Tanrı ve alem arasında birbirini etkileyen çift yönlü bir ilişki vardır. Bu modelde Tanrı’nın aşkınlığından çok içkinliğine vurgu yapılmaktadır.

Bir çok teoloğa göre tanrı kişisel, belli, tanımlanabilir biçimlerde eylemde bulunan ve bireylerle ortak aşk, sabır ve hikmet gibi özelliklere sahip bir varlıktır. O aynı zamanda her şeyi bilen kadir-i mutlak ve ebedidir.

Tanrı için bir başlangıç ve son düşünülemez. Tanrı yokluğu düşünülemeyen Vacibu’l Vücut’tur. Allah’ın sonsuzluğu mekana ait bir sonsuzlukla kıyas edilemez. Sonsuzluk ister zamana ait olsun, ister mekana ait olsun kesin olarak tanımlanamaz.

Nihai sınırlanış olan Tanrı somut değildir, ama somut asıllığın temelidir. Tanrının doğası için hiçbir neden gösterilemez. Çünkü onun doğası ussallığın zaten temelidir. Metafizik olarak sınırsız olan tanrı kategorik olarak sınırlıdır. Tanrı üzerine bilinebilir olanlar özel deneyim alanlarında aranmalıdır. Bu deneyimlerin yorumlarına ilişkin olarak insanlık derin ayrılıklar göstermiştir. Yahova, Allah, Brahma, Cennetteki Baba, İlk Neden, Yüce Varlık….Tanrı kendi nihai varlığı nedeniyle metafizik durumun kurucusu olmuştur. Tanrı, sınırlanış bakımından en yüce temel olarak kavranılırsa onun gerçek doğasında kötüden iyiyi ayırt etmek ve olur en yüce yönetimleri arasında usu (sebep ve akıl ) bulmak mümkün olur.

Tanrı, varlık, anlam ve değerin sınırlayıcı sorular ile belirlenen rolü yerine getirmek için bedensel failiyetin sınırlılıklarına bağımlı değildir. O belli bir eylem alanına hasredilemez, o failler içinden herhangi biri değildir. Biz insanlar kendi eylemlerimizin içinde iken başkalarının eylemlerinin dışında bulunuruz. Oysa tanrı her eylemin içindedir ve hiç birisinin dışında değildir.

Tanrının ontolojik hakikatini yani varlığını, mahiyetini, fillerini ve alem ve insanlarla ilişkilerini ifade eden tek fiil, olmak fiilidir. Tanrı bildiğimiz hakikatlere benzemediği için tümüyle ‘başka’dır. Dilin ona uygulanması, onun dille anlatılmaya çalışılması sınırlı bir durumdur. Vahyin tanrısı filozofun akli ilkelere göre eşit şartlar altında tartışma yapacağı soyut bir varlık değildir. Filozofun akıl ilkeleri aynı zamanda kendisinin de mahkum olduğu bir söz evreninin kurallarıdır. Bu yüzden ancak herkes kendi evreninin tanrısını bilebilir. Ona kendi zamanının kurumları, gelenekleri ve teolojileri aracılığıyla yaklaşabilir. Mutlak kudreti anlamaya çalışan biri zorunlu olarak zamanın bilgisinden de yaralanmak durumundadır. Tanrı’nın çehresinde daima tarihin yansıması bulunacaktır. Biz sınırlı ve tarihsel varlıklar iken, tanrı tanımı gereği sonsuz ve sınırsızdır. Diğer varlıklardan bağımsız olduğundan dolayı tanımlanamayandır, yüklemi yoktur, O; yüklemsiz olandır. Mutlak varlık fikri ancak içimizde hissedilen ve ne kadar tinsel bir yaşam içinde olursak o kadar fark edilebilen bir kavramdır.
Tanrı insan için bir karşılaşma objesidir. Bu karşılaşma yüz yüze olmasa da, insanın kendisinden çok ötede insanüstü bir varlığı sanki onu görüyor gibi tecrübe etmesidir. İnsan için Tanrı hayatın anlamı ve amacıdır. Mutlak bağlılıkla itaat etmek zorunda olduğu aşkın bir varlıktır.

Tanrı insanların kendi vahyini takip etmelerini ister. Fakat aynı zamanda en derin gizliliği içerisinde kabul edilmeyi ve sevilmeyi ister. Tanrıyı seven kişi ideali sever, Tanrı’yı ise idealden daha fazla sever. İnsan ise kendisinin bir tasavvur tarafından değil bir Tanrı tarafından tamamını idrak edemediğimiz mutlak bir hakikat tarafından bir kişilik tarafından sevildiğini hisseder. Tanrı bir kişilik midir. Buber’e göre onun mutlak karakteri kendisine kişi denilmesine izin vermez o ancak bir zat olarak sevilebilir. İkbal ise mutlak hakikati bir ego veya benlik olarak düşler.

Allah’a atfettiğimiz isim ve sıfatlar, insandaki isim ve sıfatların mutlak halidir. Allah’ın alemi yaratmadan önce sahip olduğunu kabul ettiğimiz ve yaratılmışlardan onu ayıran zati sıfatları hariç, Allah’a dair bütün isimlendirmeler insanda vardır. İnsanı yaratılmış diğer varlıklardan ayıran ödünç aldığı bu isimlerdir. Bu isimlere mutlak düzeyde sahip olan bir varlığı ancak bunlara mikro düzeyde sahip olan bir varlık algılayabilir. Kudret sahibi bir insanın kudretinin yetemediği an, mutlak kudret sahibi varlığın takdir edildiği yegane andır. Bilen bir varlık olarak insanın az sonra başına gelecek olaydan haberinin olmaması mutlak bilicinin bilgi gücünün takdir edildiği biricik zamandır.

Tanrının eylemlerini betimlerken onu siyasal bir erk gibi algılarız ve bu durumda tanrının ne kadar güçlü olursa isteklerini yerine getirmede o kadar etkili olacağı fikrine sahip oluruz. Bu aslında Tanrı’nın ‘bir tür kozmik zorba’ olduğu düşüncesine yol açar. Her ne kadar onun otoritesi krallık ve babalık figürleriyle yumuşatılmış olsa da bir çok insan için bu algılama biçimi iticiliğini korumaktadır Tanrı bir gizemdir. O bizi aştığı için gizemdir. Tanrı’dan bahsetmek birinin kendisi ve kendi evreni dışında bir Nihailik Merkezi kabul etmesidir. Alemdeki kötülüklere gelince Spinoza’ya göre Tanrı mutlak iyidir. Dünyadaki kötülük görecelidir, kişilerin duyumlarına göre değişir.” (40)



ALLAH’IN KURAN’DA GEÇEN İSİMLERİ VE ANLAMLARI


İSİMLER
EBCED DEĞERİ
TEKRAR SAYILARI
ANLAMI 


EHAD
13
1
Tek olan, kendinden başka ilah olmayan , eşi ve benzeri bulunmayan, her bir şeyde birliğini gösteren. Vâhid ile aynı anlamları taşır. Vâhid ve Ehad isimlerinin her ikisi de Allah’ın birliğini ifade ederler. Sadece aralarında biri genel, biri özel olmak üzere tecelli yani varlıklarda görünümü, kendini bildiriş farkı vardır.
VEHHAB
14
3
Vehhab kelimesi hibe kökünden gelmektedir. Vehhab ise, “Her zaman, her yerde ve her şeyi çok çok ve bol bol veren ve karşılık beklemeyen” demektir.
HAYY
18
5
Daima diri olan, her şeye hayat ve can veren, sonsuz, sınırsız bir hayatın sahibi olan, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten, gerçek hayat sahibi olan demektir. 
VAHİD
19
22
Eşi ve benzeri olmayan, zâtında tek olan.
Vâhid; kendisinden başka olmamak, zâtında, sıfatlarında, işlerinde ve hükümlerinde, fiillerinde aslâ ortağı, dengi ve benzeri bulunmayan demektir.
VEDUD
20
2
Yarattığı mahlukatı sevdiği gibi aynı zamanda da o kullarının hayrını isteyip, iyi kulları sevip onları rahmetine ve rızasına erdiren demektir. Sonsuz sevgiye layık olandır.
HADİ
20
1
Her şeye istikamet kazandıran, yol gösteren. Yön veren, kullarına hidayet veren, doğru yola ulaştıran. Kullarını hidayete erdiren, doğru yola ulaştıran, onları hayırlı yollara yönelten, her şeye yön veren, kullarına yol gösterip lütfuyla hidayet veren demektir.
İLAH
36
93
Kendisine ibadet edilen, her şeyden çok sevilen, tesbih edilen mutlak varlık.

EVVEL
37
1
Varlığının sonu olmayan, baki olan, her şey üzerine kadim olan, ilk, evveli olmayan, her şeyden önce olan demektir.
VELİ
46
13
Dost ve yardım edici, müminlere dost, onları seven ve işlerini neticelendiren, beraber, yakın olan, yardımcı, hami, dost ve dilediğine arka çıkıp kullarını kemale ulaştıran.
MUCİB
55
1
Duaları kabul eden. Kendisine dua edip arzu ve istek de bulunan kullarına yanıt verendir.
MECİD
57
2
Şanı yüce bir yönetime sahip olan, her türlü övgüye lâyık bulunan.
MUHYİ
58
2
Mahlukatı yoktan var edip hayat veren, can bağışlayan, sağlık veren, yaşatan demektir. 
HAMİD
62
17
Her lisanla, her varlığın diliyle övülen ve ancak kendisine hamd ve sena olunan.
BATIN
62
1
Akılların idrak edemeyeceği yüceliği gizli olan ancak varlığı da kesin olarak bilinen. Her şeyin iç yüzünden haberdar olan. Yarattığı varlıkların nazarlarında gizli olanı, görünmeyeni bilen, her şeyin iç yüzünden haberdar olan.
ALLAH
66
2698
Diğer isimlerin ifade ettiği bütün güzel vasıfları ve ilâhi sıfatları içine alır. ZUL FADLİL AZİM isminin sayısal değeri/ebced değeri ile aynı tekrar sayısına sahiptir. İsimler arasındaki en yüksek tekrar sayısı bu isme mahsustur. 
VEKİL
66
13
En büyük vekil. Güvenilip dayanılan. İşlerini usulüyle ve güvenerek kendisine bırakanların işlerini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyi yapıp, temin eden, vekil tutanların işini en mükemmel biçimde sonuçlandıran.
MUHİT
67
8
Allah emriyle, iradesiyle, kudretiyle, kuvvetiyle, bütün isim ve sıfatlarıyla her şeyi kuşatmıştır. Allah’ın iradesi haricinde bir yaprak kımıldamaz. Onun işlerini hiçbir güç ve kuvvet sahibi zorlaştıramaz. Herşeyi ilim ve kudretiyle kuşatan.
HAKEM
68
1
Hükmedici,bilgisi ve adaletiyle hakkı yerine getiren anlamlarına gelir. Hakkı batıldan ayıran ve kıyamet günü kullarının arasında hükmedip, haksız ve zalimlerden mazlumun hakkını alıp sahibine iade eden veren manası içermektedir.
HAKİM
78
91
Her iş ve emrinde hüküm ve hikmet sahibi, gerekeni en güzel şekilde yapan anlamındadır.
HASİB
80
3
Herkesin hayatı boyunca yapıp ettiklerinin, hesabını bütün ayrıntılarıyla iyi bilen; her şeye ve herkese tüm ihtiyaçları için yeterli gelendir.


MEVLA
86
12
Birine sevgiyle bağlanan, dost, arkadaş, yardımcı; sahip ve mâlik gibi manalara gelir. Allah’ın kulunu sevmesi, koruması, yardım etmesi, tasarruf ve himayesi altında bulundurmasıdır.
HALİM
88
11
Acele ve kızgınlıkla iş görmeyen, yarattıklarına son derece iyi muamele eden demektir. Yumuşak, sabırlı, affı, bağışlaması, müsamahası geniş olan. 
MELİK
90
2
Görünen ve görünmeyen alemlerin mutlak sahibi, hükümdarı.
AZİZ
94
88
Hakiki ve mutlak surette kuvvet ve üstünlük  sahibi, mağlup edilmesi asla mümkün olmayan, sonsuz izzet, azamet, şeref ve onur sahibi, hükümlerinde her zaman mutlak galip olan demektir.
HAFİ
98
1
Varlıkları gözetip koruyan demektir. Birbirlerine zıt olan şeylerin, diğerlerine saldırmasını önlemek, birbirlerinin şerrinden onları korumaktır.
MELİK
100
1
Bütün kainatın tek sahibi, gerçek ve mutlak hükümdarı olan. Kainatta ancak O’nun iradesi, hüküm ve tasarrufu hakimdir. O’nun mülküne hiç bir şey zarar veremez.
HAKK
108
9
Hak, inkarı  mümkün olmayan, varlığı kabul edilendir. Allah, varlığı değişmeden durandır. Ahirette hakkı batıldan ayıracak olandır.
ALİ
110
8
Şanı, şerefi, mertebe ve hükümranlığı pek yüce olan.
A’LA
111
2
Anıldığı hususta ötesi olmayan, ulaşılabilecek son nokta, en üst, en yüce,
CAMİ
114
2
İstediğini, istediği zaman, istediği yerde toplayan, insanları kıyamet günü hesap için toplayan, birbirine benzeyen, benzemeyen veya birbirinin zıddı olan varlıkları bir araya toplayan.
KAVİ
116
9
Her şeye gücü yeten sınırsız kudret sahibi, asla yorgunluğa ve zaafa uğramayan, kayıtsız şartsız her şeye kadir olan, güç ve kuvveti sonsuz olan demektir.
LATİF
129
7
En ince işlerin bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına akıl erdirilemeyen işleri yapan, görünen görünmeyen türlü yollardan ve yerlerden çeşit çeşit faydalar, ihsanlar bahşeden, lütfu ve keremi bol olan.
SELAM
130
1
Emniyet, güven ve esenlik sahibi. Kullarını zor durumlarda selamete çıkaran, güven ve huzur içinde yaşatan. Cennetteki kullarına selam veren.
SAMED
134
1
İhtiyaç ve sıkıntıları gideren tek merci. Hiç bir şeye ve hiç kimseye muhtaç olmayan fakat her şey ve herkes, kendisine muhtaç olan.
MÜMİN
136
1
Gönüllerde iman ışığını uyandıran, kendine sığınanlara emniyet, güvenlik, rahatlık veren, müminleri azabından ve yarattıklarının hepsini zulümden emin kılan, kalplerde iman nurunu yakan, kullara huzur ve güven veren.
VASİ
136
8
Allah’ın ilim, rahmet, mağfiret ve kudretinin genişliğini vurgulayan içeriklerde kullanılır.
KAİM
151
1
Varlığında başkasına muhtaç olmayan.
MUHEYMİN
145
1
Bütün varlıkları gözetip koruyan. Bütün varlıkları ilim ve kontrolü altında tutan. Her varlığın yaptıklarından haberdar olan. Kullarının amellerini, hallerini görür. Gizliyi ve açığı bilir. Onların sözlerini, şükürlerini, şikâyetlerini, yalvarışlarını işitir; her anlarından ve durumlarından haberdardır.
ALİM
150
153
Bilgisi ezeli ve ebedi olan; olmuş, olacak; gizli, aşikar her şeyi en iyi bilen, kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen, her şeyi hakkıyla bilen.
AFUV
156
5
Günahları bağışlayan, ayıpları ve kusurları örtendir. Ahirette kullarına günahlarını unutturan, cezadan sonra affeden anlamlarına gelir.


KAYYUM
156
3
Zatıyla daima ayakta duran. Her şeyi ayakta tutan. Gökleri ve yeri bir nizamda, şaşmayan ve değişmeyen bir düzende üzere ayakta tutan.
KUDDÜS
170
2
Azamet ve celaline layık olmayan her türlü noksanlıktan pek uzak, pek temiz olan. Bütün mahlukatı maddi ve mânevi kirlerden arındıran demektir.
SEMİ
180
45
Her şeyi hakkıyla işiten, gizli açık, sesli sessiz, küçük büyük, her varlığın bütün seslerini ve hareketlerini duyan, her sesi, her yalvarışı ve yakarışı dinleyip işiten.
BERR
202
1
İyilik ve ihsanı sınırsız olan, Kullarına muhtaç oldukları nimetleri bahşeden ve ihsan eden, kullarına karşı iyiliği ve lütfu bol olan demektir.
RABB
202
Bknz:*
Kainattaki her bir varlığın bütün ihtiyaçlarını giderip onları bizzat terbiye eden ve hiç bir vezir ve yardımcısı olmayan ve asla öyle bir şeye ihtiyacı da bulunmayan.
CEBBAR 
206
1
İnsanların eksikliklerini tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan. Yarattığı tüm varlıkların ihtiyaçlarını gören, işlerini düzelten, dilediği işlerde dilediğini gereği gibi yapmakta çok muktedir olan demektir.
BARİ
213
3
Her şeyi bir asıldan var eden, mahlukatı hiçten, örneksiz yaratan, yarattığı tüm azaları uyumlu yapan. 
KEBİR
232
6
Büyüklükte kendisinden daha üstünü olmayan, en büyük olan demektir. Bütün büyüklükler O’na mahsustur.

RAHİM
258
114
Ahiret günün de sadece Müslümanlara merhamet eden acıyan olarak açıklanmaktadır. Rahman ismi ise mümin ayrımı yapmadan yüce Allah’ın tüm varlıklara karşı olan merhametini gösterir.
EKREM
261
1
Sınırsız, karşılıksız kerem sahibi. Hiçbir sebebe bağlı kalmaksızın ikramını ve lütfunu yağdıran. 
KERİM
270
2
Keremi ve cömertliği nihayetsiz derecede bol olan, kullarına istemeden ve karşılıksız olarak veren demektir. İyilik ve ikramı bol olan.
RAUF
286
10
Şefkatli, acıması bol olan, esirgeyen, çok merhamet eden, rahmet ve şefkatini esirgemeyen, son derece merhametli, acıyan, kullarına çok merhamet edip esirgeyen demektir.
RAHMAN
298
57
Dünyada,iyi-kötü,zengin-fakir,küçük-büyük,mümin-kafir ayırt etmeden bütün mahlukata muhtaç oldukları rızkı veren,himayesi altına alıp besleyip büyüten demektir.
BASİR
302
42
Bütün mevcudatta gizli açık her şeyi kemaliyle gören demektir. Her şeyi bütün incelikleriyle gören.
KADİR
305
2
Sonsuz güç ve kudret sahibi olan. Her istediğini, istediği gibi, sonsuz güç ve kudretiyle yapan. Dilediği gibi yapmaya gücü yeten, Dilerse yapan, dilemezse yapmayan.
KAHHAR
305
6
Her şeye, her istediğini yapabilecek şekilde hâkim ve galip olan.
KAHİR
306
2
Düşmanlarını mağlup eden.
REZZAK
308
1
Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan.
RAKİB
312
3
Herhangi bir şeyi bilgisiyle koruyan ve devamlı kontrol altında tutan, bütün varlıklar üzerinde gözcü, bütün işleri murakabesi altında bulundurandır
KARİB
312
3
Yakın, her şeye her şeyden yakın olan.


KADİR
314
45
Sonsuz güç ve kudret sahibi olan. Her istediğini, istediği gibi, sonsuz güç ve kudretiyle yapan. Dilediği gibi yapmaya gücü yeten, Dilerse yapan, dilemezse yapmayan.
ŞEHİD
319
19
Hiçbir şey kendisinden gizlenemeyen, bütün sırlara vakıf olan, her şeyi bilen, gören demektir. Allah katında gizli olan hiçbir şey yoktur. Allah geçmişte olan bütün olayları da, gelecekte olacak olanları da bilir. Allah tüm insanların her an, her saniye kalplerindeki niyete, akıllarından geçen her düşünceye şahit olandır. Hesap gününde ise onlara yapmakta olduklarının tam karşılığını, eksiksizce verecektir. 
MÜSAVVİR
336
1
Tasarımlayan şekil veren, istediğini istediği surette yaratan.
FALİKUL ISBAH
352
1
Tan yerini ağartan, zulmetleri yarıp fecr yapan, sabahı çatlatan, gece karanlığından sabah sütununu yaran, çıkaran demektir. 
NASİR
350
4
İmanlı kulunu destekleyen, imdadına yetişen, dostlarını yardımsız bırakmayacağına güvenilen. Her türlü galibiyet muvaffakiyet, zafer ve başarılı her iş ancak kendisinin yardımıyla meydana gelen. Yardımın tek kaynağı.
FALİKUL HABBİ VEN NEVA
355
1
Çekirdekten, tohumdan, merkezden yarıp hayat çıkaran.
TEVVAB
409
11
Kullarının yönelişlerini ve dönüşlerini kabul eden, cezadan vazgeçen anlamlarına gelmektedir.
ŞEDİDUL MİHAL
428
1
Şiddetli azap sahibi.
SERİUL HİSAB
434
8
Hesabı süratle, çabucak gören. 
ŞEDİDUL KUVA
465
1
Kuvveti müthiş olan, son derece güçlü.
FEAALÜN LİMA YURİD
476
2
Dilediği şeyi yapan, çok iş yapan.

FETTAH
489
1
Her türlü müşkülleri açan ve kolaylaştıran, darlıktan kurtaran, zorluk ve müşkülleri çözen, maddi-manevi bütün kapıları açan. Hüküm veren, kapıları açıp yardım eden, zafer ve fetih lütfeden ve varlıklara suretler giydiren, Kulların arasında hakim olan. Her şeyi hikmetle açan.
METİN
500
1
Her şeye gücü yeten, çok sağlam, kuvvet ve kudreti metin, fiillerinde asla zorluğa ve yorgunluğa uğramayan demektir. Hiçbir şey hükmünü sarsmayan ve kendisine güvenilen.
ŞAKİR
521
2
Şükre karşılık veren, teşekkür eden. : Kendisine yapılan ibadet ve şükürlere bol mükafat veren. Şükredenlerin şükrünü zayi etmeyen ve şükrüne daha güzelliğiyle karşılık veren.
ŞEDİDUL İKAB
522
14
Cezası şiddetli olan.
ŞEKUR
526
4
Rızası için yapılan işlere, ibadetlere karşılık daha çoğunu veren, itaatkar kullarını öven, dünyada yapılan iyi ameller karşılığında ahirette sonsuz nimetler ihsan eden, değerini bilene fazlasıyla karşılık veren. 
MUTEAL
541
1
İzzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, pek yüksek olandır. Noksanlıklardan yüce ve münezzeh,yaratılmışların, O'nun hakkında akıl ve idraklerinin mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan pek üstün demektir. Yüceliği yayan, sonsuz sınırsız yücelik sahibi.
SERİUL İKAB
544
2
Süratle cezalandıran, hesap gören, karşılık veren.
MUKİT
550
1
Her yaratılmışın rızkını ihsan eder. Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren, gücü yeten ve koruyan anlamındadır.
KABİLİT TEVB
572
1
Tövbeyi kabul eden.


EHLÜT TAKVA
583
1
Sorumluluk bilincinin kaynağı. Takvanın ehli.
MUSTEAN
621
2
Kendisinden yardım beklenen, yardımına başvurulan.
MUTEKEBBİR
662
1
Büyüklükte eşi olmayan, her şeyde ve her hadisede büyüklüğünü gösteren sonsuz büyüklük, azamet sahibi. 
HALİK
730
8
Her şeyin varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri hadiseleri tayin ve tespit eden ve ona göre yaratan, yoktan var eden.
HALLAK
730
2
Yaratan, takdir eden, durmadan yaratan.
MUKTEDİR
744
3
Her şeye gücü yeten kuvvet ve kudreti olan, kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden, her mevcudu kuvvet ve kudreti altında tutan demektir.
ZUD TAVL
782
1
Bolluk sahibi, sonsuz hazineler sahibi, lütfu sonsuz.
AHİR
802
1
Her şey yok olduktan sonra baki olan, varlığının başlangıcı olmayan, varlığı ezeli ve ebedi olan, her şeyden sonra olan demektir. 
HAYR
810
1
Hayrın ve faydanın kaynağı. Hayrın kendisi.
HABİR
812
44
Kainattaki bütün gizli işlerden, geçmiş ve gelecek de olan her şeyden haberdar anlamına gelir.
ZUL KUVVE
848
1
Kuvvet ve güç sahibi.
ZU MİRRE
951
1
Üstün akıl, güzellik,otorite ve güç sahibi.
ZU İKABİN ELİM
960
1
Acı azabın sahibi.
ZUR RAHME
990
2
Rahmet sahibi. (Rahmet: Merhamet, acımak, şefkat etmek)
HAFİZ
998
3
Yapılan işleri bütün tafsilâtıyla tutan, her şeyi belli vaktine kadar afet ve belalardan saklayan manasına gelir. Hıfz, korumak, demektir. Bu koruma iki şekilde olmaktadır. Birincisi, varlıkların devamını sağlamak, muhafaza etmektir. İkincisi, birbirlerine zıt olan şeylerin, yek diğerlerine saldırmasını önlemek, birbirlerinin şerrinden onları korumaktır.
REFİUD DERECAT
998
1
Yüksek derecede olan, dereceleri yükselten. 
AZİM
1020
6
Hakiki ve mutlak büyük. Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi.
ZUL MEARİC
1051
1
Yükseliş yollarının/boyutlarının sahibi, yükselme derecelerinin sahibi, tekamul mertebelerinin sahibi.
GANİY
1060
18
Zenginliğinin hudut ve ölçüsü olmayan hiçbir şeye muhtaç olmayan, gerçek zenginlik sahibi demektir.
ZUL CELALİ VEL İKRAM
1098
2
Azamet ve kerem sahibi. Mutlak ve hakiki olan.


ZU RAHMETİN VASİA
1100
1
Sonsuz, geniş rahmet sahibi.
ZAHİR
1106
1
Her yerde, her zaman tasarruflarıyla, kudretiyle tecelli eden, görünen. Varlığını ve birliğini belgeleyen bir çok delilin bulunması açısından aşikar, apaçık ortada olan, algılanabilen, varlığı apaçık görünen demektir.
GAFFAR
1280
5
Mağfireti pek çok olan, kullarının ayıplarını örten; mağfireti çok olan, kullarının günahlarını pek çok bağışlayan anlamına gelir.
GAFUR
1286
91
Kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol anlamına gelir.
ZUNTİKAM
1298
4
Öc alan. Her şeye galip gelen. 
ZUL ARŞ
1307
4
Arşın sahibi.
GALİBUN ALA EMRİH
1389
1
Üstün gelen, galip olan.
EHLÜL MAĞFİRE
1392
1
Affetmenin, bağışlamanın kaynağı.
ZU FADL
1616
6
Lütuf sahibi.
BEDİUS SEMAVATİ VEL ARD
1662
2
Gökleri ve yeri örneksiz yaratan.
FATİRİS SEMAVATİ VEL ARD 
1866
6
Gökleri ve yeri yaratan. 
ZU MAĞFİRE
2031
1
Mağfiret ve bağışlamanın sahibi.
GAFİRİZ ZENB
2064
1
Günahları bağışlayan.
ZU FADLİN AZİM
2636
1
Alemlere yaraşır olgunlukta büyük lütuf (fazl) sahibi.
ZUL FADLİL AZİM
2698
6
Sonsuz lütuf sahibi. Sayısız nimetler bağışlar. Bu nimetlerden biri vahiydir. Hikmet ve bilgelik bağışlayandır. ALLAH isminin Kuran’da geçen tekrar sayısı ile aynı ebced değerine/sayısal değere sahiptir. İsimler arasındaki en yüksek ebced değeri/sayısal değer bu isme mahsustur. 

Notlar: Bu tablodaki isimler, ebced değerleri ve tekrar sayıları Edip Yüksel’in “Üzerinde 19 Var” adlı kitabından alıntılanmıştır.
Bknz: * RABB- Rabblık, Arap dilinde isim tamlaması şeklinde (izafet terkibi olarak) insan için de kullanılmıştır. Mesela; "evin sahibi", "devenin sahibi" gibi anlamlarda da kullanıldığı görülmektedir. Kur'an-ı Kerim'de ise "rabbim, rabbın, rabbimiz, rabbınız..." gibi iyelik zamirlerine bitişik olarak da kullanılmıştır. Meselâ; ilk nazil olan ayetlerden; Ey Muhammed, yaratan Rabbinin adıyla oku!... Kalemle öğreten Rabbin kerem sahibidir" ayetinde görüldüğü gibi bu ayette geçen Rabb lafzı Allah’ın ismi olup, Allah lafzı yerine kullanılmıştır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu nedenle tabloda tekrar sayısının tam olarak verilemediğini tahmin ediyorum. (https://bit.ly/2W921g1)

21. Analiz - Sentez


Esmaların gizemine ve hikmetine mazhar olmak isteyen binlerce insanın dikkatini Kuran’a çekmek istiyorum.

7:203 Kendilerine bir mucize getirmediğin zaman: "Mucize isteseydin ne olurdu" derler. De ki: "Ben, ancak Rabbimden bana vahye­dilene uyuyorum." Bunlar, Rabbinizden aydınlatmalardır, gerçeği onaylayan bir toplum için bir hidayet ve rahmettir.

...6:157 Size Rabbinizden bir kanıt (beyyine), bir hidayet ve bir rahmet gelmiş bulunuyor. ALLAH'ın ayetlerini yalanlayıp ondan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.

12:111 … Bu, uydurma bir hadis değil; fakat kendisinden öncekilerin doğrulayıcısı, her şeyin detaylı açıklaması ve gerçeği onaylayanlar için bir hidayet ve Rahmettir.

Eğer esmaları bilmekle alınacak bir hikmet varsa işte budur dediğim, harika bir bilgi örtüsü sereceğim önünüze. Önyargılarınızı kenara bırakın lütfen ve burada paylaştığım her noktayı reddetmek için araştırın. Umuyorum ki doğrusuna kendinizi yine kendiniz ikna edeceksiniz.

Bu bölümden itibaren paylaşacağım tüm bilgilere ve daha fazlasına Edip Yüksel’in Üzerinde 19 Var adlı kitabından ulaşabilirsiniz. Ben farklı farklı kısımlardan yaptığım alınıtları, bir anlam bütünlüğü içinde anlaşılır olarak verebilmek için kolajlamayı tercih ettim. Yine parantez içinde verdiğim anlatılarla da kendi düşüncelerimi aktaracağım.)

Devam ediyoruz…

“Yüce Tanrı bizi gayretsiz “gayretine” tanık yapmak ve dikkatlerimizi bilinçli işine çekmek ister. Kuran’ın sahibi, kitabındaki matematiksel sistemin bir talih eseri olmadığını bize göstermek için, kendi adetinin dışına çıkmıştır. O, güçlü ve yüce elini keşfetmemiz için, “işaretler” ve ipuçları bırakır.

19 Kodunun duyarlılığını ve insan gücünün ötesinde oluşu gerçeğini kavramış bir insan, bu kodun Kuran’daki harfleri, kelimeleri, ayetleri, sureleri ve rakamları mükemmel bir örgüyle dokuyan mucizevi örnekleri gördükten sonra, tüm bu mucizeyi ve amacını anlamsız kılacak bir çıkarma işlemine Tanrı’nın izin vermeyeceğine inanır. Hele Tanrısal bir zamanlamayla, Kuran’ın inişinden tam 1406 (19x74) yıl sonra 1974 yılında keşfedilen bu 19 kodunun gizlendiği 74. surede, matematiksel sistemin amacı ve niteliği detaylı olarak bildirildikten sonra ve hele o bildirilenlerin aynen gerçekleştiğini gördükten sonra, Tanrı’nın kontrol edemediği bir çıkarım işlemine izin vereceğine inanmak olanaksızdır. Kısacası matematiksel mucize, fiziksel bir kanıt olmasının yanı sıra, Allah’a olan inanç ve güveni de arttırmaktadır. Yani fiziksel kanıtlar inancımızı, inancımız da fiziksel kanıtları desteklemektedir.

Kuran’ın 83. suresi, inkarcılar için manevi bir zindan (siccin), iyiler için ise manevi bir kule (illiyyun) fonksiyonu gösteren bir kitaba dikkat çektikten sonra, onu “kitabun markum” yani rakamlarla kodlanmış kitap olarak tanımlar.

83:20 Rakamlanmış bir kitaptır.
83:21 (Tanrı'ya) yakın olanlar ona tanık olur.

Nitekim Kuran, iyilerin ve kötülerin geleceklerini bildirdiği gibi, kodlanmış bir kitap niteliğiyle, kendisine gözlerini kapayan azgınları labirentli zindanlara sokuyor. Kendisine tanık olanlara ise bilinç ve inanç bahşediyor.

Gelelim esmalar ile 19 sayısının ilişkisine!

22. Esmalar ile 19 sayısının ilişkisi


Dr. Cezar Edip Majul, “The Names of Allah in Relation To The Mathematical Structure Of Quran” adlı kitabında şu iki önemli gerçeği fark etmişti:

Tanrı’nın isimlerinden sadece 4 tanesinin sayısal (ebced) değeri 19’un tam katıdır.
On dokuzun tam katı olan bu sayılar, aynı zamanda Besmele’deki kelimelerin Kuran’daki tekrarlarıdır.

Söz konusu araştırmayı şöyle bir tabloyla özetleyebiliriz:

Tevbe/Bara’e (Ultimatom) Suresi hariç Kuran’ın tüm sureleri Besmele ile başlamaktadır.

“Bismillâhirrahmânirrahîm” Anlamı “Rahman, Rahim Allah’ın İsmiyle”


İsim (?)
19 (19x1)
Vahid
Allah
2698 (19x142)
Zul-Fadlil Azim
Rahman
57 (19x3)
Mecid
Rahim
114 (19x6)
Cami’

Bu tabloyu incelerken bir asimetriklik fark ettik ve birbirine bağlı iki öngörüde bulunduk: Tanrı’nın isimlerinden biri Kuran’da 19 kez tekrarlanmalı ve Tanrı’nın isimlerinden sadece 4 tanesinin Kuran’daki tekrarları 19’un tam katı olmalı.

Dikkat ederseniz yukarıdaki tabloda bir asimetriklik vardır. Sağ tarafta Allah’ın 4 ismi bulunurken, sol tarafta 3 adet ismi var. “İsim” (ad) kelimesi bilindiği gibi Allah’ın ismi değildir. O halde sol taraftaki Besmele listesinde Allah’ın bir ismine daha ihtiyaç var. Allah’ın isismlerinin Kuran’daki geçiş sayılarını 19 koduna göre taradığımızda, tekrarlanma sayıları 19’un katına denk gelen isimlerin de sadece dört tane olduğunu buluruz.

(O halde bu tabloda İSİM (AD) ile denk tutulabilecek, bunun işaret ettiği veya tablodaki eksik kalmış gibi görünen bu kısmı tamamlayabilecek ve daha anlamlı ya da simetrik bir durumu ortaya çıkarabilecek bir esma olabilir miydi?

Kuran’da 19 tekrarı bulunan tek isim “Şehid” dir. (ŞEHİD=TANIK) Bu şekilde tablodaki İSİM kelimesinin yerine Şehid ismi denk düşmektedir. Tabloda kendi matematiksel değerine karşılık gelen bir diğer ismin VAHİD (TEK) olduğu göründüğü anda bunun ilahi bir imza niteliği taşıdığının düşünülmeye başlaması gayet sanatsal bir olasılıktır.)


Öyleyse, 19 sistemine göre oluşan isimler tablosunu, öngörümüzü doğrulayan son şekliyle düzenleyebiliriz.


Şehid (Tanık)
19 (19x1)
Vahid (Bir-Tek)
Allah
2698 (19x142)
Zul-Fadlil Azim
Rahman
57 (19x3)
Mecid

On dokuz sayısını oluşturan rakamların mutlak değerlerinin toplamı 1 (bir) olup
19= 1+9= 10
10= 1+0= 1 Tanrı’nın birliğini hatırlatır. Bu şekilde düşünüldüğünde ise 19 rakamı Tevhid’i yani “Allah birdir” i temsil eder. Nitekim Kuran da bu yorumu çok net olarak destekler. Tanrı’nın Kuran’da geçen isimleri arasında sadece bir tanesinin ebced değeri 19’dur.


(İşte tam burada Şeytan’ın oyununa dikkatinizi çekmek istiyorum. Tüm planları Allah’lık oynamaya çalışmak olan ve egosu ile cehennemdeki krallığına sadece yakıt taşıyan Şeytan ve avaneleri, bir takım insanlardan olan dostlarına ilham veya keşif yolyuyla verdikleri bilgilerde işaret ettikleri yöntemleri ancak Allah’ın yoluna benzetmeye çalışabilirler. Yukarıda bahsi geçen konularda “YAŞAM KODU VE KİŞİSEL ESMALARA GÖRE ŞİFA ARAMA MESELELERİ” adlı başlık altında sayıların sadeleştirilme yöntemlerini kullanarak hayatın anlamını, yaşamın kodu, şifresini çözdüğünü düşünen kişileri size buradan parmakla gösteriyorum. Bu sadece Allah’ın ilahi imzasını taklit etmeye çalışan Şeytan’ın zayıf planından ibarettir.

4:76 Gerçeği onaylayanlar ALLAH yolunda savaşırlar. Kâfirler ise azgınların ve küstahların yolunda savaşırlar. Öyleyse sapkının dostlarıyla savaşın; sapkının planı zayıftır.

Bu sonuçlardan sonra insanlar tabloya baktığında iç içe geçmeli, sayısal ve simetrik muhteşem bir olaya ŞAHİD (TANIK) olabiliyorlar.

3:18 ALLAH, kendisinden başka tanrı olmadığına şehadet (şahitlik) eder; melekler ve adaleti gözeten ilim sahipleri de… O'ndan başka tanrı yoktur. Üstündür, Bilgedir.

Şehadet: Bir şey hakkında bilerek haber vermek, onun doğru olduğuna ve sabit olduğuna inanmaktır.)

22:52 ...ALLAH sapkının attığı şeyleri ortadan kaldırır ve sonra ALLAH ayetlerini sağlamlaştırır. ALLAH Bilendir, Bilgedir.

27:93 De ki: "Övgü ALLAH'adır; ayetlerini size gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin onların yaptığından habersiz değildir."*

40:13 O ki size ayetlerini (kanıtlarını ve işaretlerini) göstermekte ve sizin için gökten bir rızık indirmektedir. Tümüyle yönelip teslim olandan başkası ibret almaz

51:20 Kesin gerçeği onaylayanlar için yerde ayetler (işaret ve deliller) vardır. (Edip Yüksel)
51:20 Yeryüzünde, gönülden inanmış olanların (şahit olduğu) ilahi işaretler vardır; (Mustafa İslamoğlu)
51:20 Yeryüzünde kesin bir bilgiyle inanacak olanlar için ayetler vardır. (Ali Bulaç)

Esmaları öğrenmek isteyen ve bu esmaların sırrına erişmek isteyen kişilerin, ilim yaptıklarında ve gerçeği görmek için çabaladıklarında karşılarına çıkacak şeyler henüz bitmedi.

15:9 Kuşkusuz mesajı biz, evet biz indirdik ve onu koruyacak da elbette yine biziz.

Evet, 15:9 numaralı ayette bize Kuran’ın korunacağı haberini veren Allah, Kuran’ı bizim koruduğunu kesin ve net bir şekilde anladığımız üzere nasıl bir koruma sistemiyle korumuş olabilirdi?

Tevbe/Bara’e (Ultimatom) Suresi üzerinde kiminizin duyduğu kiminizin haberdar olmadığı bir tartışma vardır. Bu tartışmalardan biri Tevbe suresinin son iki ayetinin Kuran’ın iç içe geçmeli sayısal sistemini bozduğu ve Kuran’a dahil edilişinin şüpheli hikayesi. İlkinin doğruluğu ile ilgili delilleri birazdan aktaracağım. Şimdi ikinci tartışmanın içeriği hakkında bilgi vermek istiyorum. Ancak bu bilgileri Edip Yüksel’in Mesaj çevirisinin açıklamalar kısmından aktardıktan sonra yine Üzerinde 19 Var adlı kitaptan devam edeceğim.)


Rivayetlerde Tüten Duman

Muhammed Peygamber’in ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra Halife Osman bin Affan döneminde bir grup yazıcı, başka ülkelere gönderilmek üzere Kuran nüshalarını çoğaltmakla görevlendirildiler. Bu nüshalar, Muhammed’in eliyle yazılmış orijinal Kuran’dan kopya edilecekti.

Yazıcılar komitesine Osman b. Affan, Ali b. Ebi Talip, Zeyd b. Sabit, Ubeyy b. Kab, Abdullah b. El-Zubeyr, Said ibnül As ve Abdurrahman b. El-Haris b. Hişam nezaret ediyorlardı. Peygamber, Kuran’ı iniş sırasına göre yazmış, her parçanın doğru yerine yerleştirilmesi için gerekli talimatı da bunlara eklemişti. Medine’de inen son sure 9. sure idi. Yalnızca, üç ayetli 110. sure 9. sureden sonra Mina’da inmişti.

İlk kıvılcım

Yazıcılar komitesi 9. sureye geldiklerinde onu da uygun yerine yerleştirdiler. Ancak Medinelilerden biri, Allah’ın iki ismini peygambere mal eden bir çift ayetin araya eklenmesini önerdi. Yazıcılar bunu önce reddettiler; ancak tartışmalar sonunda kabul ettiler. Ali b. Ebi Talib ve daha birçok gerçeği onaylayan buna büyük bir tepki gösterdi. Nitekim Ali, peygamberin vefatından sonra Allah’ın son peygamberi tarafından yazılmış olan Kuran‘a ekleme yapmak isteyenlerin varlığından duyduğu endişe yüzünden ilk halifenin seçildiği toplantıya bile katılmamıştı.

Ali’nin bu protestosu birçok kitapta anılır. Burada, Celaleddin es-Suyuti tarafından yazılan El-Itkan fi Ulum-il Kuran isimli klasik bir kaynakta yer alan ve İkrime yoluyla nakledilen aşağıdaki rivayeti alıyorum:

“Ebu Bekir halife seçildikten sonra Ali b. Ebi Talib evine çekildi. Ebu Bekir’e, onun seçilişinden hoşlanmadığı için Ali’nin böyle bir tavır gösterdiği biçiminde yorumlar ulaştı. Bunun üzerine Ebu Bekir Ali’ye birini göndererek durumu soruşturdu: ‘Ebu Bekr’in seçimine mi karşı çıkıyorsun?’ diye sorulunca Ali, ‘Yok vallahi” diye cevapladı. Ali’ye tekrar soruldu: ‘Neden evinden dışarı çıkmıyorsun?’ Cevap verdi: ‘Görüyorum ki Kuran’a ekleme yapılıyor ve ben Kuran’ı derleyinceye kadar namaz dışında sokak kıyafetlerimi giymemeye yemin ettim.’”(El-Itkan Fi Ulum-il Kuran, El-Ezher yayınları, Kahire, Mısır, H.1318, C. 1, Sayfa 59) Aynı kitabın 28. sayfasında, Zevaidil Müsned ve İbni Merdiveyh’te yer alan ve Übeyy b.Kab yoluyla nakledilen aşağıdaki rivayette konuyu daha da aydınlatıyor:

“Ebu Bekr’in hilafeti zamanında Kur’an derleniyordu. Yazım işlemiyle görevli sahabeler Beraet (Ültimatom) suresinin sonuna, 9:127 ayetine gelince, onun son ayet olduğunu sandılar. Bunun üzerine Ubey b. Kab kendilerine, ‘Peygamber bana iki ayet daha okudu’ diyerek 9:128,129 ayetlerini okumaya başladı ve ‘Bu iki ayet, Kuran’ın en son inen ayetleridir’ diye ekledi.“

Aşağıdaki sonuçlara baktığımızda bu suçun korkunç boyutları ortaya çıkmaktadır:

1. Halife Osman öldürüldü ve Ali dördüncü halife seçildi.
2. Ali taraftarları ile saltanat taraftarları arasında yıllar süren bir savaş çıktı. Kuran'ın tahrif edilmesiyle ilgili bir sürü söylenti Şiiler arasında abartılarak "takiyye" politikasıyla nesilden nesile gizlice aktarıldı.

3. Ali şehit edildi.

4. Muhammed Peygamber'in torunu Hüseyin yetmişin üzerinde gerçeği onaylayanla birlikte Kerbela'da şehit edildi.

5. Emevi ve Abbasi sultanlarının çevrede estirdiği terörün sonucu olarak cizye ödemeye mahkum olduktan sonra, cizyeden kurtulmak amacıyla güya İslam'a girenler, hadisler rivayet ederek Kuran'a ortak koştular ve böylece peygamberin tebliğ ettiği İslam dinini tahrif ettiler.

Sonuçta, tahrifçiler savaşı kazandı. Bugüne ulaşan “resmi” tarih, onların fikirlerini yansıtır. Allah düşmanlarının bu görünüşteki zaferi şüphesiz Allah’ın takdirine uygundu. Mekke’nin fethedilmesiyle yenilen müşrikler, peygamberin ölümünden iki yüzyıl geçmeden çok tanrıcılığa geri döndüler. Ne gariptir ki, bu seferki putları Peygamber Muhammed’in
kendisiydi. Bu müşrikler, şüphesiz saf Kuran’ı istemezlerdi. Nitekim, Kuran’ı korumak isteyen gerçek müminler şerefli bir biçimde şehit edildiler. Müşrikler görünüşte zafer kazandılar.

Orijinal Kuran Mervan tarafından yakılıyor

Bu uzun ve yıkıcı savaştan sonraki barış döneminin ilk Halifesi Mervan b. Hakem’di (Ölümü: H 65/M 684). Yaptığı ilk işlerden biri orijinal Kuran’ı yok etmek oldu. Peygamberin kendi eliyle ve özenle yazdığı Kuran’ı “yeni tartışmalara neden olacağından korktuğu” için yaktı. (Nüzulünden Günümüze Kuran-ı Kerim Bilgileri, Osman Keskioğlu, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, 1987, sa:140; Dr. Suphi es-Salih, Mebahis fi Ulumil Kuran, sa:83 ve Kuran tarihiyle ilgili tüm kitaplara bakılabilir.)

Akıl sahibi bir kişi burada şu soruyu sormalı: “Muhammed’in orijinal Kuran’ı o sırada elden ele dolaşan nüshalarla aynı idiyse Mervan b. Hakem onu niye yok etsin?!!”

İki tanık gücündeki tek tanık!
Eski rivayet kitaplarında, sonradan katılan 9:128-129‘dan sürekli şüphelenildiğini öğreniyoruz. Örneğin Buhari’nin ünlü hadis kitabında ve Suyuti’nin El-Itkan’ında Kuran’ın her ayetinin en az iki tanıkla doğrulandığını okuyoruz: “Ancak 9. surenin 128. ve 129. ayetleri müstesna ki onlar yalnız Huzeyme b. Sabit el-Ensari’nin yanında bulunmuşlardı.”

Sünnilerin en güvenilir hadis kitabı olan Buhari, Suyuti’nin ünlü eseri El İtkan ve Kuran tarihiyle ilgili birçok kitap, Beraet (Ültimatom) suresinin 127. ayetine varıldığında, derleme ve yazım işlemiyle görevli tüm yazıcıların, o ayetin son ayet olduğuna karar verdiğini rivayet eder ve devamla şunları bildirirler:

Sahabeler, Beraet Suresini 127. ayette noktaladıktan sonra Huzeyme b. Sabit El Ensari adındaki bir Medineli kendisinin yanında iki ayet daha bulunduğunu ileri sürdü. Bu iddiasına bir başka tanık daha getirmesi istendiğinde hiç kimseyi bulamadı. Fakat, arkadaşlarından biri bir hadis rivayet ederek Huzeyme’nin tanıklığının iki kişinin tanıklığına eşit olduğuna tanıklık etti. Bunun üzerine yazıcılar son iki ayeti, yani 9:128, 129 ayetlerini kabul edip 9. surenin sonuna eklediler.

Ne gariptir ki, bu 9:128-129 eklemelerinin, Medine döneminin son günlerinde inmiş Medeni bir surede bulunan Mekki ayetler olduğu iddia edilir. Konuyla ilgili akla gelebilen birçok soru vardır. Örneğin: Bu Mekki ayetler, çok sonraları müslüman olmuş Medineli birinin yanında, sadece Huzeyme’nin yanında nasıl bulunabilir? Neden dört halife dahil, hiçbir sahabenin tanıklıkları tek başına kabul edilmezken sadece Huzeyme b. Sabit El Ansari’nin tanıklığı iki kişinin tanıklığına denk tutuldu? Huzeyme’nin iki tanığa eşit olduğunu rivayet eden kimdi? Onun bu rivayetine nasıl güvenildi? Yoksa onun da mı tanıklığı iki kişinin tanıklığına eşitti? Beraet Suresinin sonundaki 9:128,129 hadislerinin, Beraet suresine ‘sonundan başlayarak inen biricik sure’ unvanını kazandırması ilginç değil mi?

Ne var ki bütün bu tutarsızlıklara ve 9:128-129 ile ilgili birçok çelişkiye rağmen, Kerbela katliamından sonra kimse onların doğruluğunu açıktan sorgulamaya cesaret edemedi.

Ne söyleyebiliriz?

Her şeye gücü yeten Bilge Tanrı’nın bize sağladığı fiziksel deliller, mesajının doğruluğu ve korunmuşluğu konusunda kuşku bırakmıyor. Sonuç olarak:

1. Orijinal Kuran'a herhangi bir tahrif giremez.

2. Beraet: 128-129 Kuran'dan değildir.

3. Kuran'daki her birim, insan gücünün ötesinde düzenlenmiş ma-
tematiksel bir yapı içinde yerini almıştır.

Şimdi anlıyoruz ki, Yüce Tanrı, 9. sureye bu iki "ayetin" "eklenmesine" özellikle izin vererek:

1. Kuran'ın kodu olan 19'un ana işlevini gösterir.

2. Kuran'ın ekleme, çıkarma ve bozmalara karşı bir matematiksel
zırhla korunduğunu kanıtlar.

3. Gerçeği onaylayanlarla ikiyüzlüleri birbirinden ayıracağına dair
verdiği sözü yerine getirir.

 (Şimdi Tevbe suresinin son iki ayetinin Kuran’ın iç içe geçmeli sayısal sistemini nasıl bozduğuna dair 19 sayısal sistemin getirdiklerinden bahsedeceğim. Esmaların Allah’ın hikmetiyle hayatımıza etkileri görüdüğünüz gibi saymakla bitmiyor. Ancak burada sadece esmaların, 19 sistemi ile ilişkisi nedeniyle görünen kanıtları sunduğum maddeler vereceğim. Diğer kitaptan devam ediyorum.)

Fiziksel Deliller

Tevbe Suresi’nin sonunda yer alan 9:128-129 “ayetleri” matematiksel kodun keşfi tarihi olan 1974’ten beri özellikle dikkatlerimizi çekmişti. “Rahim” kelimesinin Allah’tan başkasını tanımlamak için kullanıldığı tek yerdi. Kuran’da 114 (19x6) kez “Allah” için geçen “Rahim” ismi, orada Muhammed peygamber için kullanılıyordu. Kuran boyunca Allah, kelimesinin tekrarlanma sayısının 2699 adet çıkması, 9:128-129 üzerinde kırmızı ışıkların yanmasına neden oldu. 2699 sayısı 19’un katından 1 fazlaydı. “Allah” isminin 2698 (19x142) kez geçmesi gerektiğini hatırlatan daha bir çok parametre mevcuttu.

“Allah” ismini bulunduran tüm ayetlerin numaraları toplamı 118123 (19x6217)’dir. Tevbe Suresi sonunda yer alan “Allah” isminin bulunduğu ayet numarasını, yani 129’u eklediğimizde bu sistem bozulur.


“Allah” ismi, Kuran’ın başından 9. Surenin sonuna dek 1273 kez geçer. 1273=19x67. Eğer 9:129’daki eklenirse, bu sayı 1274’e çıkar ve sistem bozulur.

İlk başlangıç (2:1 numaralı ayetteki A.L.M) harflerinden (yani Hurûf-u Mukattaalardan biri) son başlangıç harfine dek (68:1’deki Nun) geçen “Allah” isimleri, sahte ayetler hariç 2641’dir. 2641=19x139


Tevbe Suresi, başında harf bulunmayan bir suredir. Başlangıç harfi bulundurmayan 85 sureyi incelediğimizde, 57 (19x3) tanesinin “Allah” ismini bulundurduğunu görürüz. “Allah” ismini bulunduran ayetlerin toplam sayısı da 1045 olup, 19x55’tir. Oysa 9:128-129 eklense “Allah” ismini içeren ayetlerin sayısı 1 adet fazlalaşır.

Kayıp Besmele’den (Sure: 9) itibaren, ekstra Besmele’ye (Sure:27) kadar “Allah” kelimelerinin 513 ayette geçtiğini görürüz. 513=19x27

Tevbe Suresi’nin sonunda, yani 9:128-129’da geçen “İlah (Tanrı)” kelimesi, bu ayetler hariç 95 (19x5) kez geçer. Söz konusu sahte ayetlerle bu denge bozulur.

Misakın elçisini müjdeleyen ayetten (3:81 ALLAH peygamberlerden (nebilerden) şöyle misak almıştı: "Size kitap ve hikmet vereceğim. Daha sonra, beraberinizdekileri doğrulayan bir elçi (resul) geldiğinde onu onaylayacak ve onu destekleyeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi ve bu sözleşmeyi yerine getireceğinize söz verdiniz mi" demişti. Onlar "Kabul ettik" deyince, "Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım" demişti.) üç ayet önceki, 3:78 ayeti (3:78: Onların bazısı, kitapta olmayanı kitaptan sanasınız diye dillerini bükerek kitaba benzetmeye çalışır ve ALLAH katından olmadığı halde, "Bu ALLAH katındandır" derler. Bile bile, ALLAH adına yalan söylerler.) Allah’ın kitabına sözler ekleyen ve o sözlerin Allah’ın ayetleri olduğunu ileri süren yalancıları kınar. Bu ayette geçen “Allah” kelimesinib Kuran’ın başından itibaren 361. ayet (19x19) olması ilginçtir. Allah’a ayet yakıştıranlardan söz eden bu ayetle Tevbe’nin (Beraet-Ultimatom) son ayeti olan 9:127 arasında “Allah” ismi 912 (19x48) kez geçer.

(Tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum:

15:9 Kuşkusuz mesajı biz, evet biz indirdik ve onu koruyacak da elbette yine biziz.

27:93 De ki: "Övgü ALLAH'adır; ayetlerini size gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin onların yaptığından habersiz değildir.")
Kuran’daki matematiksel sistemden ve onun kodundan habersiz bir kişi Kuran’a ilave ve çıkarmalarda bulunsa matematiksel sistemi bozması kaçınılmazdır. Herhangi bir çıkarma işlemi, matematiksel sistemin iç içe kilitli dokusunu bozacaktır. Sayısız parametreden oluşan mükemmel matematiksel doku böyle bir müdahalenin olmadığını göstermektedir.


-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
 

 “Görülüyor ki evren, matematiğe göre belirlenip düzenlenmiştir.” (Nicomachus, M.S. 100)

“Tüm entelektüel konular matematik yoluyla birleştirilebilir ve birleştirilmelidir.” (Rene Descartes, M.S. 1596-1650)

Matematik Tanrı’nın evreni yazdığı dildir. (Galileo, M.S. 1564-1642)


-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Umuyorum buraya kadar yazılanları hayretle, zevkle ve merakla okuyabilmişsinizdir. Bir kişiye bile faydam dokunabilirse ne mutlu bana. Yine de biliyorum ki bu araştırmalardan edinilen en büyük faydayı önce kendim görüyorum. Çünkü kişisel gelişimimin bir zekatı olarak emek verdiğimi bilincindeyim. Allah inandıktan sonra kalplerimizi döndürmesin diye dua ediyorum.

Esmalarla ilgili bilinmesi gereken son ve en önemli konulardan birini daha aktarıp bu yazıya son vereceğim. Uzun bir macera olduğunun farkındayım, sadece biraz daha emek ve sabır gerekiyor.

23. İsm-i Azam (Allah’ın En Büyük İsmi) Konusu


Tanrı’nın en büyük ismi konusu tarih boyunca büyük spekülasyonlara sebep olmuştur. Önce bunlardan bazılarından bahsedelim.

“Rivayetlere göre peygamber İsm-i A‘zamın Bakara,  l-i İmrân ve bir rivayette Tâhâ Suresi’nde yer alan “Allāhü lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’l-kayyûm” cümlesinden ibaret olduğunu söylemiştir. Büreyde ve Enes b. Mâlik yoluyla gelen rivayetlerin metinleri farklı kelimelerle de olsa önceki metin gibi tevhid ilkesini içermekte ve peygamberin şu ifadesiyle sona ermektedir: “Bu duayı yapan Allah’ın İsm-i Azam’ı ile dilekte bulunmuş olur. Allah, İsm-i Azam’ı anılarak kendisinden talepte bulunulduğunda talebi yerine getirir, İsm-i Azam ile dua edildiğinde duayı kabul eder.”

Peygamberin eşi  işe, duaların kabulüne vesile olan ismi öğretmesini peygamberden istemiş, fakat olumlu cevap alamamıştır. Bunun üzerine  işe iki rek‘at namaz kılıp içinde Allah, Rahmân, Berr ve Rahîm isimleriyle “senin bütün güzel isimlerin” ifadesinin geçtiği bir dua okumuş, duayı dinleyen Resûlullah, “Benden öğrenmek istediğin isim duanda yer alan isimler arasında bulunmaktadır” demiştir.

Bazı âlimler İsm-i Azam diye bir şeyin bulunmadığını söylemişlerdir. Buna göre rivayetlerde yer alan Azam kelimesi “büyük, yüce” anlamındaki Azîm yerine kullanılmış olup buradaki yücelik harflerden oluşan isme değil, onun delâlet ettiği zâta aittir. Kul samimiyetle dua ettiği takdirde dileği kabul edilir.

Başka bir görüşte İsm-i Azam aslında var olmakla birlikte Kadir gecesi, dua ve ibadetlerin makbul olduğu Cuma gününde gizlenmiş özel vakit gibi sadece Allah tarafından bilinmektedir. Ayrıca bu ismin Esmâ-i Hüsnâ içinde bulunduğunu söylemek veya kulun duygulandığı her ilâhî ismin İsm-i Azam olabileceğini kabul etmek de mümkündür görüşünde olanlar da vardır.

Bir diğerine göre sözü edilen isme “en büyük” denilmesinin sebepleri sadece kâinatı yaratan ve yöneten en yüce varlığa nisbet edilmesi, içeriğinin zengin ve sevabının çok olması ve duaların kabulüne vesile teşkil etmesi gibi hususlardır.

İsm-i a‘zam hakkında nakledilen rivayetlerle ileri sürülen bu fikirleri inceleyenler böyle bir ismin mevcudiyetinin kesin olarak sabit olmadığına inanırlar. İsm-i Azam’ın hastalıklara şifa olduğu, büyüyü bozduğu, iki kişi arasında sevgi veya nefretin doğmasını sağladığı, seyir halinde olan gemiyi durdurduğu vb. iddialar vardır.”(41)

Dahası, Tanrı’nın Kuran’da geçen isimleri göz ardı edilerek yeni isimler türetilmiş ve İsm-i Azam olarak sunulmuştur. Örneğin; Cevad, Hannan, Mennan, Ferd… (20) Ancak tüm bunlara rağmen Allah’ın en büyük isminin varlığına olan inancın temeli, Kuran’da en az üç kez tekrarlanan “Fasabbih bismi Rabbikal Azim” “Öyleyse Rabbini büyük ismiyle tesbih et.” ayetidir. (20)

56:74 Öyleyse Büyük Rabbinin ismini yücelt.
56:96 Öyleyse Büyük Rabbinin ismini yücelt. Veya "Rabbini, büyük olan ismiyle yücelt".
69:52 Öyleyse Büyük olan Rabbinin ismini yücelt. Veya "Öyleyse Rabbini büyük ismiyle yücelt"

Kuran’ın matematiksel sistemi İsmi Azam etrafında oluşturulan tartışmaları açığa çıkarır. Aşağıda sıralanan sebeplerden ötürü Zül Fadlil Azim isminin İsmi Azam olduğu ortaya çıkar:

1. Bu isim, Tanrı’nın en büyük isminden söz eden ayetlerde aynen geçen “azim” (büyük) kelimesini içinde bulundurur.

2. Sayısal olarak Besmele’deki “Allah ismini karşılar.

3. Kuran’da geçen Allah’ın tüm isismlerinin arasında, abced sistemine göre EN BÜYÜK(AZAM) sayısal değere sahiptir. (Yukarıda paylaştığım tabloya dönerek kontrol edebilirsiniz.)

4. Allah’ın isimlerinin “en büyüğü” denilince akla gelebilen “diğer isimler küçük mü ki?” sorusu da bu şekilde ortadan kalkmıştır. Zira bu isimlerin büyüklüğü sayısal açıdan ve bize bakan tezahüründen dolayıdır.

Zülfadlil Azim ismiyle onurlananlar, bu ismi hakkıyla kavrayanlardır. (20)

Başka bir yazıda görüşmek ümidiyle. Hoşça kalın!



KAYNAKÇA

1- http://bit.ly/2uSb2jP
2- http://bit.ly/3aUoPqO
3- Dr.Kıyasettin KoçoğluDİB/Eğitim Uzmanı, Diyanet aylık dergi Ekim 2008.
4- http://bit.ly/36KPZNo
5- http://bit.ly/2OgfgbZ
6- http://bit.ly/2GBjLK7
7- http://bit.ly/37NrMaI
8- http://bit.ly/36EFEmp
9- http://bit.ly/38YxlmH
10- http://bit.ly/31cxNeM
11- http://bit.ly/36FR7lp
12- http://bit.ly/36MJSYV
13- http://bit.ly/3aUoPqO
14- http://bit.ly/38V3r2R
15- ttps://bit.ly/34i4NT4
16- http://bit.ly/37KbcZm
17- http://bit.ly/2GDTLxB
18- https://bit.ly/2PLd2D1
19- http://bit.ly/2UbGc0n
20- Edip Yüksel, Üzerinde 19 Var, s.125, Ozan Yayıncılık, İstanbul 2014.
21- http://bit.ly/3aY7xsP
22- http://bit.ly/2u5nfBR
23- http://bit.ly/2U9OZjg
24- http://bit.ly/38Y4T4H
25- http://bit.ly/2RGDkae
26- http://bit.ly/2tjNww0
27- Başka Bir Din Tasavvuf, Cemre Demirel, Düşün Yayıncılık, 2019.
27- Muhyiddîn İbnu’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Ahmet Avni Konuk.
28- TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara 2004, MESNEVİ mad., c.29, s.326-329
29- http://bit.ly/2Ucfch7
30- Edip Yüksel - Mesaj Kuran Çevirisi, dipnot.
31- FELSEFEDEN TASAVVUFA RUH ANLAYIŞI, İsmail Şimşek, EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 19 Sayı: 62 (Bahar 2015).
32- http://bit.ly/2Oedw32
33- http://bit.ly/2OeIAQm
34- http://bit.ly/36DElUE
35- http://bit.ly/2OcEkR8
36- http://bit.ly/3aZMqqc
37- Ruh Kavramının Kur’an’daki Karşılığı, İbrahim Sarmış, Haksöz Dergisi - Sayı: 192 - Mart 07
38 - Muhammed Bozdağ - Sonsuzluk Yolculuğu kitabı (http://bit.ly/2U95vjH)
39- http://bit.ly/2UbPEAY
40-http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/1888/2553.pdf  Suat Yıldırım, Kur' an' da Uluhiyet, 2. baskı, İstanbul, Kayhan Yayınları, 1997. “Tanrının mutlaklığı - Ankara Üniversitesi Açık Erişim Sistemi”
41- http://bit.ly/2vxC9RD

Yorumlar